1. YAZARLAR

  2. Mustafa Özel

  3. Kapitalizmden ötesi yok mu?
Mustafa Özel

Mustafa Özel

Yazarın Tüm Yazıları >

Kapitalizmden ötesi yok mu?

25 Ekim 2009 Pazar 02:01A+A-

İster Müslüman, ister Budist veya Taocu olalım, kapitalizme alternatif sunmak istiyorsak, önce kapitalist Batılının evimizde terk ettiği kirli gömleğini giymeme basiretini ve ruh yüceliğini göstermemiz gerek. Biz de onlar gibi bir “dünya cenneti” peşindeysek, dünyayı daha da yaşanmaz hale getirebiliriz.

Mail gruplarından birinde şu çarpıcı ‘mesel’ dolaşıyor:

Üşüyorum anne, sobayı yakar mısın!

Kömürümüz yok maalesef.

Battaniyene sarıl.

Kömürümüz niçin yok anne?

Baban işten çıkarıldı.

Gelirimiz yok.

Babam niçin işten çıkarıldı anne?

Kömür şirketlerinin stokları artmış. Elde çok kömür olunca,

üretim durdurulmuş...

Kapitalizm, akılcı insanların omuz verdiği, tarihin belki en akıldışı toplum örgütlenmesine verdiğimiz addır. Bildiğimiz bütün toplum sistemlerinde, başta üretim olmak üzere iktisadi faaliyetler “insanların ihtiyaçlarını karşılamak için” yapılıyordu. Kapitalizmde esas mesele “sermayenin büyüme ihtiyacını karşılamak”tır. Kapitalizm, sınırsız sermaye birikimi yoluyla bir “dünya cenneti” yaratma girişimidir. Fakat ulaşılan sonuç, küçük bir azınlık için cennet vehmi, büyük çoğunluklar içinse yarı cehennem oldu.

Metalaşan insan 

Kapitalizm öncesi sistemler geçim sistemleri idiler. Elbette yüksek kazanç peşinde koşan girişimci bir zümre neredeyse bütün toplum sistemlerinde mevcuttu, fakat topyekün sosyal sistem bu adamların çıkar ve ihtiraslarına ayarlı değildi. İnsanların onda dokuzu köylerde oturuyor ve tarımla uğraşıyordu. Kapitalizm, köyleri şehirleştirdi; insanların onda dokuzu şehirli olup, konsantre sermaye gücüne hizmet eder hale geldiler.

Kapitalizm, toplum bireylerinin temel ihtiyaçlarının çoğunun kendileri tarafından değil, “özel işletmeler” tarafından karşılandığı bir sistemdir. Üniversite tahsili için 1974’te Ağrı’dan ayrıldığım yıl bile, şehir nüfusunun yarıdan çoğu fırından ekmek almazdı. Her aile sonbaharda buğdayını satın alır (bazıları ekim yapar!), Küpkıran köyünün su değirmenlerinde bir iki gün sıra bekleyerek öğütür; kalın çuvallara doldurulan unu evinin uygun bir köşesinde istiflerdi. Annelerimiz yıl boyu yer tandırında gün aşırı ekmek pişirirdi. (Tandır ekmeği ile fırın ekmeği arasındaki değişmez parite F=2T idi!) Demem o ki, 1974 yılında bile, Ağrı henüz kapitalizme teslim olmamıştı.

Kapitalizm, insanın zaman ve mekânıyla beraber metalaştığı bir sistemdir. (Meta, kâr maksadıyla alınıp satılan mal demek.) Mekânın temeli olan toprak, kolaylıkla alınıp satılan bir meta değildi. (Kızılderililer, kendilerinden zorla arazi almak isteyen beyazlara şöyle diyorlardı: “Topraklarımız bizim annemiz ve kardeşimizdir. İnsan hiç annesini satar

mı?”) Osmanlı sisteminde her ailenin bir çift öküzle sürülebilecek miktarda toprağı vardı. Bu toprak satılamaz, bölünemez, başkasına devredilemezdi. Dolayısıyla, mekânı metalaştırma, girişimcinin gücü dahilinde değildi.

