1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. İslam’ı Hayatın Her Şeyi Yapmak: Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler
İslam’ı Hayatın Her Şeyi Yapmak: Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler

İslam’ı Hayatın Her Şeyi Yapmak: Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler

Ahmet Kerim Artuk, Türkiye’de İslamcı külliyatın önemli eserlerinden olan “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” kitabını Haksöz-Haber okurları için değerlendirdi.

16 Mayıs 2020 Cumartesi 15:24A+A-

AHMET KERİM ARTUK / HAKSÖZ-HABER

İnsanlığın en büyük sorunu nedir?

Aylardır dünyayı kasıp kavuran, yüz milyonlarca insanı evine hapseden virüs salgınını göz önünde bulunduran bazı kimseler, bu soruya pek düşünmeden ‘Covid-19’ yanıtını vereceklerdir. Bu çok aktüel ve aceleci cevabın üzerine biraz gidildiği zaman, salgının kendinden menkul bir musibet olmadığı, belli bir kültüre ait beslenme alışkanlıklarından, lokal ihmallerden, tedbirsizlikten, küresel insan sirkülasyonunun devasa oranlarda seyretmesinden vb. başka nedenlerden kaynaklandığı görülecektir. Yine virüsün sebep olduğu ekonomik ve ruhsal buhranın insanların hayatı anlamlandırmadaki sığlığından ve kapitalist ekonomik sistemin zaaflarından neşet ettiği fark edilecektir.  Benzer şekilde eş zamanlı olarak dünya genelinde korona virüsten ölen her 1 kişiye karşılık açlıktan 10 kişinin öldüğünü göz önünde bulundurduğumuzda, ‘virüs’ yanıtının bir miktar bencil ve popülist olduğu göze çarpacaktır. Salgından en ciddi oranda etkilenen ülkeler başından beri tedavi ve aşı çalışmaları için birbirleriyle yarışırlarken, bu devletlerin kimyasal silahlarla katledilen, açlıktan, işkenceden, zulümden can çekişen insanlar için kıllarını kıpırdatmadıkları, aksine saydığımız durumlara bizzat meydan verdikleri de bilindik bir vakıadır.

Hal böyleyken, ‘insanın en büyük sorununu’ bulmak gibi iddialı bir işe giriştiğimizde, gündelik cevaplardan ziyade, aktüel meselelere de sebebiyet veren çok daha kapsayıcı ve üst problemleri tespit etme yükümlülüğümüz doğar. Ve bu problemlerin temelinde de ‘düşünme’ sorunu yatmaktadır. Evet, insanlığın bütün sıkıntılarının temelinde sahip olduğu ‘kafa yapısı’ olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama şu halde yeni bir soruyla karşı karşıyayız: hangi kafa yapısı?

Rasim Özdenören’in ilk baskısını yaptığı 1985 yılından bu yana dikkatle okunan, İslam düşüncesinin çağdaş bir manifestosu niteliğindeki eseri ‘Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’ sözünü ettiğimiz kafa yapısı ve düşünme pratiklerini İslam ve Batı düşüncesi çerçevesinde etraflıca tartışarak okurlarına tutarlı bir perspektif sunuyor. İnsanın toplumsal hayatı gibi düşünsel hayatının da karmaşa içerdiği modern dünyada ‘Müslümanca düşünme’nin imkan ve yöntemlerini tespit ediyor.

Kitabın ilk bölümünde yazar, insanın her neyi put edindiyse onun problem olarak karşısına çıktığına değiniyor. Konfor, bireycilik, bilim, para, teknoloji gibi çağdaş putların Batılı insanın günlük yaşamındaki tezahürlerine yönelik bir panorama sunuluyor ve bu yönleriyle Batı'ya öykünen Müslümanların çelişkilerine dikkat çekiliyor.

Batılı insanın maskesini kaldırdığı takdirde şaşaalı değil, şaşkın ve acınası bir hayata sahip olduğunun anlaşılacağını belirten yazar, teknolojik ‘zımbırtı’ları yalnızlaşan ve yabancılaşan insanın ‘kendine yeter’ hale gelme çabasının bir ürünü olarak ele alıyor. Böylece yabancılaşma, bireyciliğin de kapısını aralamış oluyor. Kendi başına bir kötülük aracı olmamasına rağmen teknolojinin insanlarda yetinme duygusu yerine edinme dürtüsünü kamçıladığını, kendini teknolojik ve bilimsel gelişmeler karşısında aciz hisseden insanın böylelikle onlara tanrısal bir güç atfettiğini, hatta kulluk ettiğini belirtiyor Özdenören.

Her şeyin bir meta olarak algılandığı, menfaatle irtibatlandırıldığı bu çağda artık insanlara ‘Allah rızası’ndan bahsederek bir ricada bulunmanın giderek imkansızlaştığının, Batı uygarlığına has istifçi tüketim temayülünün tüm dünyada yaygınlık kazandığının altını çizen yazar, şu önemli paragrafla hem ekonomik hem kültürel her alan için geçerli bir tespitte bulunuyor:

Batı uygarlığını teorik olarak reddetmek, eğer aynı uygarlığın davranış kalıplarını günlük hayatımızda uyguluyorsak, pek bir önem taşımayacaktır. Çünkü davranış kalıplarımızda ve gündelik hayatımızda uyguladığımız tüketim alışkanlıklarımız, bizi, istemesek de, aynı uygarlık dairesinin içine itmeye yetecektir.’

Müslümanların handikaplarının başında İslam’ı anlama noktasında taşıdıkları zaafın geldiğini düşünen Özdenören, Batı uygarlığının zihin yapısını benimseyerek insanı ve dünyayı bu zaviyeden algılayan Müslümanların din tasavvurlarının da Batı’nın dini anladığı şekliyle oluştuğunu, bunun da tıpkı Hristiyanlıktaki gibi dini hayatın dışına itip profanlaştırdığını, hukuki ve toplumsal alana söz söylemeyen bir din algısına yol açtığını belirtiyor.

Günümüz Müslümanlarının azımsanmayacak bir kısmı, bir yandan Allah’a inandığını söylerken diğer yandan kendisini kuşatan iktisadi, idari, sosyolojik, kültürel vs. putları da farkında olmadan inancına ve bakış açısına eklemliyor. Böylelikle, söz gelimi domuz etinin haram olmasını bilimsel gerekçelerle açıklamaya çalışmak şeklinde karikatürize edebileceğimiz absürt bir keşmekeş meydana geliyor:

Bugün cari bulunan bilimsel zihniyeti esas kabul edip bu zihniyetle dine bakmak yerine, fenne, ahlaka her şeye dinin bize kazandırdığı zihniyetle bakmak ve bu bakışı hakim kılmak başlıca görevimiz sayılmalı.’

Tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle zirveye ulaşan paradigma değişiminde Müslümanlar, kendi dışlarında oluşan ve gelişen İslam dışı düzene boyun eğmek durumunda/zorunda kaldılar. Bir zaman sonra, mevcut durumun tarihsel kökenini unutarak içinde bulundukları düzlemi tabii görmeye başladılar. Bu durum, kitapta da sıkça vurgulanan ‘İslam’ın hasıl etmediği bir neticenin üstesinden İslam’ın gelmesini bekleme’ ye sebebiyet verdi. Sözgelimi laiklik, demokrasi, kadın hakları, bilim-din ilişkisi gibi Batı’nın kendi tarihsel süreci içinde bir anlam ifade eden kavram ve olgular, İslam’ın muhatap alması hatta benimsemesi gereken mevzularmış gibi algılandı. Oysa İslam açısından bu meselelerin kapsamı daha Batı’da gündeme gelmeden asırlar öncesinde bir hükme bağlanmıştı.    

Kitapta dikkat çeken bir diğer vurgu yazarın ‘Ebu Talip kompleksi’ olarak kavramsallaştırdığı durumdur. Ebu Talip bir yandan Peygamberimizin (s)  getirdiği dinin doğru olduğunu kabul ederken, öte yandan atalarının dininden dönmemek adına kelime-i şehadet getirmekten kaçınmıştı. Günümüz Müslümanlarının bazısının da benzer bir tavra sahip olduğunu savunan yazar, Allah’ın birliğini kabul eden bu kimselerin iş teslim olmaya gelince atalar dini yerine konumlandırdığı ilmi safsatalara, ‘çağdaş’ değerlere, materyalist şartlanmalara ihanet etmemek için itaat ve teslimiyetten kaçındıklarını söylüyor.

Namazına titizlik gösteren Müslüman bir esnaftan insanların hakkaniyet beklentisi, diğer tacirlere nazaran daha fazladır. Bu örnekten hareketle yazar, İslam’daki kuram- eylem ayrışmazlığını vurguluyor ve diğer hiçbir din ve dünya görüşünde bu denli bir iç içeliğin söz konusu olmadığını belirtiyor. İbadetlerini kendisi için, kendi nefsini kurtarmak için yapan insanın, Allah için, O’nun rızası için her türlü zulüm ve adaletsizlikle, küfür ve taşkınlıkla mücadele etmesi gerekiyor. İnsanı bu irtifaya getirmeyen bir ibadetin bilinçli bir şekilde yapılmış sayılmayacağı da yazarın görüşleri arasında. 

‘Kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalınabilir mi?’ sorusu üzerinden mühim konulara temas eden Özdenören, Asr-ı Saadet örneğini vererek ilk Müslümanların içinde yaşadıkları ‘kötü dünya’dan ötürü ye’se kapılıp sinmedikleri, tam aksine bu kötülüklerle mücadele etmeyi hayatlarının biricik gayesi edindiklerini belirtiyor. Günümüzde değil bu mücadeleyi vermek, yaşadığı dünyanın ‘kötü’ olduğunun dahi farkında olmayan Müslümanların var olduğuna dikkat çeken yazar, yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot’tan farklı olarak Müslümanların ne yaptığının bilincinde olması gerektiğini söylüyor ve ekliyor:

Dünyanın bizi yaşamaya zorladığı hayatı kaale almadan, Müslümanlar kendileri için İslam’ın öngördüğü hayatı bir Don Kişot saffetiyle yaşamalıdır. Böyle bir hayat tarzı mevcut kültürün bir unsuru, bir rüknü olarak yaşayanlar için biraz delilik, biraz kaçıklık olarak görülse bile.’

İslam’ı kabullenmekle Müslüman olmak arasındaki farkın kapanması, kişinin İslam’ı hayatının her şeyi kılması ile mümkündür. Ele aldığımız ‘Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’ adlı kitap, söz ettiğimiz farkın kapanması için yazılmış denemelerden oluşuyor. Müslümanlar, kafa yapılarını modern, batıl, müşrik, Batıcı, materyalist, dünyevi paradigmalar yerine İslam’ın ilahi ilke ve hükümlerine göre inşa ettikleri takdirde Müslümanca düşünmeye başlayacaklar, bunun neticesinde de yeryüzünde Allah’ın rızasını arayan, kulluğu yalnızca O’na ihdas eden, vahye tanıklıkla birleşen bir ömür süreceklerdir. Duamız ve gayemiz böyle kimseler olmaktan ibarettir.

 

 

HABERE YORUM KAT

10 Yorum