1. YAZARLAR

  2. Sibel Eraslan

  3. Kadınların Örtünme Ajandası’nda neler var?
Sibel Eraslan

Sibel Eraslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Kadınların Örtünme Ajandası’nda neler var?

06 Eylül 2010 Pazartesi 01:13A+A-

Kimseye dokundurtmayacağımız, kimseye el sürdürtmeyeceğimiz kişisel haklarımızdan, onurumuzdan söz ediyoruz… İnsan teki olarak her birimiz biricik ve vazgeçilmez’iz.

Peki öyleyse niçin bazı insanlara dokunmak, onları işaret ederek konuşmak, niçin diğerlerine nazaran daha kolay?
Başörtülü kadınlar ve kızlar olarak, özelde 1968'den beri çeşitli kamusal kısıtlamalarla karşı karşıyayız. Fakat genelde ''tesettür tartışmalarının ve cezalandırmalarının'' İstiklal Mahkemelerinden beri devam ettiğini de bilmekteyiz. İskilipli Atıf Efendi gibi niceleri, tesettürsüzlüğü batıl ve batıla benzeyen olarak kabul ettiklerinden dolayı, tutuklandılar, idam edildiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında yolları kesilerek çarşafları hakarete uğratılan pek çok kadın, evlerine girip, ayakkabı ve feracelerini yakınlarına bağışladılar. Ve bir daha ölünceye kadar da evlerinden dışarı çıkmadılar. Bunların hepsi bizim ülkemizde yaşandı.
1968 yılında İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan'ın okula örtülü olarak girme kararıyla beraber, yeniden fırtına kopuyor, Babacan fakülte yönetimince cezalandırılınca da öğrenci boykotları başlıyordu.
1972 yılında Av.Emine Aykenar İstanbul Barosu'ndan tesettürlü olduğu gerekçesiyle atılıyordu. 70'lerde tesettürün sembol ismi, Şule Yüksel Şenler, bütün Anadolu'yu adeta karış karış gezerek İslami bilinç konferanslarıyla, tesettürü, modern hayatı yaşayanlara bir kez daha hatırlatıyordu. Şahsen konferanslara gittiğim hemen her kentte, Şule Hanım'ın konferanslarından etkilenerek Kur'an'a yönelmiş, tesettür kararı vermiş yüzlerce kadınla tanışmışımdır.
1968 yılından 80'lere kadar geçen süreçteyse, tesettür, üniversitelerde sorun olarak hissedilmemiştir. Zira bu ara dönemde, tesettürle derslere devam eden üniversite öğrencisi yoktur. Bununla birlikte, 1982'den sonra yeni bir tesettür tartışması başlayacaktır. Zira tesettürle derslere devam etmek isteyen yeni kızlar, sayıları az olmakla birlikte basın tarafından dikkatle takip edilmektedir. Bu tartışmalar Prof.Doğramacı tarafından icad edilen “türban” çözümüyle geçiştirilir. YÖK kararıyla 1985’te “başörtüsü” yasaklanır, onun yerine bone şeklinde arkadan bağlanan “türban” çizgi resim ve krokiler şeklinde üniversite amfilerinin girişlerine talimat olarak asılır. O dönemde Bakan eşi olan Nahide Karaevli de başını bu şekilde örtmektedir.
1986 yılında üniversiteye giden tesettürlü kızlara, medyanın ''E.T''ler, ''Penguenler'', ''Ninjalar'' diye başlık attıklarını da hatırlıyorum.
Bu, sanki yepyeni bir durum gibi algılanıyordu. Gazete başlıkları bile ya bir uzaylıyı (extra terra) dünya dışılığı, ya da her gün karşılaşma imkanınız olmayan bir kutup canlısını (penguen) veya uzak mistik hayali kahramanları (ninja) imge olarak seçiyordu. Halbuki bu kızlar buralıydı, uzaydan veya dışarıdan gelmemişlerdi. Milletin değerleri arasında olan tesettür, basında hiçbir zaman bulamayacağı desteği, halkın kalbinde her zaman bulmuştur.. Ramazan’da Anadolu’nun çeşitli yerlerinden İstanbul camilerini otobüslerle ziyarete gelen teyzeler, Sultanahmet Camii’nden sonra Beyazıt’a uğrar ve bizim imza kampanyamıza katılarak imza verirlerdi…
1987 yılındaki başörtü yasağı 6 ay kadar sürdükten sonra öğrenci affı ve kurtarma vizeleriyle geçiştirildi. Fakat 1987’den sonrasında başörtülü öğrencilerin sayısında gözle fark edilir bir artış olmaya başlamıştı. Bu kızlar, herkesin rahatını kaçırıyordu adeta. Yasaklar geldikçe direniş arttı, direniş arttıkça kâh yasaklar kırıldı kâh yasaklar genişledi…
1991 yılında Anayasa Mahkemesi üniversitelerde kılık kıyafet serbestisi sağlayacak kanun metnini Kenan Evren istemli dava çerçevesinde iptal etti. Bu iptal kararı başörtüsü yasağı kararını içermiyordu, zaten Anayasa Mahkemesi eğitim gibi temel bir insan hakkını kısıtlayacak yetkiye sahip de değildi. Fakat bu yasayı iptal etmesi ve gerekçede kullandığı argümanlarla adeta yeniden hukuk tanzim etti. Anayasa Mahkemesi, 1991’de, Yasama’nın yerine geçerek, halk egemenliği kavramını ilga etti…
28 Şubat 1997 yılında yaşadığımız post modern darbe, örtü yasaklarını sistemik ve sistematik hale getirdi. Hatta Medine Bircan isimli bir teyze, sırf örtülü olduğu için diyaliz makinesine sokulmadı ve sedyede can verdi. Tesettürlü veliler, çocuklarını almak için ilkokulların bahçelerine bile giremedi. 13 yaşlarındaki imam hatip öğrencilerinin ellerine kelepçeler vuruldu. Doç. Dr. Sevgi Kurtulmuş ve Doç. Dr. Alev Erkilet, sadece başörtülü oldukları için öğretim üyesi oldukları üniversitelerden atıldılar.
2 Mayıs 1998’de yasal ve legal seçim kampanyaları eşliğinde milletvekili seçilen Merve Kavakçı, örtülü olduğu gerekçesiyle önce Meclis’ten, ardından vatandaşlıktan atıldı. “Bu kadına haddini bildirin” talimatını veren ise ne yazık ki bir Başbakandı…
2002 yılında İstanbul Hukuk Bürosu’nda yaptığımız araştırmaya göre; 30 bin civarındaki dava, mahkemeleri, tesettür yasakları bağlamında işgal etmekteydi. Yine aynı yıl başörtüsü yüzünden ülkemizde okuyamadığı için yurt dışına çıkmak zorunda kalmış 4500 civarında kız öğrenci vardı...
Bu noktada hak ve hürriyetler söz konusu edildiğinde “ifade hürriyeti” kavramının anlam ve içerik olarak altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira ifade kabiliyetinden yoksun, konuşturulamayan ve dışa vurulamayan şey’lerin, var olduğundan bahsetmenin de bir anlamı yok. Yaşama ve düşünme özgürlüğünden bahsedebilmemiz için öncelikle var olmak gerekiyor. Varlığımızın en büyük delili de halen “söz”… Hak arama mücadelemiz elbette devam edecek… Bu kısa ajandayı arasıra hatırlamakta bu yüzden fayda var…

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT