1. YAZARLAR

  2. Süleyman Seyfi Öğün

  3. İçi boş gündemler
Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün

Yazarın Tüm Yazıları >

İçi boş gündemler

28 Haziran 2008 Cumartesi 02:34A+A-

Kadim zamanlarda insanların özel olarak "gündem" diye bir sorunu olduğunu söylemek zordur. Gündem zaten kuruludur ve gelenek ve göreneklerin örüntülerinde sabitlenmiş vaziyettedir.

Gündem oluşturmak modern bireyin marifetlerinden birisidir. Bu ma'rifet, gelenek ve göreneklerin çözüldüğü modern hayatın kaotik yapısıyla başa gelmek adına geliştirilmiştir. Bunun bir yolu ve yordamı da mevcuttur. Gündem oluşturmak olguların akıl eleğinden geçirilmesiyle başarılır. Bu eleme işi sosyolog Weber'in çok önemsediği bir kavramla söyleyecek olursak "seçmeci yakınlar"(elective affinities) üzerinden yürütülür. Bu suretle "önceliklerin neler olduğu" hesap edilir. Sıralamaya nereden başlayacağımızı, neyi öne alıp, neyi arda koyacağımızı, hatta göreli ya da mutlak olarak ihmal edeceğimizi belirlememizi sağlar.

Ajanda taşıma alışkanlığı da bunun kayda geçmiş, somutlaşmış yüzünü gösterir bizlere. Ajandalar Türklerin hayatına bankaların eşantiyonları olarak girdi. Türkler uzun süre bu eşantiyonları ne yapacaklarını bilemedi. Ajandalar süs niyetine kısa bir süre kullanılır; daha sonra ya bir yerlerde kaybedilir, veya çocukların resim ya da müsvedde defterine dönüşürdü. Bunun nedeni elbette o yıllarda nüfusun kahir ekseriyetinin hâlâ ziraatla geçiniyor olmasıydı. Şimdilerde bilgisayar ya da cep telefonlarının ajanda fonksiyonları mevcut. Ama ne yoğunlukta kullanıldığını bilemiyoruz. Bunlar biz Türkler'in gündem oluşturma kültürünün ne derecede dışında olduğumuza delalet ediyor. Geleneklerin çözüldüğü bir eşikte, olanca traji-komikliği ile kendimize özgü savrukluğu sürdürüp gidiyoruz.

Gündemi belirleyen kim?

Müesses dünyanın her zaman bir gündemi ve öncelikleri olmuştur. Bir bakıma gündem oluşturmanın en eski pratiklerini müesses dünyanın tarihinde bulabiliyoruz. Kamusallık müesses dünyanın "öncelikleri disipline edilmiş" olan boyutunu verir. Kendi meşruluğu içinde işleyen hikmet-i hükumet ilkesi önceliklerin saptanmasında belirleyici bir rol oynar.Modern tarih itibarıyla kamusal dünyanın müesses dünya ile olan tarihsel bağı belki ortadan kalkmadı ama bu bağ bir özdeşlik olmaktan çıktı. Modern dilde kamusal kavramı hem "müesses" hem de "toplumsal"ı eş anlı olarak ifade eden; bununla da kalmayıp iki küre arasındaki gerilimlerin yaşandığı durumları ve mekanları ifade eder hale geldi. Bu aslında "müesses dünyanın öncelikleri" ile" "toplumsal" ve "bireysel" öncelikler arasında krizli ve çatışmalı ilişkiler gelişmesini ifade eder. Politik tarih bir bakıma bu öncelikler savaşının çatışma ve uzlaşma temelli dinamiklerinin tarihidir.

Önceliklerin belli bir gündem disiplini içinde kurgulanması kültürel seçkinlerin işidir. Müesses tarihin mutlak hakim olduğu kadim zamanlarda bu işi "literati" yapardı. Modern dünyada ise göreli özerklikleri ile temayüz eden "entelijensiya" veya "entelektüeller" yapmaya başladı. Kamusal alanlar onların oluşturduğu kültürel kodlar içinde yapılan tartışmalar, mücadeleler, karar alma süreçleri ile donandı.

Öncelikler tartışması belli bir devamlılık gerektirir. Hangi ölçütü esas alırsak alalım modern bakış bir takip fikri üzerine kurulur. Gündem, önceliklerin zaman ve zeminde ısrarlı takibini sağlayan bir etkinlik duygusudur. Modern kamusal tarihte birbiriyle çatışan iki temel öncelikten bahsedebiliriz. Bunlardan ilki politik sağ'ın ısrarlı olarak takipçiliğini yaptığı müesses dünyanın öncelikleri; ikincisi politik sol'un öncülüğünü yaptığı emeği esas alan yeniden dağıtımcı önceliklerdir. Hiç kuşkusuz bu iki ana damar arasında kalan çok sayıda eklektik görüşün mevcudiyetini biliyoruz. Ama burada önemli olan öncelikler mücadelesinin baskın ekonomi-politik niteliğidir.

1980'ler itibarıyla etkilerini alenen yaşamaya başladığımız ve el'an idrak etmekte olduğumuz geç-modernliğe özgü gelişmeler ekonomi-politik temelli gündemleri ve öncelikleri gözden düşürüp, hızla tasfiye etti. Bunda en önemli rolü kapitalizmin, emek-sermaye bağını çözen yeniden yapılanması oynadı. Ekonomi-politik temelli olarak tasarlanmış ve yapılanmış kamusal hayatlar derin bir belirsizliğe gömüldü.

Sağ'ın ve Sol'un değişen ilgi alanı

Bu belirsizlik 1980'lerin sonu ile 1990'ların ortalarına kadar süren büyük bir özgüven tazelemesi doğurdu. Duvar'ın yıkılması, Sovyet sisteminin çökmesi bu süreçlerin göstergeleridir. Bazı kuşkucular ve karamsarlar hariç, entelektüel çevreler kahir ekseriyetle bu belirsizliği bir fırsat algılamasına dönüştürdüler. Bir bakıma kendi ontolojilerinde yaşadıkları, kendilerini de bezdiren bir bunalımı da böylelikle aşabileceklerdi. Dogmatik bir batmışlıktan, tematik bir rahatlamaya ve arınmaya giden bir yoldur bu. Seneler önce bana objektif olarak uzun uzun ülkesindeki politik partilerin ve kişilerin kirli çamaşırlarını anlatan bir İspanyol tanıdığım en sonunda" sizin ünlü hamamlarınız bu kadar kiri yıkayabilir mi?" diye sormaktan kendisini alamamıştı.

Politik sağ'ı bir an için düşünelim: 1980'lerin belirsizliği sağ kültür oluşturucularına , "devlet", "tarih", "aile","mülkiyet", "mukaddes değerler" vb. dogmalar etrafında rutinleşen ve çoğu kanlı militarizmlere destek olmakla sonuçlanan ve soğuk savaş skandallarıyla kirlenen politik sicillerini; "piyasa", "girişimcilik", "serbest rekabet", "teknolojizm" vb. temaların güzellediği steril ortamda temizlemenin fırsatlarını veriyordu. Politik sol'un durumu bundan farklı değildi. 19. yüzyılın devrimci sınıf savaşları uzlaşmayla noktalanmıştı. Gayrı safi milli hasılalar üzerinden basit bir paylaşım rutini, aslında dünya yağmasından pay almanın -ya da yağmayla suç ortaklığı kurmanın- kurumsallaşmasından başka bir şey değildi ve işçi sınıfının düzelen hayat şartlarının bedeli bu teslimiyetti. Teslimiyete yanaşmayan daha radikal solu ise birbirinden berbat sonuçlar veren iki seçenek bekliyordu. Ya tıpkı Ortodoks komünist partilerde görüldüğü üzere "proleterya diktatörlüğü" gibi, egemen Avrupa politik-etik paradigmasıyla uyuşumsuz bir ülküde ısrar edilecek; Sovyet merkezine bağlılıktan başka pratik hiçbir sonucu olmayan sözde enternasyonel gibi bir başka teslimiyete rıza gösterilecek; ya da 1970'li yıllarda olduğu üzere anarşizan kanlı tedhiş hareketlerinden medet umulacaktı. Oysa 1980'ler sonrasında doğa, çevre, ihmal edilmiş kültürlerin korunması, kurtarılması, göç, kimlikler vb. taze alanlarda, kirlenmiş sicillerin vaftiz edilmesi mümkündü. Dogmatik düzeyde içi boşalmış sol, sadece "sol" olarak takdis edildi ve yeni tematiklerle bezeli olarak sahnedeki yerini aldı.

Bütün bu gelişmelerin gündem oluşturma kültüründe bir kırılmaya neden olduğunu düşünüyorum. Dogmatik hayatı ve doktriner bağlılıkları eleştirmek kolaydır ve bu eleştirileri haklı görmek için çok sayıda gerekçemiz vardır. Ama bunların terk edildiği yerde sadece tematiklerin etkili olduğu kaygan bir zemin bekler bizi. Seçmeci yakınlıklar üzerinden kurulan gündemler ve belirlenen öncelikleri zihinsel düzeyde tutarlı ve bağlantılı kılacak analitik bir ilişkisellik ve bütüncüllüktür eksik olan. Mesela nedir kimlik sorunlarıyla doğa mes'elelerini ortak bir algılamada bir araya getirecek olan? Dağınık tematikler, küçük anlatı fetişizmi, fasılasız anlarla anılan sorunlar yumağı bir gündem oluşturmayı zora sokuyor. Evet gündemler var, ama gündemleri anlamlı bir bütünsellik içinde görmemizi sağlayan entelektüel bir duruş yok.

İnsanın kendi müstakil gündemi olmalı

Gündem oluşturma kültüründeki kırılmanın entelektüel hayatın içinden gelen dinamiği budur. Ama diğer bir husus; gündem oluşturma teknolojisinde yaşanan dönüşüm de son derecede belirleyicidir. Görsel kültürün hakimiyeti, düşünmenin yoğunlaşmasını engelleyen unsurlarla yüklü. 90'lı yıllarda görsel medyada nispeten tahlili sayılabilecek programlar vardı. Mesela kitaplarından tanıdığımız isimleri kamuoyuna daha etraflı tanıtmayı amaçlayan programlar izleyebiliyorduk. Böylelikle de, kitaplardaki tahlilleri daha bütünsel gözle değerlendirme fırsatı kazanıyorduk. Programın konuğu her kimse, onun gündemini izleyerek kendi gündemlerimizi gözden geçirme ve olgunlaştırmak adına yararlıydı bu programlar. Ama sayıları giderek azaldı ve yok oldu. Artık duygusal yoğunluklu ve mistik temelli olaylar (happening) gündemi belirliyor. Çok sayıdaki olay arasında medyatik seçmeci algılamaya konu olanlar çarpıcılık özelliği taşıyanları. Tahlili derinlik kendine özgü metodolojisi, jargonu olan bir iş. Elbette olaylar tahlilleri uyarır; ama hiçbir tahlil olay-bağımlı kalamaz; eğer kalırsa derinlik kazanamaz. O an için belki de çarpıcılık değeri taşımayan başka olayları da içeren bir yayılma ya da açılım gösterir. Medyatik kültürde sıkıcı olan budur. İlişkilendirmeler, bağlantılandırmalar, kavramsallaştırmalar birer sapma olarak algılanır. Program yöneticileri bu işe kalkışan katılımcıları derhal uyarır. Kendilerine sürenin sınırlı olduğu, konunun dışına çıkılmaması, herkesin anlayacağı dilden konuşmaları gerektiği hatırlatılır.

Aslında bütün bu süreçlerde bir elit-içi gerilimin de için için yaşandığını düşünüyorum. Jurnalistik-akademik gerilimdir bu. Gidişata bakılırsa bu gerilimi jurnalistik kanat kazanmış görünüyor. Kitabi dünyayla anılan akademikler önce bir format şokuna uğradılar. Format gerekçeli ikazların, hatta tecrübi olarak örselenmelerin baskısı altında kalan akademik- entelektüel hayatın aktörleri ikiye ayrıldılar. Bir kısmı medyadan elini ayağını çekti. Köşesine kapandı, kitaplarına gömüldü. Ama önemli bir kısmı ise format değişimi yaşıyor ve düşünce serüvenlerini çarpıcı kılmak için uğraş veriyorlar. Özellikle TV dünyasında sanki gizli bir yarış var. Bir deyişte kim en çarpıcı şeyi söyleyebilecek kaygısı baskın. Sözün çarpıcı olması ise ne derecede serbest çağrışım yapacağına bağlı. Yani keskin sözlerin modası geçti. Maharet artık en elastiki sözü söyleyebilmek.

Olay bağımlı gündem oluşturma, entelektüellerin gündem oluşturmadaki öncülüğünü sona erdirdi. 'Filankesin gündeminde neler var acaba?' diye sorulmuyor. 'Olay gündemi kuruyor, olay için filankes ne diyor?' diye soruluyor. Bu gündem oluşturmanın sığlaşmış hali. Bu sığlaşmış gündemler 2000'li yıllarda hakim olmaya başladı. Bugünlerde ise "jurnalistik-akademik" bir hemhal oluşun içinde, herhangi bir kahvehane sohbetini aşmayan tartışmalarla devam ediyor. Bu harmanlamada belirleyici olanın jurnalistik kültür kodları (format) olduğu apaçık.

Gündem oluşturma işindeki tekellerini kaybeden akademikler bunun hıncıyla bir atak yapmakta gecikmediler. Özellikle korku-güven temelindeki yaygın insanlık kuşkularını sonuna kadar sömüren spekülatif bir ataktır bu. Gaston Bachelard, "ancak görünmeyenin bilimi yapılabilir" diyordu. Şimdi yapılan "tekinsiz görünenlerin spekülasyonu"dur. Bu temaların bir kısmı politik, bir kısmı ise apolitik mahiyettedir. Politik gündem oluşturma düzeyinde, özellikle Irak işgalinin ve El-Kaide eylemlerinin ardından "strateji" veya "terör" uzmanları başat rolü üslendiler. Düşük yoğunluklu, lakin şık ve esnek kavramsallaştırmalar ve çoğu son derecede şematik basitlikteki modellemelerle, bu konuda kendileriyle yarışan jurnalistik dünyayı burun farkıyla geride bırakabiliyor ve akademik hamamın namusunu bir dereceye kadar kurtarabiliyorlar.

Doğa bilimleri uzmanları ise aynı sürecin apolitik ayağını oluşturuyorlar. Tıp ve mühendislik dünyasının uzmanları, egemen korku kültürü üzerine çalışanların 'da belirttiği gibi sağlığımızı tehdit eden gıda skandalları, deprem riski, küresel ısınma vb temalı gündem başlıklarında, risk ve tehdit arasındaki ince sınıra hiç özen göstermeksizin; üstelik bir söylenenle diğerinin tutmadığı; son tahlilde egemen korkuları pekiştirmekten başka bir işe yaramayan konuşmalarla sahnedeki yerlerini alıyorlar.

Gündem kirliliği gibi gözüken durumların arka planında yer alan dinamikler bunlar. Buradaki itiraz jurnalistik gündeme itiraz değil. İtiraz edilen bu gündemin diğer gündemleri bastıran pre-totaliter yapısı. Olay çeşitliliği gündemlerin zenginliğine yorulmamalıdır. Gerek politik gerek apolitik düzeyde başlık sayısı bir elin parmaklarını biraz geçiyor. Bu durumda kişisel gündem sahibi adam bulmak zorlaşıyor...

Zaman gazetesi

YAZIYA YORUM KAT