Köy kapitalizmi

Toprağın yaygın biçimde metalaşması ilk olarak İngiltere’de gerçekleşti. Gelişen ve büyük kazanç getiren yünlü kumaş ticareti için daha fazla yüne ihtiyaç duyan tüccar, yoksul köylülerin toprağını ele geçirip çitleyerek (“enclosure”) mera haline getirdi ve böylece daha fazla koyun beslenir oldu. Kapitalizm, sanayiden önce tarımda gerçekleşti.

Köy kapitalizmi, mekânın metalaşmasıydı. Şehir kapitalizmi zamanı metalaştırdı. Bir insanın zamanını başkasına satması olan işçilik, kadîm devirlerden beri bilinen bir olguydu. Fakat bir toplumun küçük bir azınlık dışındaki bütün bireylerinin üretim ve kazanç araçlarından koparılıp, sadece o azınlık için çalışmaya mecbur edilmesi, yani toplumun topyekûn işçileşmesi kapitalizme özgü, yepyeni bir durumdur.

Toplumun çok büyük bir bölümünü kazanç araçlarından ayırıp işçileştiren, fakat gene de onlara her zaman iş veremeyen kapitalist sistemde girişimciler genelde önce üretimden, sonra ticaretten, daha sonra da finanstan para kazanmaya yönelirler. Üretim ve ticaret aşamalarında girişimciler akılcıdırlar (rasyonel). Fakat finansal kazanç aşamasında akılcılık dozu azalır ve “hayvanî ruhlar” sisteme hâkim olmaya başlar.

Kapitalizmi meşrulaştırmaya, onu ideal toplum sistemi olarak göstermeye çalışan liberal iktisat teorisinin ana varsayımı “akılcı ekonomik insan”dır. Yani insan akıllı, rasyonel, hesabını kitabını bilen bir varlıktır. Girişimci, bir fabrika kurmak istediği zaman kılı kırk yarar, ne kadar sermaye yatıracağını, bunun ne zaman (ve ne kadar) kazanç getirmeye başlayacağını ince ince hesaplar. Fakat kapitalizmin ileri aşamalarında ne tüketicilerin rasyonel, aklıbaşında davranışlarından söz edebiliyoruz, ne de finansal spekülatörlerin.

Kriz daha başlamadı

Keynes yıllar önce uyarmıştı: Finans piyasaları genişleyince, buralara rasyonel ekonomik insanlar değil, hayvanî ruhlar (“animal spirits”) yön vermeye başlar. Sürekli kazanacakları vehmiyle hareket eden bu insanlar çılgınca yatırımlara yönelirler.

Fakat finansal krizleri bu gibi denetimsiz “hayvan herifler” başlatsa da, derinleştirenler akıllı, erdemli insanlardır. Kriz söylemi yaygınlaşmaya başlayınca, bir yandan ortalama yurttaş “gelecekte gelirim azalabilir veya hatta işsiz kalabilirim” endişesiyle cari giderini kısar, böylece tasarrufunu arttırır. Ekonominin normal işlediği zamanlarda bunu yapsalar,  bu tasarruflar kaynak arayan girişimcilerin elinde hemen yatırıma dönüşürdü. Tasarruf miktarı artacağından, faizler düşer, böylece girişimciler yatırım için bol ve ucuz finans kaynağı temin etmiş olurlardı.

Fakat krizin kokusunu alan sadece sıradan yurttaşlar değil, aynı zamanda ve belki daha ileri derecede girişimcilerdir. Onlar da kriz beklentisiyle yatırımlarını kısma yoluna giderler. Yatırımlar kısılınca işsizlik artar, ücretler düşer. Baştaki meselin de gösterdiği gibi, gelirler azalır. Azalan gelirden tasarruf etme imkanı da azalır.

Özetle, akıllı yurttaşlarla akıllı girişimcilerin akıllıca davranışları “belki de olmayabilecek” bir krize

 yol açmış olur.

Yani kolay atlatılabilecek bir krizi böylece el birliği ile derinleştirir; kalıcı hale getiririz.

2008’de ABD’den başlayıp bütün dünyayı etkileyen kriz, bu bakımdan bir öncü sarsıntı sayılabilir. Dünya ekonomisi akıl almaz derecede finansallaşmıştır. Ülkeden ülkeye bir günlük para işlem hacmi 3.5 trilyon dolara ulaşmışken, bunun ancak 30-35 milyar dolarlık minnacık bir kısmı reel işlemlerle irtibatlıdır.

Sistem içi restorasyon

Diyelim ki Türkiye’den bir takım şirketler Amerikalılara kumaş, Almanlara zeytinyağı, vs. satıyor; diğer bazı şirketler de Amerikalılardan uçak, Almanlardan otomobil, Japonlardan elektronik eşya alıyor. İşte bu tür reel (içinde gerçek bir mal veya hizmet alım satımı olan) işlemler günde 30-35 milyar dolara ulaşıyor. Buna karşılık, döviz, hisse senedi, tahvil-bono ve future piyasalarındaki alış satışların günlük hacmi 3-3.5 trilyon dolar arasında seyrediyor. Sermaye bir anlamda artık tamamen finans sermayesine dönüşmüş bulunuyor. Bu bakımdan, kapitalist sistemin asıl krizi henüz başlamış sayılmaz. Üretim, ticaret ve finans tektonik tabakaları arasında öylesine enerji birikmiştir ki, fay hatlarının her an çatlaması beklenebilir.

Sosyal sistemler kriz uğraklarından geçerken, dört bir yandan “kurtarıcılar” zuhur eder. Kurtarıcıların kimi sistem-içi restorasyon önerirken, kimi sistemin iflas ettiğini; alternatif bir yapılanmaya geçmeden “kurtuluşun” muhal olduğunu söyler. Alternatiflerin bir kısmı salt akılcı, bir kısmı mistik, bir kısmı da romantik olur.

Bir alternatif var mı?

Küresel finans krizi etkisini göstermeye başlayınca, sistem-içi restorasyon yeni-Keynesçilik tarzında sesini yükseltmeye başladı. Görünmeyen el görevini yapamayınca, görünen el (Devlet) devreye girmeliydi! Sistem muhaliflerinden bir kısmı Marks’a sarıldılar; bir kısmı İslamiyet veya başka bir dine. Marksçılık, mülkiyetçiliğe son vermek suretiyle problemi kâğıt üzerinde çözme girişimiydi. Bu yaklaşımla kurulan sosyalist düzenler, mülkiyet üzerindeki egemenliği ekonomik bir sınıftan alıp, politik bir sınıfa verdiler.

Başta İslamiyet olmak üzere dünya dinleri ise temelde herhangi bir tarihsel sistemin problemlerini çözmeye değil; insanoğlunu, bu dünya hayatını aşan ebedi bir kurtuluşa erdirmeye taliptir. Din, cenneti şimdi ve burada gerçekleştirme “projesi” değildir. Müslüman kalarak kapitalist bir sisteme daha iyi işlerlik kazandırmak veya Budist ilkelere bağlı iken daha üretken bir kapitalist yapı kurmak söz konusu edilemez.

‘Ötesini söylemeyeceğim’

Dünyayı kapitalistleştirme (Medenileştirme/Modernleştirme) süreci 20. yüzyılda hızlandı. Merkezdeki kapitalist yapılarla bütünleşen her ülkenin bir “Küçük Amerika” olabileceği vehmi doğdu. Yeni ekonomik sistemin mahiyetine akıl erdiremeyen çoğu din adamlarının bile “medenileşmeye” can attıkları bu ortamda, direnebilenler galiba sadece şairler oldu. Sezai Karakoç “Ötesini Söylemeyeceğim” başlıklı şiirini yazdığında 20 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yıl 1953’tü; modernleşme teorileri üniversite hocaları tarafından birer amentü gibi ezberletiliyordu. Şiirin kahramanı on yaşındaki Tunuslu çocuk Fransız medeni adama meydan okuyor, özellikle de kirli çamaşırlarını tahta döşemelerin üzerinde bırakmamasını istiyordu. Bunun ne zararı olabilirdi?

Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem. Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir.

İster Müslüman, ister Budist veya Taocu olalım, kapitalizme alternatif sunmak istiyorsak, önce kapitalist Batılının evimizde terk ettiği kirli gömleğini giymeme basiretini ve ruh yüceliğini göstermemiz gerek. Biz de onlar gibi bir “dünya cenneti” peşindeysek (mesela Çinliler öyle görünüyor!), dünyayı daha da yaşanmaz hale getirebiliriz.

STAR

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum