1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. İslamı Anlamanın Ölçüleri
İslamı Anlamanın Ölçüleri

İslamı Anlamanın Ölçüleri

Müslüman bu dünyada lüks ve refah içinde yaşamak için yaratılmamıştır. Onun hedefi ‘Allah’ın kendisine verdiği her imkânla ahireti aramak olmalıdır’. Esas olan ahlaktır, yani dinin yaşanmasıdır.

21 Temmuz 2019 Pazar 19:59A+A-

Faruk BeşerYeni Şafak gazetesindeki yazısında dini anlamanın ölçülerini sıralamış:

Geçen hafta Konya’da idik. Birkaç sanayici arkadaş (Mustafa Koruyucu, Hüseyin Gökalp, Yusuf Akay), mademki Allah bize kazandırıyor, biz de kazandıklarımızın bir kısmıyla O’nun dinine hizmet edelim diye Rihle adıyla bir ilmi faaliyet başlatmışlar.

Çoğunluğu İlahiyatlı olan üç yüz elli kadar vasıflı öğrenci seçip Türkiye’nin, hatta İslam dünyasının her tarafından davet ettikleri hocalarla yoğun dersler yapıyorlar. Katılan öğrenciler, düzenli devam şartının dışında hiçbir ücret ödemiyor. Bu hizmeti üstlenen arkadaşlarımız da değme ilahiyatçılara taş çıkaracak kadar Arapça biliyorlar ve öğrenciler için yaptıkları bu faaliyetin ötesinde kendileri de ileri okumalar yapıyorlar. Mesela o sırada kendi aralarında Kasımî’nin ‘Kavaidü’t tahdis’ini müzakere ettiklerini gördüm. Fakirden de öğrencilerle usulü fıkıh olarak ‘Varakat’ı okutmamı istediler. Zamanım sınırlı olduğu için bitiremedik ama dersler esnasında öğrencilere İslam’ı anlamanın bazı temel prensiplerinden de söz ettim. Bu prensipler bendenizin ilmi hayatım boyunca öğrendiğim ve y çoğuna azılarımda zaman zaman değindiğim önemli kurallardır. Elbette bir başka açıdan bakanlar daha değişik tespitlerde bulunabilir. Bu da iki şeyi anlatır; benim söylediklerim böyle kaidelerin tamamı değildir. Zamana ve şartlara göre daha önemlileri de olabilir. Ama ben yine de düşündüklerimi belki birkaç yazı ile söylemeliyim. Buyurun:

İslam’ımızı kendi dinimiz kılmalıyız

Her Müslüman imanını ve İslam’ını atalarının dini olmaktan çıkarıp kendi dini kılacak kadar öğrenmelidir. Bilindiği gibi Kuranıkerim birden çok ayette, ‘neden böyle inanıyorsunuz’ dendiğinde, biz atalarımızı böyle bulduk, diyenleri kınar. Demek ki, körü körüne inanmak, anlamadan yaşamak olmaz. Bunun bir anlamı da imanın ‘tahkik’ düzeyine çıkarılmasıdır. Her vasıflı mümin inandıklarının ve yaptıklarının savunmasını yapabilecek kadar dinini bilmeli ve önce kendi ikna olmalıdır. Allah (cc), ‘yaşayanın da bir delille yaşamasını, ölenin de bir delille ölmesini’ ister.

Irkçılık İslam’ın önündeki en büyük engellerden biridir

Irkların bulunması ve herkesin kendi akrabasını daha çok sevmesi bir vakıadır, fıtratın gereğidir. Bunun böyle olması çatışma için değil, bilgi alışverişi (li-tearafû) içindir. Hep bir üst basamağa çıkabilmek için Irkı değil, ırkçılık engelini aşabilmek gerekir. Bunu yapamayanlar İslam’ın evrenselliğini anlayamazlar. Eğer bizim Allah’ın şeriatını bütünüyle savunan bir zenciyi, onun bir hükmüne karşı çıkan öz kardeşimizden kendimize daha yakın hissedemiyorsak İslam’ımız hala cahiliye özellikleri barındırıyor demektir. Hz. Bilal örneği ders almamız için bize Allah’ın özel olarak gösterdiği ilginç bir örnektir.

Fırkacılık anlamanın bir diğer engelidir

İslam’ın cemaat dini olduğunu, ancak fırkaların cemaat sayılmayacağını defalarca söyledik. Cemaat tektir ve Resulüllah’ın sahabeye öğretip yaşattığı iman ve İslam’ı aynen sürdürenlerdir. Birden çok cemaat olmaz. Allah’ın şeriatını şura ölçeğiyle uygulayan, ulemaya bağlı yönetim ulü’l-emrdir ve cemaatin merkezini oluşturur. Böyle bir yönetim yoksa cemaat ulemanın bizzat kendisidir ve bir tek âlimle cemaat olmaz. Ulemanın fırkası ve grubu da olmaz. Müslümanlar belli bir üstattan ya da mürşitten ders alıyor olabilirler. Ama doğru olan ve bütün müslümanları bağlayan kararı ulü’l-emr / ulema verir. Resulüllah Efendimiz fırkaların hepsinin kendilerine uyanları cehenneme davet ettiklerini söyler. Bir oluşumun işte böyle yerilen fırka olduğunu en temel iki göstergesi vardır: 1.Hakikatı sadece biz temsil ediyoruz demeleri, 2.Doğru sadece bizim liderimizin dedikleridir, diye inanmaları. Bu kanaate sahip olan bütün oluşumlar fırkadırlar ve her fırka İslam’ı kendi kalburuyla eleyerek ondan bir şeyler alır, kalanı kendi düşünceleriyle tamamlar. İşte bu durum da İslam’ı doğru anlamanın en büyük engellerinden biridir. Fırkacılık bir adım sonra ideolojiye dönüşmek zorundadır. İdeolojik İslam artık Resulüllah’ın (sa) getirip öğrettiği İslam değildir.

Tek âlim İslam’ı temsil edemez

Resulüllah’tan sonra hiçbir âlim İslam’ın yegâne temsilcisi olmamıştır, olmayacaktır. Onun varisleri, bir âlim değil, ulemadır. Kendisine vahiy gelmeyen hiçbir kimse İslam’ın bütün yönlerini doğru göremez. O halde özellikle ehli ilmin tek kişinin öğrettikleriyle yetinmesi meseleyi doğru anlamamalarına sebep olur. Doğrunun test edilmesi ulemaya danışmakla olur.

Dinde aslolan ahiret yurdudur

Müslüman bu dünyada lüks ve refah içinde yaşamak için yaratılmamıştır. Onun hedefi ‘Allah’ın kendisine verdiği her imkânla ahireti aramak olmalıdır’. Esas olan ahlaktır, yani dinin yaşanmasıdır. Yaşanmayan hiç bir düşünce doğru anlaşılamaz. İbadetsiz, zikirsiz ve tefekkürsüz bir ilim insanın nefsini ilahlaştırmasından ve onun kulu haline getirmekten başka bir işe yaramaz. Bu sebeple bizim ulemamızın şu andaki problemi, bilgisizlikten çok amelsizliktir.

Ancak esas olan ‘ahiret yurdu’ olmakla beraber, Müslümanın bu hedefe ulaşabilmesi dünyaya sahip olmasına, düşmanlarına karşı güçlü olmasına bağlıdır. En büyük güç ilimdir, bilimdir.

Bilindiği gibi İslam’ın sahibi Allah’tır, yegâne kaynak da O’dur. O bu dini bize, Resulüne gönderdiği vahiy ile bildirmiş (Kuranıkerim), bunu önce ona yaşatmış (Sünnet), kendi gözetiminde onun eğittiği bir nesil oluşturmuş (sahabe/cemaat), sonra da âlimler vasıtasıyla kitabının o ilk örnekle anlaşılmasının sürdürülmesini istemiştir (ulema/ulül-emr).

Dinin anlaşılması da fıkıh, tefsir, hadis, kelam, hikmet, ahlak yani tasavvuf olarak halka halka genişlemiştir. Merkezde çekirdek olarak Kuranıkerim vardır ve onun anlaşılmasının ilk halkası Sünnet örneğiyle sahabedir/cemaattir. Eğer biz İslam’ı öğrenmeye en geniş halkalardan başlarsak bu anlamayı tamamlayamayız. Çok geniş bir dairenin çemberini düşünün; bir insan bu çemberde yol alırken İslam’ın ancak üç yüz altmış derecede beş on derecelik bir açısına tekabül eden bir mesafe alabilir ve İslam’ın diğer açılarıyla görülenlerini bilemez, söylenirse yabancı bulur reddeder. O halde öğrenmeye en dar çerçeveden başlayıp, çemberi tamamlamak ve daireyi böylece genişletmek gerekir. Önce sahabe ve sünnet örneğiyle Kuranıkerim’i tanımak gerekir. Fıkıhla, kelamla, tasavvufla, felsefeyle başlayan bir İslam öğrenimi bütüncül olamayacağı gibi, birleştirici değil, parçalayıcı olur. Bunda sadece fıkhı mükellefin fiilleri diye anlarsak öncelikte belki bu kadarını istisna edebiliriz.

İslam’ın Bilgi Kaynağı Tektir ve Bunun Yolu da Usuldür

‘İlim Allah katındandır… O dinini tamamlamıştır’. Dinin birazını Allah (cc), birazını Resulüllah (sa), birazını da ulema tamamlamış değildir. Sünnet Allah’ın gözetimindeki yanlışsız bir anlama ve uygulamadır. Ondan sonraki anlamalarda yanlış olabilir. Ulemanın görevi yanlışsız anlamaya çalışmak, yanlışlar yapılmışsa düzelterek anlama zincirini sürdürmektir. Kıyamete kadar hayatın hiçbir kesitinde bu zincir atlanarak İslam anlaşılamaz. Her şeyin bir usulü olduğu gibi bunu anlamanın da usulü vardır ve bunu İslam Ümmeti ‘usulü fıkıh’ olarak oluşturmuş ve geliştirmiştir. Bu yolla muhteşem bir felsefi düşünce ortaya konmuştur ve Şatıbî’nin dediği gibi, usulde bütün mezhepler ittifak halindedir. Usulü fıkıh, sadece bugün fıkıh denen disiplinin usulü değildir, bütün İslamî ilimlerin, yani bütünüyle İslam’ın usulüdür. Mesela aynı zamanda Sünnetin, Kelam’ın ve Tasavvuf’un, hatta hikmetin/felsefenin de usulüdür. Bu usulden ayrılan her anlama, dinin özünden sapma ile sonuçlanır.

Biz pek çok yolla bilgi edinebiliriz, ama usulü fıkıh miyarıyla onaylanmayan hiçbir bilgi bizi bağlamaz, İslami olarak da görülemez. Rüya, keşif, keramet, ilham, menkıbe gibi bilgiler hep bu kabildendir.Bunlar yok değildir, ama muhkem naslardan ve usulden bağımsız olarak bir kaynak değerleri yoktur. Dine yeni bir şey ekleyemezler.

Bu sebeple usulü fıkıh; anlamanın esaslarını belirleme olması yönüyle İslam’ın yegâne bilgi nazariyesidir.

Hakikat Kişilerle Değil, Kişiler Hakikatle Tanınır

Bir camiaya (cemaate demiyorum, çünkü cemaat İslam’ın merkezidir) müntesip olmak kaçınılmaz olabilir. Ama hedefi kendi camiasını değil, İslam’ı yüceltmek olan hiçbir Müslüman benim grubum, camiam, partim… böyle diyorsa bu böyledir, başkası olamaz diye düşünemez. Düşünürse onun artık İslam’ı doğru anlaması mümkün olamaz, fırkalaşır. Bu söz ilmin kapısı Hz. Ali’nin muhteşem bir sözüdür. ‘Hakikati insanlarla tanıma, önce hakikati tanı ki, insanları onunla tanıyasın’.

Tabbudi Konularda Cumhurdan Ayrılmamak Esastır

Hep söylüyoruz; dinin bir akılla anlaşılamayan boyutu, bir de aklın müdahale edebileceği yönü vardır. Akılla belirlenemeyecek yönüne dinin taabbudi alanı, sabiteleri, diğerine değişkenleri diyoruz. Sabiteler bütün zamanlar ve mekânlar için geçerlidir, onlar akılla değiştirilemezler. Bunu başka bir yazımızda uzunca anlattık. Burada söyleyeceğimiz şudur. Sabite alanda da naslar kesin/muhkem değilse farklı anlamalar olabilir. Böyle bir durumda eğer tabbudi alanda İslam’ın ana damarında, yani Ehli Sünnet ve’l-cemaat yolunda ittifaka yakın bir görüş birliği, sevad-ı azam, manevi tevatür, ya da manevi icma varsa, dini anlatırken ondan ayrılmamak gerekir. İhtiyatlı olan budur. Kişisel kanaat ise insanın elinde olmayan bir şeydir. İkna olmak için, kişisel olarak her türlü akli ve nakli çabayı gösterebiliriz ama bir avamın bize sorması durumunda biz cumhurun kanaatini söyleriz. Mesela, Hz. İsa Allah’a yükseltilmiştir ve inecektir konusunu tartışmayız. Çünkü bunların birisi Kitap’la, diğeri manevi mütevatir sünnetle sabittir. Ama nasıl yükseltilmiştir, nasıl inecektir konuları tartışılabilir. Bununla birlikte cumhur ölmeden yükseltildiğini ve bedenen ineceğini söyler. Bizim ikna olmak için farklı düşünmemiz normaldir, ama fetva verirken biz cumhurun dediğini söylemeliyiz.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum