1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. Kıyamdan Günümüze Şeyh Said Üzerinden Politik Tezler
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Kıyamdan Günümüze Şeyh Said Üzerinden Politik Tezler

22 Temmuz 2012 Pazar 02:29A+A-

Şeyh Said kıyamının yakın dönemde yaşanmış, etkilerinin hem devlet politikaları, hem de muhalif kesimlerin yaklaşımları nezdinde hala devam ediyor olması, hakkındaki spekülatif değerlendirmeleri de kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden, sadece sağlıklı tarihi analizlere varmak yeterli olmuyor, günümüzle bağlantılı izdüşümlerine ve politik anakronizmlere de ister istemez değinmek gerekiyor. Nitekim bu yaklaşımlar genellikle tutarlılık arayışından ziyade, yaslanılan zemine ve savunulan güncel görüşlere meşruiyet arayışını içeriyor.

İrticai Bir Kalkışma

Tezlerin başında kıyamın bir “irticai kalkışma hareketi” olduğu iddiası gelmektedir. Kemalistlerin bu temel argümanı neden ısrarla dile getirdiği malumdu: Muhalefetin kolay sindirilmesi ve ülke dışındaki kamuoyunu etkilemede getirdiği fayda.

Nitekim dönemin Fransız ve İngiliz basını incelendiğinde görülür ki; Fethi Okyar’ın daha ilk günlerde yaptığı Meclis konuşmasına yansıyan ‘Halifelik ve Saltanatın geri getirileceği’ne dair içerik, Batı basını tarafından da sahiplenilmiştir.

Mamafih, ilerici ve devrimci Cumhuriyet güçlerine ve çağdaş normlara karşı gericiliği temsil eden kalkışma şeklindeki Kemalist yaklaşım, dönemin Komintern’i ve Türkiye’deki sol-sosyalist kesimlerinin de tezi olarak savunulmakla birlikte, günümüze değin, konu her gündeme geldiğinde, mezkur kesimlerin yaklaşımı aynı olmuştur. Hemen hiçbir tashih endişesi taşımayan bu görüşlerin ilericilik-gericilik retoriğiyle değerlendirilmesinin en önemli sebebi, dinin sosyal gelişmelerin motoru olamayacağı ve ilerleyen tarihi süreçte yok olmaya mahkum olduğu görüşüdür. Bu görüşün getirdiği sonuç ise, bir halkın imhasını hiç olmazsa yaşlı gözlerle seyretmektense, zulme ortak olan görüşler ve birbiri ardına sıralanan seküler-determinist tezlerle vicdanları soğutmaktır. Tıpkı bugünkü Baas rejiminin Suriye’de işlediği katliamları vicdanları taşlaştıran anti-emperyalistik söylemlerle örtmek gibi.

“Din Kisvesi Altında Kürtlük”, “Kürtlük Kisvesi Altında İrtica”

“Din kisvesi altında Kürtlük” ya da “Kürtlük kisvesi altında irtica” söylemleri de yine bu iki kesimin; yani Kemalist ve sosyalist cenahın “Türkçülük” ve “İslam düşmanlığı”ndaki ortaklığını gösterdiği gibi; aynı zamanda Kürt ulusalcı kesimlerinin de tersinden istifadeye sundukları ve zaman zaman sarıldıkları argümanlar arasında olagelmiştir. Özellikle ilki, paradoksal bir tarzda ulusalcı kesimlerin tezlerini besleyen delillerden olagelmiştir. Oysa, bu retorik mahkeme heyetinin önceden bulduğunu zannettiği ve mahkemeler boyunca aradığı bir suçlama vesilesidir. Bazı hainlerin iftiralarını ve bazı ulusalcıların idamlar esnasında sarfettiği sözleri de delil olarak görmüşlerdir. Bu argümanın beslenebilmesi için bir diğer veche ise; ulusalcıların mahkemelerde “Kürtlük” meselesinin üzerinin örtülmeye çalışıldığı iddialarıdır. Oysa tam tersine, mahkeme heyeti baştan sona soru ve yönlendirmelerle sürekli “Kürtlük” ve “Kürdistan” meselesini araştırmış ve kıyamcıları da bu hedefin tespit edildiği iddiasıyla suçlamıştır. Aksine, bu konudan hiç bahsedilmemesini isteyen Kemalistlerdir. Onların da yapmaya çalıştığı şey, bir gerçeğin üzerinin örtülmesi falan değil, başta muhalefet olmak üzere bütün bir ülkeyi sükuta erdirecek politikaları rahatlıkla hayata geçirebilmektir. Hükümetin belalısı İstanbul basınını ve TCF’yi hangi “Kürtçülere yardım” ithamlarıyla suçlayıp bastırabilirsiniz ki! Bu konuda “İrtica” söylemi bile yeterli olmamış, siyaseten katl ancak “Karşı devrim”, “Karşı ihtilal” propagandaları ile mümkün olabilmiştir.

“İsyanların Başarısızlığı Din Yüzünden” Çözüm: Ulusalcılık

Öte yandan, dinin çağdaş dünyada ve dini normların çağdaşlık içerisinde yerinin olamayacağı şeklindeki aydınlanmacı yaklaşım Kürt ulusalcıları tarafından da zaman içerisinde benimsenmiştir. Nitekim din, yobaz ve softalar yoluyla sadece halkı aldatmanın bir vesilesi değil, aynı zamanda halkın ulusal bilince ulaşmasının önünde de en büyük engeldir. Ulusal bilince dini değerlerle birlikte ulaşılamayacağının en önemli göstergesi de isyanların başarısızlığının altında yatan sebeplerdir. Bu sebeplerin büyük çoğunluğu, yaşam ve inanç alanlarında varolan hurafeler, tarikatlar arası çekişmeler, mezhebi ayrışmalar ve Türklerle girilen din eksenli vakit kaybettirici, çıkarlara dayalı, saptırıcı ortaklıklardır. Bu, sadece günümüzde değil, bin yıllık tarih boyunca böyle olmuştur. Din eksenli ortaklık ve kardeşlik iddiası Kürtlere her seferinde kaybettirmiş, bölge güçlerine oyuncak etmiş, ulusal bilincin oluşmasını engellemiş ve kendi gücüne dayalı devlet oluşumunun da önüne set çekmiştir.

Düşmanının Silahıyla Silahlanmak(!) Tez + Olmayan Antitez = BildikCahili-Modern Sentez

Böylelikle dönemin Türk; Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Pomak vb. halklarının ve değerlerinin karşısında yer alan İslam düşmanı Türkçülerinin tezleri, onlara hem aynı tarihi varyantta hem de sonrasında muhalefet edecek olan Türk sosyalistlerinin de, Kürt sosyalist ve ulusalcılarının da dayanacakları argümanları oluşturmuştur. Kürt ulusalcıları, önceleri, bu çelişkiye tamamen düşmemek için kıyamın dini ve ulusal yönlerinin birlikteliği analizine sığınmışlardır. Kimi sosyalist ve ulusalcılar o dönemde milli bilincin olmadığından hareketle, başarısızlığın doğal olduğu tezlerini dile getirirken, kastettikleri husus ulusal başarının ancak dinin dışlandığı ulusal bir bilinç ve çağdaş normları yakalamış bir toplumsal yapı ile mümkün olacağına dairdir.

Elbette Azadî gibi yapıların niteliği ve içeriği zorlanarak bu dönemde ulusalcılık bilinci arayıp bulanlar da yok değildir. Nitekim yeni dönemin “İslamcı” yaklaşımlarında etnik bilinçle dinin pekala biraradalığının mümkün olduğu; Şeyh Said’in kimliğinde de bunun varolduğu, onun Kemalist tezlere ya da uygulamalara karşı değil, bizatihi, Türklerden ayrışma amacı güden Kürdistan hedefiyle bilinçli bir yol katettiğini de savunanlar vardır. İslam düşmanı Kemalist ulusalcı-Türkçüler’den tüm Müslümanların ve bölge insanının ayrışması gerektiği tartışmalarından günümüze evrilen argüman İslamcılar dahil Türklerin her kesiminden, Kürtlerin her kesiminin ayrışması gerektiği şeklindeki -sözde İslami- cahili sapmadır.

“Din Yerine Ulusal Bilinç Gelişseydi Devletleşirdik” Yaklaşımı

Seküler kesimlere dönersek; “niye devletleşilemedi, neden ulusal bilinç gecikti?” gibi soruların elbette pek çok sosyalizan ve ulusalcı tartışmaları oldu; ancak ortak nokta, dinin bunda başat rol oynadığına dair idi. Önceleri Şeyh Said’i, eleştirdikleri Şeyh, ağa ve beylerden ayrı tutarak ilerici, ateşli bir milliyetçi gibi gösterme, hatta ona “milliyeti olmayanın dini de olmaz” gibi sözler söyletme tavrı, zamanla, ulusalcılık bilinci geliştikçe yerini daha eleştirel bir söyleme bırakmış, isyanın kadrolarından halkın değerlerine ve feodal sosyolojik yapının kötü yönleri ön plana çıkarılarak, Kürt halkının haklarını elde etmesinde yaşanan gecikmelerdeki başat rol dine yüklenmiştir.

Şeyh’in Kürt(çü)lüğünü Geri Plana İten “Türk-İslamcılar” Retoriği(!)

Öte yandan, bu kesimler yanlış bir tanılamayla “Türk İslami kesim”in de isyanın dini niteliğini kabul etmekle beraber, Kürtlüğün öncelenmesinden dolayı kıyama mesafeli durulduğu, hatta karşısında yer alındığına dairdir. Bu ulusalcı kesimler, daha düne kadar Şeyh’i, kimliğini, İslam’ı ve onun ulusal bilincin gelişiminin önündeki etkilerini sıralayıcı argümanlarını unutmuşcasına, bu varsaydıkları karşıt konumu Müslümanların Türklüğü önceleyen yaklaşımlarına bağlamaktadırlar. Değerini yeniden keşfettikleri(!) Şeyh Said konusunda İslami kesimleri genelleme yaparak içine kattıkları bu nosyonun en temel argümanı ise “etnik kimlik öncelikli dindarlık” meselesidir. Kendileri “dindar” bile olmayanların, yıllarca İslami kimliği tahkir etmiş olanların Şeyh Said’i sahiplenme üzerinden oluşturdukları bu ikilemde, maalesef kendilerini “Türk İslamcılar”( Bu niteleme bizce makbul olmamakla ve cahili bir tanımlama olmakla birlikte, kullananlara gönderme yapma amacıyla tırnak içerisinde verilmiştir.) olarak niteledikleri kesimlerden tenzih etmeye çalışan ve son yıllarda Kürt ulusalcılığının propagandif iklimine kendilerini kaptırmış olan bazı “Kürt-İslamcıları”nın da etkisi olduğu çok açıktır.

Şeyh ve Kıyamıyla İlgili Temel-Tarihi Anakronizm: “Şeyh Said Kemalizmden Değil, Kürdistan Sevdasıyla Türklerden Ayrışıyordu” Söylemi

Buna bağlı olarak, Şeyh Said kıyamıyla ilgili ortaya atılan ortak tezlerden biri de “Kürtçülük ve Ulusalcılık” temeline dayanmasıdır. Bu minvalde, kıyamın amacı, bağımsız bir Kürt devleti oluşturmaktır. Kimine göre, bu bizatihi 1900’lü yılların başından itibaren kurulan legal cemiyetlerde de kendisini ortaya koyan bir amaçtır. Bu anakronizmi bir kenara koyacak olursak, bir diğer tez de, Milli Mücadele döneminde verilen sözlerin tutulmaması ve Lozan’dan sonra oluşan yol ayrımından sonra, isyanın tamamen bu zeminin üzerinde şekillendiği ve söylemler sosyolojik olarak dini muhtevaya dayansa da, aslında bunun halkı cihada sevketmeye yönelik bir taktik olduğu, mahkeme savunmalarında gizlenen asıl gerçeğin ise bağımsız bir Kürdistan ideali olduğudur!

Bu hem Azadî açısından böyledir, hem de Azadî’nin resmi olmayan ama bölgedeki en güçlü temsilcisi Şeyh Said açısından! Bu tez, sadece seküler ulusalcıların değil, aynı zamanda kendisini İslam’a nispet eden bölgedeki bazı Müslümanların da savunusudur. Hemen belirtelim ki, bu tez, yıllar yılı seküler ulusçuların en sağlam tezidir. Ancak Kürt ulusal hareketine karşı ezik ve kompleksif bir tutum içerisinde olan bazı Müslümanlar bu tezi haklı çıkarabilmek için akidesi tartışılmaz olan Şeyh’in “Kemalist rejime karşı falan ayaklanmadığı”; kıyamda varolan Kürtlük ve Kürdistan gerçeğinin üzerini örtmek için “İsyanın İslami temelli olduğu yalan ve saptırmasına” başvurulduğunu, zaten Kemalistlerin de tezinin bu olduğunu vurgulamaktadırlar!

İlginç olan ilk husus şudur ki; Kürt ulusalcılarının da mezkur “İslamcı” kesimlerin de iddiasının; Şeyh eğer dini söylemler kullanmasaydı isyanın bu kadar taraftar bulamayacağı tezine dayanmasıdır. Oysa bu tespit, zaten isyanda varolduğu iddia edilen ulusalcılık damarının zayıflığını ikrardır. Öte yandan, hadiselerin başlangıcında halkın dini söylemlerle pekala ayaklanabileceği, bir kıyamı ortaya koyabilmek için İslami söylemin yeterli olabileceğini de zımnen kabuldür. Bu tezi dillendiren İslami kesimler açısından ise, Şeyh’in İslami değerlerden ziyade “ateşli bir Kürdistan sevdasına tutulduğunu” paradoksal biçimde ispat çabasıdır. Kendilerinin bugünkü önceliklerini Şeyh’in o günkü önceliği gibi gösterme cehaletine saplanmadır!

Şeyh, Olmayan Bir Ulus Adına mı Ayaklanmıştı?!

Bu tezatları bir kenara bırakacak olursak, işin hakikati bölge halkının ve ileri gelenlerinin kıyama gereken desteği vermedikleri gerçeğinin bu noktada atlanması söz konusudur. Ne isimleri gündemden hiç düşmeyen ulusalcı aşiret ve aileler ne de pek çok şeyh ve ileri gelen Müslümanlar zaten kıyama gereken desteği vermemiş, üstelik tarafsız da kalmamışlardır. Bu da müslümanca söylersek imtihanın sünneti, tarih boyunca pek çok kıyam öncüsünün yaşadığı trajedinin de bir parçasıdır. Şeyh Said’in kendisini hadiselerin öncesinde Hz. Hüseyin ile özdeşleştirmesi de bu hakikat ve akibete vukufiyetinin bir göstergesidir.

Başarıyı salt seküler ya da dini kitleselleşme ve iktidara erme pratiği üzerine inşa edenlerin bu durumu kavramaları elbette zordur. Nitekim ‘ekin ve nesil’ sadece güç ele geçtiğinde yok edilmez; pekala sindirilmiş ve yok sayılmış bir kimliğin var kılınmaya çalışıldığı iddiası ile de nice nesilleri heder edebilirsiniz. Birileri gençliği “on yılda her yaştan” yaratmaya çalışırken, birileri de bunu “yüz sene”ye yayabilir ama değişen nedir diye sormak gerek! Zulüm ve inkar politikalarından kurtulmaya çalışmak, dilini, kültürünü, en temel insani haklarını kazanmaya çalışmak başka bir şey; bu mücadelenin mutlaka bir seküler (seküler değerlerle donanmış bir milleti ve ulus-devleti) ya da şirk unsurlarıyla da bezenmiş olsa dini bir inşayı beraberinde getirmesi gerektiğini söylemek başka.

Şeyh Said’in Izdırabı Saptırılamayacak Kadar Aleni idi!  

Bütün bunlardan sonra Şeyh’e dönersek. Şeyh ve çevresindeki akil insanlar İslam’ın ayaklar altına alınmasından ızdırap duyuyordu. Bunu yapanlar da İslam düşmanlığını kendilerine payanda yapan Türkçülerdi. Yoksa birileri kendilerini siyasal anlamda Türk ilan ettikleri için diğerleri de siyasal anlamda Kürtlüğünü hatırlamış olmadı. Türkçülüğü İslam’ın yerine ikame ettikleri ve inkara dayalı bir politika serdettikleri için bölge insanının en duyarlı kesimi İslam adına kıyam etti. Herhangi bir dış desteğe de meyletmedi ki, dönemin şartları gereği buna başvurmaları gerektiğini ifade eden ulusalcılar da zaten Şeyh’i bu noktada eleştirmektedirler. Yani, Şeyhi, kıyamdan çok sonra, dini bağlılığından dolayı -onların tabiriyle- kafirlerin yardımına başvurmamasından dolayı topa tutmuşlardır. Eğer başarı sağlanabilse idi elbette Şeyh de bu İslam düşmanı Türkçülerden azade bir hükümeti kurmayı amaçlardı ki, bunun ne Kürtlükle ne de Bağımsız Kürdistan sevdasıyla bir ilgisi vardır. Nitekim mahkemede bile bu türden yakıştırmaları inkar etmesi bir yana, “Ahaliden sıtkım sıyrıldı. Başarılı olsaydık bile şeriatı isteyen ahali kalmamıştır!” sözleri de esas endişeye mebni hedefi gözler önüne sermektedir. Eminiz ki Şeyh -velev ki- böyle bir akibete ulaşabilseydi, sonrasında karşısındaki en amansız düşmanlar bu defa Türkçüler değil, ulusalcı Kürtçüler olacaktı. Hele ki, Şeyh Mahmud Berzenci’nin durumunda olduğu gibi, ümmetin genel maslahatlarına bağlı, İslam’dan vazgeçmeyen bir iktidarın bölgede oluşmaması için, bu defa hem Fransızlar, İngilizler ve SSCB, hem de yerel, seküler muhalefet harekete geçecekti. Kürt ulusalcılarının bugün bile bölgede kimseye göz açtırmayan tavırlarını düşünürsek, o gün bu onlar için işten bile sayılmayacaktı. Kimbilir belki de bu konuda Kemalistlerin desteğine bile başvurabilirlerdi. İslam ve Müslümanlara karşı, laiklik ortak paydasından hareketle, bu türden yaklaşım ve sözleri günümüz Kürt ulusal hareketi mensuplarından az duymadık!

“Dış Destek” Olsa Suç, Olmasa Suç!

Bir diğer argüman ise “dış bağlantılar” iddiasıdır. Rejimin bu iddiaya sığınması çok doğal olduğu kadar, tıpkı bugünkü Suriye meselesinde olduğu gibi dönemin solu da bu resmi teze “emperyalist tuzak” söylemiyle katkı sağlamıştır. Ve çok tanıdık, zincirleme bir iddia ta o günlerden bugünlere taşınmıştır: İrtica zaten vatan hainliğidir. Gericiler her zaman dış bağlantılara sahip olmuşlardır. İngilizlerle olan işbirliği gayet doğaldır. Zaten Komintern de gerici isyanın arkasında İngilizlerin varolduğu şüphesini dillendirmiş ve bu görüşlere kuvvet kazandırmıştır.

Kulağa ne kadar da tanıdık geliyor değil mi? Baas rejimi Suriye devleti adına Rusya, Çin, İran gibi ülkelerden her türlü desteği alıyor ama söz konusu canlarını, namuslarını, ailelerini, özgürlük ve onurlarını korumaya çalışan ve bu uğurda Rablerine söz veren Suriyeli direnişçilerin söylenti düzeyindeki yardım alma çabaları “emperyalist tuzak” kara propagandalarına maruz kalıyor. İşte o gün de, SSCB ve Büyük Britanya’nın bir tampon bölge olarak olurunu almış bir devlet ve hükümet (TC) Fransızlardan her türlü lojistik desteği alıyor, İngilizlerin uluslararası engellemelerine maruz kalmıyor, aksine uçak filosunu bu İngiliz desteği sayesinde güçlendiriyor ve isyanları daha bir amansızca bastırıyor ama kıyamcıların hiç varolmamış birliktelik arayışı “emperyalist destek” eleştirilerine maruz kalıyor. Çünkü bir yerde İslam adına bir özgürlük ve onur mücadelesi var ise, orada kara propaganda mutlaka devrededir. Ve bu kara propagandanın işbirlikçileri birbirlerine karşıt gibi görünen aynı çevrelerdir.

Tabii bu eleştirilerde, -tıpkı bugünkülerde olduğu gibi- şunu da unutmamak, hatta en başa koymak lazım: Bugün nasıl ki, Müslüman halkların kendi iradeleri ile bir işe girişmeleri mümkün görülmediği için tüm gelişmeler dış güçlere bağlanıyor ise, o günlerde de bu kara propagandanın altında bölge insanının kendi iradesiyle iş görmesinin mümkün olmadığı, gericilerin, yobazların, dağlı, kaba, cahil Kürtlerin başındaki Şeyh’in mutlaka birilerinin kuklası olduğuna dair bakış açısı da bunda belirleyici idi. Bunu böyle tanımlayabilmek için de, tıpkı bugün Suriyeli direnişçilere yapıldığı gibi, Şeyhi kıyama iten sebepler yok sayılıyor ya da meşru görülmüyordu. Tabii, başta M.Kemal olmak üzere işin başındaki Kemalist asker-sivil bürokrasi hakikatin ne olduğunu gayet iyi biliyorlardı!  

Bu işbirliği meselesi yıllarca süren tartışmalara konu oldu. Kürt ulusalcılarının bir kısmı bunu onur meselesi addederek, Kemalist iddialara anti-refleks olarak bunun olamayacağını iddia ederken; daha geniş bir kesim, “ulusal mücadele veren kesimlerin diplomatik ilişkiler kurmasının doğallığı” üzerinde duruyorlardı. Ve elbette, Şeyh’in dış destek arayışının olmayışı ve gayrı Müslimlerden de yardım kabul etmeyişini hareketin önemli bir zaafı olarak görüyorlardı.

Sözkonusu İslamsa, Dış Destek Bulmak Nafile idi!

İşin gerçeği, Şeyh Said değil ama Cibranlı Halit Bey, SSCB’ye yazdığı bir mektupla destek talebinde bulunmuştu. SSCB’yi tercihteki en önemli saik ise İngilizlere güven duyulmaması idi. Ancak bu mektupta bile dile getirilen hususlarda Sovyet yetkilileri rahatsız eden özgürlükçü bir arayış vardı. Ve elbette teklif reddedildi. Reddedilmesinin en önemli sebepleri de Kürtlerin Hilafete, ümmetin maslahatlarına ve İslam’a olan bağlılığı, bunun gericilik olarak görülmesi, Müslüman Kürtlere olan güvensizlik ve yeni Türkiye ile olan ilişkilerin düzeyi idi. İşte bu İslam’a bağlılık meselesi, ulusal bağımsızlık yolunda, ulusalcıların dini atılması gereken bir yük gibi görmelerinin de en temel nedeni olmuştur.

Cibranlı Halit Beyi, bugün ulusal hareket lideri gibi göstermelerinin aksine, Cegerxwin’in nefretle, araştırmacı Naci Kutlay’ın ise isabetle belirttiği gibi o bir İslamcı idi. İslam’ın akidesine ve ümmetin hedeflerine bağlı bir şahsiyetti. Nitekim Binbaşı Kasım bile mahkemede Şeyh’in Cibranlı’nın yanına gelip gizli bir görüşmelerinde “Yola çıkacağım ve Kur’an-ı temhir edeceğim” dediğinden bahseder. Mustafa Kemal’in Nutuk’ta bahsettiği Cibranlı ve TCF yetkilisinin mektuplaşmasının içeriği, onun tabiriyle “irticakârane” idi.

Azadî’nin Önde Gelenleri İslamcılardı: Başat Sorun da Bir Ulusun Haklarına Tecavüz Değil, Müslüman Bir Halkın İslami ve İnsani Değerlerine Düşmanlıktı

Özcesi, o dönemin Azadî kadrolarının önde gelenleri de önemli bir kısmı İslamcı şahsiyetler idi. Seküler milliyetçilerle aralarında kader ortaklığı ve bazı hedeflerde birliktelik olması, o günün şartlarında çok doğaldı. Ancak bugün anladığımız anlamda Kürtçülük yapan okumuşların sayısı azdı. Onlar da zaten dönemin bu İslamcı kadrolarına hatırı sayılır bir güven duyuyorlardı. Çünkü bunlar aynı zamanda askeri-sivil bürokrasinin içerisindeydiler. Bölgedeki halk üzerindeki etkinlikleri de tartışılmaz idi.

Eğer Türkçüler İslam düşmanlığına dayalı bir inkar ve zulüm politikasını hayata geçirmemiş olsalardı, ayrışma siyaseti gütmeleri için de onca çabaya gerek olmayacak, onca kanın dökülmesine gerek kalmayacaktı. Dönemin insani-kültürel taleplerini sanki İslami olandan ayrı imiş gibi gösteren ve seküler ulusalcı talepler gibi yansıtan oryantalist ve yerli yaklaşımlar da bu noktada yanılmaktadırlar. Bu okuma, bugünden düne bakmaktır. Oysa o dönemin zihninde böyle bir ayrışma yoktur. İslami olanla-İnsani olan birbirini içrektir. Kitleler/Halk zaten müslümandır. Liderler de öyle. İstisnai milliyetçi şahsiyetlerin tarihselleştirilmesi, sonradan ortaya konmuş bir ameliyedir. Tıpkı I. Dünya savaşı, Milli mücadele yılları ve sonrasındaki kıyamlarda etkili olanların tersinden değersizleştirilmesi, din ortak paydasına sarılıp aldanmak zorunda olanlar sınıfından gösterilmek istenmesi gibi. Osmanlı ile İslam ortak paydasında yıllarca mücadele verenleri aldanmışlar sınıfına koyup, ayrışmanın çok önceden gerçekleşmiş olması gerektiğine anakronik olarak vurgu yapmak (mesela Mondros mütarekesi ve Sevr ant. döneminden itibaren) ve kıyamda doğru düzgün hiçbir rolleri olmamış olanları sonraki etkinliklerinden ötürü yüceltmeleri örneğinde olduğu gibi. Öyle ki, Kürtçü yapılanmaların çoğunda etkin olanlar, kıyamda ya etkisiz kalanlar ya da Şeyh’in karşısında M.Kemal saflarında yer alanlardır.

Bugünü konuşuyorsak eğer, yanımızda bugünkü savunularımızı destekleyen bir Şeyh Said üretme çabası, tüm kesimlerde görülen pragmatik bir tutumu orta yere sermektedir. “Şeyh Said’in artık bağımsızlaşması gereken Kürdistan’ın yiğit bir evladı olduğu”ndan hareketle, kendi öncelediğimiz meselelere mesned kılınmak istenmesi yakışıksız ve adaletsiz bir çabadır.

Onun kıyamı İslami bir kıyamdı. Kıyamının sonucunda elde edeceği akibet, bağımsız bir İslami hükümet de olabilirdi ama olmadı. Olamayacağını da iyi biliyordu. Onun ne ilk ne de son hedefi de bu değildi zaten. Çünkü çevresindekilere de defaatle bu işin sonunun mağlubiyet olacağını ikrar etmişti. Ama sadece kıyama durmuş olmayı bile galibiyet sayan bir itikada sahipti.

Buradan yola çıkarak, onun yegane hedefinin Kemalistlerin ayaklar altına aldıkları İslami değerler değil de, her ne pahasına olursa olsun bağımsız bir Kürdistan olduğunu, Müslüman mahallesinde salyangoz satarcasına iddia edenlere en güzel cevabı yine Şeyh vermektedir:

“Şüphesiz benim ölümüm Allah ve İslam içindir”

Allah ve İslam için kimliğini ruczlardan temizleyemeyenlerin, Kürt halkının haklarını sahipleniyormuş görüntüsü altında ulusalcıların propagandalarına kompleksif tarzda teşne olmalarını Şeyh’in yolu gibi sunmaları, eğer Şeyh bugün yaşasaydı İslam düşmanlıkları ayyuka çıkanlarla birlikte hareket edermişcesine bir zannı hakikat gibi pazarlamaya çalışmaları hayret vericidir. Hergün bu ülkenin İslamcı cenahına basın yoluyla hakaret edip sonra halkın arasına döndüğünde Şeyh’in yolunda yürüdüğünü iddia edenler için de daha fazla söze gerek yok! Yıllarca galiplerin, Kemalistlerin, Komünistlerin “feodalite, gericilik, çağdışılık…” tezlerini dile getirip halkın din ve İslam’a olan bağlılıklarını arzuladıkları seviyede dejenere edemeyenlerin; dini kendi cahili metodlarına pragmatik anlamda araç kılmaya çalışmaları şaşırtıcı değildir. A.Melik Fırat’ın deyişiyle söylersek; “Ne de olsa bu konuda da başöğretmen Atatürktü!”

Şeyh Said konusunda ciddi araştırmaları olan ve Azadî teşkilatı ile ilgili bir de kitabı yayınlanmış olan Tahsin Sever, Peyamaazadi sitesinde, “Kemalizm ve Kürtler” başlıklı makalesinde tarih ve bugün arasındaki bağa ilişkin ulusalcı yaklaşımın ne olması gerektiğini bakın nasıl tanımlıyor:

“…Ulusal mücadele, ulusun bugün elde etmek için mücadele ettiği amaçları geçmişe taşır…”

Evet, ulusalcı ya da “sözde-İslamcı” bugün Şeyh Said hakkında inşa edilmeye çalışılan tarih algısı tam da budur. Bugün ihtiyaç olanı tarihe taşımak!

Sözü daha fazla uzatmayalım. Rabbimiz Şeyh Said ve mücahid kardeşlerine, yoldaşlarına, müminlere rahmet etsin. Onun gittiği yolda, her türlü ruczdan arınmış bir şekilde, İslami şuurla mücadele verme azmini yeni nesillerin nefislerine nakşetsin inşallah!  

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum