1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. İslami İlimler Böyle Bir Dille mi Talim Edilir?
İslami İlimler Böyle Bir Dille mi Talim Edilir?

İslami İlimler Böyle Bir Dille mi Talim Edilir?

Yazısında Kur’an konulu çalışma ve tefsir faaliyetlerinde özellikle de “akademik camia”da karşılaşılan dil sorunlarını gündemleştiren Faruk Beşer, verdiği somut örnekler üzerinden özgün kavramlara yaslanmanın önemine dikkat çekiyor.

15 Aralık 2017 Cuma 12:27A+A-

Faruk Beşer’in bugünkü Yeni Şafak’ta (15 Aralık 2017) yer verilen yazısını ilginize sunuyoruz:

‘Kuran Pasajlarının ve Hadis Varyantlarının Kognitif Hermeneutiğine Giriş’

İki hafta önce İlim Yayma Vakfı’nın desteği ve teşvikinde, faaliyetlerine ‘Tefsir Akademisi’ adını veren genç tefsirci arkadaşlarımızın düzenlediği uluslararası bir sempozyuma katıldım. Bütün dünyada yapılan ve yapılmakta olan tefsir tezlerini tartıştılar, biz de iftiharla izledik. Tarafları tebrik ediyorum.

Bu vesile ile uzun zamandır yazsam diye düşündüğüm bir mesele orada tekrar gündemime geldi. Bu başarıya halel vermeyecek şekilde bu yaygın meseleye de değinmek istiyorum. Aslında söze belki de ‘Tefsir Akademisi’ tamlamasından başlamamız lazım, acaba bu iki kelime birbiriyle anlaşabilirler mi diye? Ama bunu bırakalım.

Sevdiğim bir tefsir Profesörü arkadaşım sempozyumdaki sunumuna şuna benzer bir cümle ile başlayınca bana biraz giran geldi: ‘Kuran ilk vahyedildiğinde kognitif bir mesele olarak özne ile özne arasındaki bir iletişimdi. Sonrasında ise özne ile süje arasında bir iletişime dönüştü…’ ve arkadaşım konuşmasına bu minval üzere devam etti. Böyle bir dili İslamî ilimlerde ihtisas yapmış daha pek çok arkadaşımız da kullanıyor. Biz yapamayız ama birilerinin bunun ‘psikoanalizini’ yapmasında yarar var.

Eğer bir tefsirci vahyi ve tefsiri böyle sunarsa, Kuranıkerim’deki teşbihlere metafor, ayetlere pasajlar derse, hermenötik, tarihsellik, tarihselcilik gibi kavramları merkeze alırsa o olsa olsa Kuranıkerim’i anlaşılmak zorunda olan bir nesne, beşer sözü olan bir metin olarak görüyor demektir.

Kelamcımız Kelam ilminden söz ederken meramını teolojik ekoller, inanç, kongnitif, metafizik, yazgı gibi kavramlarla anlatırlarsa imanı ve İslam’ı değil, sadece Batının anladığı inancı ve religion’ı anlatmış olur.

Fıkıhçı arkadaşımız İcma yerine konsensus, mezhep yerine ekol, hukuk ekolü, içtihatlar bütünü yerine doktrin derse, normatif düzenleme, kodifikasyon diye anlatmaya başlarsa, o fıkıh diye olsa olsa J. Schacht’ın anladığı İslam Hukukunu anlar, yani fakih olamaz.

Hadisçimiz rivayet yerine varyant derse o zaman Sünneti ve hadisi değil, tradition, apokrif, living  tradition gibi mefhumları anlatmış olur.

Tabii ki, bu kavramlar hiçbir surette kullanılmamalı demek istemiyoruz. Bir karşılaştırma yaptığınızda, ya da bir alıntı yaptığınızda var olan her kavramı kullanmak zorunda kalabilirsiniz. Ama kendi düşüncenizi kendi kavramlarınızdan başkasıyla anlatamazsınız demek istiyoruz.

Bilgi, kültür ve beyan konularındaki okumalarımdan şu ana kadar edindiğim aciz ve muhtemeldir ki eksik tecrübem şudur: Hiçbir düşünce, hiçbir kültür ve medeniyet, özellikle de hiçbir din kendisini kendinin olmayan kavramlarla tam ve olduğu gibi ifade edemez. Bu mesele hayati/varoluşsal bir meseledir. Siz düşünce olarak, din olarak var iseniz kendi kavramlarınızla varsınız, ya da var olabilirsiniz. Aksi takdirde siz ‘siz’ olamazsınız. Sadece var olduğunu zanneden ve ancak başkalarının gölgesi olarak, mecazen var olan bir ‘siz’ olursunuz.

Günümüzde İslam Filozofu diyebileceğimiz üç beş düşünürden biri olan Taha Abdurrahman, yıllar önce okuduğum ‘Rûhu’l-hadâse / Modernliğin ruhu’ adlı kitabında, aklımda kalan kadarıyla, müslümanca düşünmenin ancak özgün kavramlarla olabileceğini uzun uzadıya anlatır ve şu sonuca varır: Eğer düşüncenizi bugünkü mevcut kavramlarınızla anlatamıyorsanız o zaman iki şeyi yapmak zorundasınız: Ya, aslında varolan, ama düşüncenin sekteye uğraması sebebiyle ölü hale gelen kavramlarınızı yeniden ihya edeceksiniz, ya da onların da yetersiz kaldığı durumlarda yenilerini inşa edeceksiniz. Bu da ancak bilgi ve düşünce üretmenizle mümkün olabilir.

Biz her yönlü çok büyük bir mağlubiyet yaşadığımız için dil konusunda da galipleri taklit etmeyi marifet sayıyoruz. Çünkü mağluplar galipleri taklit ederler. Buna bağlı olarak bu taklidin ikinci bir sebebi de bugün bizim çoğu akademisyenimizin dinimizi bile Batıdan ve oradaki müsteşriklerden öğrenmiş olmalarıdır. Köklerimize inebilme becerisini edinemememizdir. Bu belki bir yere kadar gerekli idi. Çünkü dini tanıyabilmemiz için dünyayı tanımamız gerekiyordu ve Batıyı tanımayan ilim adamlarımız da dünyayı tanımakta zorluk çekiyorlardı. Ama tamamen Batı algısı ile bir din oluşmaya ve oluşturmaya başladıktan sonra kendimizi unuttuk, dini başkalarının kavramlarıyla yeniden inşa etmeye başladık. İslam’daki Kader anlayışını bile Montgomery Watt’an öğrenmeye kalkışınca kaderi inkâr eder olduk. Tarık Buğra’nın dediği gibi: Ona hakikat yerine gerçek dersek ne kaybetmiş oluruz? Diye sormuşlar; hakikati kaybetmiş oluruz demiş.

Başlamışken bu konuyla ilgili birkaç kelam daha edeceğiz inşallah.

HABERE YORUM KAT

5 Yorum