1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Günter Grass'ın düşündürücü feryadı ve de İİC-TC ilişkileri
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Günter Grass'ın düşündürücü feryadı ve de İİC-TC ilişkileri

10 Nisan 2012 Salı 17:59A+A-

[email protected]

Günter Grass'ın düşündürücü feryadı, ve de, İİC-TC ilişkilerinde acı ve ironik bir durum..

 

İlginç ve tartışmalı bir konu..

Yaşayan alman edebiyatçılarının en ünlü isimlerinden 84 yaşındaki Günter Grass ilginç bir tip..

Bugünlerde de, İsrail rejiminin sahib olduğu nükleer silahlarıyla ve İran'a yönelik tehdidleriyle dünya barışını tehdid ettiğini dile getiren bir şiirini yüksek tirajlı ve itibarlı alman gazetelerinde yayınlayarak yeniden gündeme oturdu.. Siyonist çevreler bu durumu onun gündemde kalmak ve anti-semitik (yahudi düşmanlığı) şeklindeki duygu ve düşüncelerinin depreşmesi olarak değerlendirmekte gecikmediler..

Sahiden de Grass'ın bu gibi çıkışları sadece kamuoyunda devamlı gündemde kalmak gibi doyumsuz bir exhibisyonist (kendisini teşhir etme hastalığına mübtela) ruh halinin yansıması olarak değerlendirilebilir mi?

Böyle bir nefsanî zaafın varlığından söz edilecek olsa bile; Grass, her haliyle, her hareketiyle, her düşüncesiyle, zâten devamlı gündemde..

*

Grass, 20 yıl öncelerde, türkçeye 'Kurbağa Güncesi'  ismiyle çevrilen bir roman yazmış ve  bu eserinde, Doğu Avrupa'nın kapitalistleşme çırpınışı karşısında, giderek daha bir ihtiyarlaşan Batı Avrupa'nın tedirginliğine, karamsarlığına ve toplumlarda 'yükselen yeni değerler'e değinmiş ve arkasından da, kapitalizmin zirve ülkelerinden Almanya'da artık yaşayamışacağını düşünerek, evini- barkını satıp, bir daha dönmemek hayaliyle Hindistan'a gitmiş ve Kalküta'da yerleşmişti..

Ancak, Kalküta'da çöp yığınları, pislik deryası, yılanlar, çiyanlar, fareler, maymunlar arasında bir altı ay kadar yaşadıktan sonra kaçarcasına Almanya'ya dönmüştü..

Ancak, Almanya'da da rahat durmamış ve 19 yaşına kadar, Adolf  Hitler'in Nasyonal Sosyalist (NAZİ) Partisi'nin gençlik teşkilatında 'Vaffen SS' örgütünde bulunduğunu açıklamıştı..

Ama, o dönemde genç olup da, o teşkilatlarda bulunmayan mı vardı ki?..

Şimdiki Papa 16. Benedicktus (Kardinal Ratzinger) de aynı gençlik teşkilatlarında geçmemiş miydi, gençliğinde..

*

'İdeolojik propagandaların kuklası' olmanın acısını tadmış bir beyin..

Grass, evet, Hitler'in  Gençlik Örgütü'ne ve de askere gönüllü olarak kaydolduğunu kabul ediyor ama ‘o delikanlı’nın bunu neden yaptığını kendisi de tam olarak bilmiyordu..' diyor.. O, o zamanlar kendisini Almanya’yı düşmanlardan korumaya çalışan ve izlediği filmlerdeki kahramanlara özenen bir delikanlı gibi hissettiğini hatırladığını belirtiyor.. Ama, bunu kendisini temize çıkarmak için yapmadığını bilhassa belirtiyor ve 'Hem o delikanlıyı, hem de kendimi temize çıkartmak için, ‘Bizi kandırdılar!’  bile diyemem. Hayır, biz kandırılmamıza izin verdik, ben kandırılmaya izin verdim..'  itirafında bulunuyor.. Savaşta ölümle yüzleşen ve kendi deyimiyle ‘korkmayı öğrenen’ bu delikanlı', daha sonra Amerikan ordusuna esir düşüyor.. Amerikalılar, alman esirlere toplama kamplarının resimlerini, yığılmış insan cesedlerini ve ölülerin yakıldığı iddia olunan fırınları, krematoryumları gösterdiğinde, Grass da önce inanmak istemeyenler arasında yer alıyor:

'Durmadan aynı şeyi söylüyorduk: ‘Bunları Almanlar mı yapmış?’

Almanlar asla yapmadı, yapmaz bunu...’

‘Almanlar böyle şey yapmaz.’

Kendi aramızda da, ‘Propaganda.. Bunların hepsi propaganda..’  diyorduk..'  diyor Grass ve sonra şu itirafda bulunuyordu: 'Bilmeden, ya da daha doğrusu bilmek istemeden ve acısını hâlâ da çektiğim bir suça  yıllardır katılmış olduğumu yavaş yavaş kavramam  ve kendime tereddüdle itiraf etmem zaman aldı.' 

Evet, Grass, geçmişiyle bu kadar kesin bir hesablaşmaya da girmişti; ama, bu durum, onun içinde başka yaraların olduğunu görmesine engel olacak mıydı?

Gençlik yıllarında taşıdığı anti-semitik duygulardan dolayı suçluluk duygusuna kapılmıştı, ama, kendilerinin yenildikleri İkinci Dünya Savaşı'nın bütün galib devletlerinin elbirliğiyle Filistin'de silah zoruyla, işgal ve gasb yoluyla kurdurulan İsrail rejiminin 60 küsur yıl boyunca Filistin halkına karşı işlediği bütün cinayetlerin, zulümlerin üzerine, insan vicdanını isyan ettiren bir vurdumduymazlıkla himaye kanadı mı gerilecekti, hep?

Grass'ın, bunun cevabını kendi vicdanında veremediği ve sonunda, bu son günlerdeki itiraz şiirini bir vicdan patlaması halinde yayınladığı anlaşılıyor.

Böyle bir şiiri başkaları da yazabilir. Ama, sözün etkisi kendi içinde olmayıp, söyleyen'e ve -dahası- Söyleten'e göre de değişir.

Nitekim, son birkaç gündür, kapitalist emperyalizmin asıl üssü durumunda olan Avrupa ve Kuzey Amerika coğrafyalarının halkları, geçmişte duymadıkları boyutta bir entellektüel tartışmayı bugün yaşıyorlarsa, bu sözü Grass'ın söylemesi yüzündendir.. Yoksa,  o coğrafyalarda İsrail rejimini suçlayan ilk değildir Grass.. Nice siyasetçilerin veya başkalarının sözleri devamlı biliniyordu, ama, bu, onların kulaklarını, siyonist İsrail rejiminin sergilediği zulüm ve cinayetlere daha güçlü tıkamaları gibi bir sonuç veriyordu..

Bu kez ise, Grass'ın şiirinin gücünün, onların kulaklarına tıkadığı tıpaçları kısmen de olsa yerinden oynattığı ve onlara kendi dünyalarının içinden birisinin güçlü bir itirazını duymanın şaşkınlığını yaşattığı söylenebilir.

Ve tabiatiyle, şimdi, Grass'a karşı bir aforoz işlemi tezganlanmaya çalışılıyor..

Halbuki, Grass'ın şiirinde dile getirdikleri, anlatılması gerekenlerin belki milyonda biri nisbetinde bile değil.. Ama, kapitalist dünyada böylesine hafif bir serzeniş bile, fırtınalar estiriyor.. İsrail rejiminin 60 küsur yıldır işledikleri cinayetleri o kadar tabiî bir hak olarak özümsemiş durumdalar.. Grass'ın bu şiiri de bu bakımdan daha bir önem kazanıyor.. Yoksa, öyle, çok ağır şekilde eleştiri yapan bir şiir değil.. Halıyı kirleten başkasına aid bir çocuğa tekme savuran; ama kendi çocuğuna, 'Seni yaramaz seniii, bir daha görmeyeyim, tamam mı?' diyen 'bakıcı'nın tavrına benziyor..

*

Bu hatırlatmalardan sonra, Şimdi, 'Was gesagt werden muss..' / Söylenmesi Gereken..'  başlıklı bu şiirin türçe tercümesine bakabiliriz; 'şiir, tercümede ölen sözdür..' gerçeği, bir şiirin iç ahengi, bir dilin inceliklerinin hele de şiir dilinde başka bir dile aktarılmasının zorluğu unutulmadan..

*

 'Söylenmesi Gereken..'

Niye susuyorum, niye gizliyorum;

bunca uzun zamandır âşikar olan..

Ve plan oyunları diye provası yapılan..

Ve bunun sonunda hepimizin tarihin önemsiz bir dipnotu haline düşüreceği

bir  askerî konuda..

 

Evet, bu, iddia olunan 'ilk darbeyi vurmak hakkı' ..

Ki, bu, palavracı bir liderin boyunduruğu altındaki İran halkını

Yok edecek bir saldırı olacak..

Çünkü onun bir atom bombası yaptığından şübheleniliyor..

 

Fakat ben, kendimi, öteki ülkenin ismini söylemekten

niye uzak tutayım ki..

O ülke ki, yıllardır daha bir büyüyen

bir nükleer silahı elinde tutuyor; gizlese de..

Ve hiç bir kontrole tâbi değil..

 

Beni bu genel suskunluğa tâbi olmaya zorlayanı,

bir yalan olarak hissediyorum..

Ki, onun cezaî yaptırımı var..

'Anti-semitizm'  (yahudi düşmanlığı) suçlaması

hemen çıkar karşımıza..

 

Ama, şimdi, şimdi kendi ülkemde,

-Ki, onun geçmişteki cürümleri eşsizdir..-

Zaman zaman sözkonusu edildiğinde de,

Ona sadece basit bir ticaret imiş gibi, iğretice bakılır..

İsrail'e olan borcumuzun gereği..

İsrail'e yeni bir denizaltı daha göndeririz..

Ki, bu, bir atom bombasının varolduğu şeklindeki

isbatlanamamış bir iddia için

gönderilen bir denizaltıdır..

 

Ben söylenmesi gerekeni söylüyorum..

Ama, şimdiye kadar niye sustum?

Çünkü, benim halkım,

hiçbir zaman temizlenemiyecek olan bir suçla lekeli..

Beni bu zamana kadar bu leke alakoydu, yasakladı..

Ve bu gerçek, beni İsrail ülkesine de bağlıyor..

 

Bunun için de, onlara karşı

yeni bir suç işlememek kaygusuyla,

Şimdi söylüyorum..

Ki, ömrümün yaşlanmış, mürekkebi bitmiş

bir zaman diliminde..

Ve nükleer güç olan İsrail,

zâten kırılgan olan dünya barışını tehlikeye atıyor..

Bunlar bugün söylenmezse, yarın çok geç olabilir..

Biz almanlar bu konuda yeterince sâbıkalıyız..

Geçmişteki sâbıkamız ortadadır...

Ama, bugün, bilinen savunma gerekçeleriyle,

taşeron, suç ortağı durumuna

dönüşme ihtimalimiz ört-bas edilemez.

*

Evet, itiraf ediyorum..

Bundan sonra, artık  sessiz kalmayacağım, susmayacağım..

Çünkü ben Batı'nın iki yüzlülüğünden

bıktım, usandım artık..

Ve umulur ki, böylelikle başkaları da

suskunluktan kurtulur..

ve tehlike ateşini fitilleyen

şiddetten alakoyacak bir çağrı ile..

Her iki ülkenin hem İsrail atom tesislerinin de,

hem de İran'ın atom tesislerinin,

yine her iki ülke tarafından da kabul edilecek kurumlarca

sınırlamasız kontrolünü isterler..

 

Sadece bu şekilde, hem Filistinlilere, hem İsraillilere..

Ve bütün insanlara,

Bir ham-hayal ile istila edilmiş

bu topraklara ve hepimize,

bize de yardım edilmiş olunur..

*

Evet, 84 yaşındaki Grass  'Söylenmesi Gereken..'  başlıklı bu şiirinde kendi mensub olduğu dünyayı nükleer programlar konusunda ikiyüzlü davranmakla suçluyor ve hem İsrail'in nükleer silahlarının, hem de İran'ın nükleer tesislerinin uluslararası bir kuruluş tarafından sürekli ve sınırlamasız olarak kontrol edilmesi çağrısı yapıyor.

Grass, ayrıca İsrail'in tehdid altında olduğu gerekçesiyle İran'a yönelik bir 'ilk darbeyi vurmak hakkı'ndan söz etmesine de karşı çıkıyor.. Ama, İran halkının da,   -herhalde İsrail'in yok edileceğine dair sözleri dolayısiyle İran C. Başkanı Ahmedînejad'ı ve diğer üst derece yetkilileri kasdedederek-, bir palavracının baskısı altında yaşadığı gibi bir yakışıksız suçlamada bulunmayı da ihmal etmiyor..

'Konuşmak için yarın çok geç olabilir' diyen Günter Grass, bu şiiri Alman hükümetinin İsrail'e denizaltılar satma kararı ardından yazdığını söylüyor; bu denizaltının 'tek bir atom bombasının varlığının kanıtlanamadığı yere, her şeyi yok eden savaş başlıkları gönderebileceğini'  kaydediyor.

İsrail rejimi, nükleer silahlara sahib olduğu iddialarını red de etmiyor; teyid de.. Bu konuda hiçbir uluslararası  kontrol ve baskı ile de karşılaşmıyor.. İran ise nükleer programının barışçı amaçlı olduğunu söylese de, özellikle de Batı dünyasını ikna edemiyor.

Grass’ın şiirinin özetine bakıldığında, bir ilk olması açısından  ilginç olsa da, fazla bir eleştiri olmadığı görülmekte olup, yeni bir dünya savaşı korkusundan dolayı yazıldığı anlaşılabiliyor... Grass ki, büyük iddia ve hayallerle girilmiş bir 2. Dünya Savaşı'nın içinde bir asker ve sonrasında da bir savaş esiri olarak olarak yaşamış bir düşünce adamı sıfatıyla, yeni bir savaşın, bir Üçüncü Dünya Savaşı'na dönüşebileceği korkusunu taşımakta ve böyle bir durumda, -aksine iddialı tahminlere rağmen- hiç planlanamayan sonuçlarla karşılaşılabileceğini,  tecrübeleriyle yaşamış birisi olarak dile getirmeye çalışıyor, ve en azından, kendi dünyalarının tehdid altında olduğu korkusunu yansıtıyor..

Hatırlanmalı ki, Grass, 'Bir akıl  hastasının hatıraları etrafında İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşananları' anlattığı  Teneke Trampet (Die Blechtrommel) isimli eseriyle üne kavuşmuştu..

İsrail rejimi, Batı'dan ilk kez böylesine güçlü bir itiraz duyuyor..

İsrail rejimi yöneticileri ve dünyada etkili yahudi lobilerinin, Grass'ın bu mülayim ikaz ve eleştirilerine bile tahammülü o kadar yok ki,  bu sözleriyle, Günter Grass'ın da gerçekte, İsrail'in yok olmasını istediği gibi bir sonuç çıkarıyorlar.. Nitekim, ‘Grass’ın kendisini huzur içinde hissetmesi için İsrail devletinin tarihe karıştığını görmek gerekecek..’  şeklinde değerlendirmeler yapılıyor, İsrail rejimi medyasında ve  dünya siyonist çevrelerinde..

Bu gibi değerlendirmelere ek olarak bir de internet sitelerinde dolaşan ve Hitler’den nakledilen bir söz de tabloya bir diğer fırça darbesi oluşturuyor.. Hitler güya, 'Gün gelecek, öldürmediğim her yahudi için bana lanet okunacak..' demiş..

Sözkonusu şiirin Almanya ve diğer AB ülkelerinden ayrı olarak Amerikan medyasında da yayınlanması ardından Almanya'daki yahudi toplumunun eski liderlerinden Charlotte Knobloch'Bu şiirin, yahudilerin Fısıh Bayramı günlerine denk getirilmesi'ne dikkati çekiyor ve 'Daha önceleri, Yahudiler güya, Hıristiyan çocukların kanını, mayasız ekmek yapmak için kullanıyordu; bugünkü iddiaya göreyse, Yahudi devleti, İran halkını ortadan kaldırmak istiyor. Şunun da söylenmesi gerekir ki, dünyada varolma hakkı açıkça tartışılan tek devlet İsrail’dir' ifadelerini kullanıyordu..

Bu arada, sionist İsrail rejimi, Günter Grass'istenmeyen adam' ilan ediyor ve  bütünüyle işgal altında tutulan Filistin toprakları üzerinde tahakkümünü sürdüren İsrail rejiminin elindeki topraklara girmesini yasaklıyordu..

Buna karşılık, İsrail rejimi medyasından Grass'a destek verenler de oldu.

Nitekim, Haaretz gazetesinden Gideon Levy, Grass'a getirilen yasağı eleştiriyor ve 'İsrail'i eleştirme cesareti gösteren her alman'ın derhal yahudi karşıtlığı ile suçlanması hoşgörülebilir bir şey değil' diyor ve  'suçlamaların abartılı kısımlarını ayırdıktan sonra, söylenene kulak vermeliyiz'  diye yazabiliyordu..

Almanya’daki Yahudi Konseyi’nin yazılı açıklamasındaysa, 'Söylenmesi Gereken..' şiiri için 'saldırgan bir ajitasyon broşürü'  nitelemesi yapılıyordu.  Alman yahudisi yazar Henryk M. Broder de,  Die Welt gazetesindeki yazısında, 'Grass’ın yahudilerle hep problemi vardı, ama, bunu hiçbir zaman, şu ‘şiir’de olduğu kadar açıkça dile getirmemişti'  diyordu..

Grass ise, şiirini ilk yayınlayan Süddeutsche Zeitung isimli etkili gazetede yaptığı açıklamada; ‘Pek çok kez İsrail'i destekledim, o  ülkede bulundum.. Ve o ülkenin varolmasını ve nihayet, komşuları ile barışa ulaşmasını da istiyorum' diyor ve şiirinde kullandığı kelimeleri  titizlikle seçerek asıl hedefinin İsrail hükümeti olduğunu net biçimde ortaya koymaya çalıştığını dile getiriyordu..

Almanya başbakanı Angela Merkel'in partisinden Alman Meclisi’nin Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz ise, büyük bir yazar olmakla beraber Grass'ın 'siyasetten bahsettiğinde hep zor durumda kaldığını ve genelde hatalı olduğunu' söylüyor ve 'Bizi kaygılandıran ülke İran'dır ve onun şiiri de dikkatleri dağıtmaya hizmet ediyor..' diyordu..

Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ise, İsrail ile İran'ın aynı kefeye konulmasının 'saçmalık' olduğunu söylüyor ve Grass'ı gerçekleri görmezden gelmekle suçluyordu.. Bu açıklamalara rağmen, Alman Parlamentosu'ndan bazı m. vekillerinin, Grass tarafından yapılan eleştirilere,  'Ne yani, İsrail her ne yaparsa yapsın, biz onun evet efendimcisi mi olacağız?' diye katıldıklarını belirten ifadelerine de rastlanıyordu.

*

'Anti-semitizm', gerçekte, 'semitizm'in kaçınılmaz bir mantıkî ürünüdür.

Evet, görülüyor ki, hristiyan toplumların kültüründe asırlardır var olan ve her an nüksetmesi ihtimali bulunan 'anti-semitizm' korkusu ve hattâ paranoyası, dünyadaki yahudi lobilerini de, kendisini, İsrail isminden de zâten anlaşıldığı halde, bununla yetinmeyip, ısrarla bir 'Yahudi Devleti' olarak kabul ettirmeye çalışan İsrail rejiminin tek dayanağı halinde karşımıza tekrar çıkıyor.. Ve bu sionist rejim, ıstılahî mânâsı itibariyle ele alınacak olursa, alabildiğince 'semitizm/ yahudicilik' yapıyor ve kendisine karşı çıkan herkesi de hemen 'anti-semit/ yahudi düşmanı' olarak suçluyor ve 'anti-semitizm' ise, -2. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturulan uluslararası hukuk ölçülerine göre- bir insanlık suçu kabul edildiğinden, bu zamana kadar, bu hususta epeyce bir saltanat sürdü, İsrail rejimi.. Halbuki, sadece yahudilere değil, herhangi bir dine veya kavme mensubiyetinden dolayı hiç kimsenin suçlanmamasını esas alan bir 'insanlık anlayışı' geliştirilmeliydi.. Ama, böyle olmayıp, sadece 'anti-semitizm' suçlandığından, bunun tutarsızlığı ve hele de 'semitik / yahudici' cereyan, görüş ve eğilimlerin, diğerlerinin üzerine çıkması hasebiyle, kendisine kaçınılmaz bir mantıkî karşıtlığı ortaya çıkaracaktı..

Nitekim, Günter Grass'ın bu oldukça mülayim şiiri bile, tam da Grass'ın belirttiği gibi ve onun hele de 2. Dünya Savaşı'ndan bu zamana kadar, 60 küsur sene suskun kalmasına yol açan, 'anti-semit / yahudi düşmanı' olarak suçlanma korkusunun geri tepmeye başladığının bir başlangıcı olarak kabul edilebilir..

***

İİC-TC rejimlerinin ilişkilerindeki acı ve ironik durum..

İslamî İran', Suriye'deki yarım asırlık baasçı-laik diktatörlüğün yanında; 'laik Türkiye'  ise, karşısında!

Evet, acı ve ironik bir durum! Halbuki, bunun tersi normal görülebilirdi..

Ve bu durum, sadece Suriye Buhranı'ndan dolayı değil, diğer birçok alanda da, giderek daha net bir görüntü vermeye başladı..

Bizim aylarca önceden beri işaret etmeye ve gerçekleşmesinin bütün müslümanlar için bir facia olabileceğine dikkat çekmeye çalıştığımız bir 'İran-Türkiye zıdlaşması' ihtimali giderek, hele de, Batı dünyası ile, İran arasında yapılması düşünülen nükleer görüşmelerin gerçekleştirileceği mekân üzerindeki görüş açıklamalarıyla daha bir su yüzüne çıktı..

Daha önce, iki sene önce de, İran'ın, kendisinin haklılığını uluslararası zeminlerde Brezilya'yla birlikte olabildiğince savunduğu ve bundan dolayı Amerika'yı hışımlandırdığı için, nükleer konularda aracı ülke olarak Türkiye'yi seçebileceği beklenirken; İran, Brezilya'yı seçerek, bazı çevreleri yanıltmıştı..

Ama, Erdoğan Hükûmeti bunu kendisi için bir problem yapmamış ve İran'ın nükleer teknoloji konusundaki çalışmalarının en tabiî hakkları olduğunu vurgulamayı sürdürmüştü..

Fakat, İran ve Türkiye, Suriye Buhranı üzerine bir daha karşı karşıya geldi.. Suriye'deki yarım asırlık kanlı diktatörlük rejimine karşı birçok arab ülkelerindeki ayaklanmaların benzeri bir ayaklanma başlayınca.. Diğere bütün arab ülkelerindeki halk ayaklanmalarını inqılabçı hareket olarak selamlayan İran, Suriye'deki halk hareketini ise, emperyalistlerin propagandasına kanıp âlet olmuş kitlelerin hareketi olarak niteleyip, Suriye'deki Esed Hanedanı'nı ve  rejimini stratejik gerekçelerle ve sonuna kadar destekleyeceğini açıklıyordu..

Halbuki, Suriye'yle coğrafî bir sınırı olmayıp, iki ülke arasında Irak ülkesi bulunurken; Suriye ile 900 km.'lik bir sınırı ve 400 yıllık bir birlikte yaşamışlık tarihi bulunan ve 90 yıl öncelerde, emperyalist güçlerin dayattığı bir bölünmeyle, sınırın iki tarafında kalmış yüzbinlerce ailelerin bölünmüşlüğünün getirdiği bağlar hâlâ da cap-canlı dururken, Türkiye'nin de Suriye'ye bakışında devlet olarak stratejik gerekçelerinden, en azından aynı şekilde söz edilebilirdi..

*

Ama, bu zıdlaşma, iki ülkeyi yazık ki, çok ciddî olarak karşı karşıya getirmiş bulunuyor.. Bu konuda, her devletin kendi maslahat ve menfaatlerini öne çıkarmasının hesabını yapmak bizim işimiz olmamalı.. Ama, böyle bir zıdlaşmadan bütün müslümanların büyük zarar göreceği ve bütün emperyalist ve şeytanî güçlerin ise, büyük bir sevinç duyacağı da idrak olunmalıdır..

İlginçtir, Türkiye'de, Suriye rejiminin ve 40 küsur yıllık Esed Hanedanı'nın yanında yer alanlar görüşlerini açıkça dile getirir ve hattâ gösteriler bile yapabilirken; İran  medyasında, Suriye'de olup bitenler üzerinde neredeyse tek bir muhalif ses bile yükselememekte!.

 

Dahası, Türkiye'yi suçlayan ağır yazılar yayınlanmakta.. Halbuki, İnqılab Rehberi Khameneî, 26 Mart günü, Tayyîb Erdoğan'la yaptığı görüşmede, 'İslamcı siyasetçilerin Türkiye'de iktidarda olması, Amerika ve Batı'yı ne kadar rahatsız ediyorsa, biz de müslüman kardeşlerimizin iktidarda olmasından o derecede hoşnuduz..' demekteydi..  Ama, bu sözlerin üzerinden henüz bir hafta geçmeden,  hem de İran Meclis Başkanı Ali Laricanî ve Meclis'in Dış İlişkiler Komisyon Başkanı Muhammed Kevserî gibi ağırbaşlı isimler tarafından bile, sanki Türkiye'nin Batı dünyasıyla olan bugünkü siyasetlerinin 200 yıllık bir geçmişten beri varolduğu bilmezlikten gelinerek, Türkiye Hükûmeti 'emperyalizmin taşeronu' olarak suçlandı.. Keza, Başbakan Erdoğan'ın, kendisine sorulan Bahreyn'deki durumla ilgili olarak, 'Orada, şu anda Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi'nin kararları istikametinde gelişiyor ve şimdilik durum sâkin..' şeklindeki sözleri, medyada büyük çapta eleştirilere maruz kaldı ve 'İsrail'e rahat nefes aldırmak için Suriye'ye karşı komplo kurarken, öteki diktatörlüklere niçin ses çıkarmıyorsun..'  gibi sorular dile getirildi..

Dahası, İran İslam Cumhuriyeti'nin Maslahatını Teeşhis Kurulu Genel Sekreteri (ve 1980-88 arasında 8 yıl süren savaşın son 7 yılında İnqılab Muhafızları Ordusu'na başkomutanlık yapmış olan) Muhsin Rızaî açıkça, Batı dünyası ile İran arasında yapılacak olan nükleer müzakerelerin, -Türkiye'ye prestij kazandırılmaması için- İstanbul'da değil; 'dost bir ülkenin başkentinde yapılmasını'  dile getirip, bunun için Bağdad, Şam ve Beyrut'u önerdi, hiç de dostâne olmayan bir uslûbla.. Ve sonra, başka makamlar da o yönde açıklamalar yaptı.. Halbuki, Başbakan Erdoğan'ın İran'daki temasları sırasında, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Sâlihî,'Türkiye görüşmeler için en iyi seçenek..' demişti..  

Bütün bunlar Ahmed Davudoğlu tarafından İran makamlarına hatırlatılıp, bilgi istendiğinde, hep aynı karşılıklar verildi.. 'Bunlar şahsî görüşlerdir, resmî açıklamalar değildir; İran'ın dışsiyasetinde bağlayıcı sözü, ancak, İnqılab Rehberi, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı söyleyebilir..' cevabı verildi; sanki diğer makamlar devede kulak imişçesine..

Ve sonra, Ali Ekber Salihî de, görüşmelerin yerinin henüz belirlenmediğine dair bir beyanatta bulundu ve arkasından da, Erdoğan'ın, 'bu açıklamalar kim tarafnıdan yapılmış bilmiyorum, ama, bunlar dürüstlüğe aykırı.. Biz prestij peşinde değiliz, çözüm peşindeyiz..'  değerlendirmesinde bulundu..

Ve arkasından da, 9 Nisan günü yapılan açıklamada, görüşmelerin en azından ilk merhalesinin 14 Nisan günü İstanbul'da yapılacağı açıklandı, İran tarafından!. Yani, bir bakıma, Türkiye'nin de hedef alınmasından zımnen vazgeçilmiş oldu.

*

'Müslüman kardeşliği'nin gerekleri, devletlerin stratejik gerekçelerinin üstünde tutulmayacak mı?

Tamam, bu gibi diplomatik manevralar, devletler arasında olur..

Ama, birbirleriyle zıdlaşmaları tarih boyunca hep müslümanların aleyhine sonuç vermiş olan bu iki ülkenin resmî siyasetçilerinin zıdlaşmaları, toplumlar arasındaki düşmanlık duygularını ister-istemez tetikleyeceği açık olduğundan; münasebetlerin böylesine bir itimadsızlık sürecine girmesinden her bir müslümanın rahatsız olması gerekirken,

Bu konudaki haberler üzerine, Türkiye medyasında, konuyla ilgili haberlere-yorumlara yazılan binlerce okuyucu değerlendirme yazılarına bakıldığında; hemen hepsinin, 'İran aleyhinde ve mezhebî farklılıklar da dahil, bir derin düşmanlık için her türlü düşmanlık pompalamasından bile istifade edildiği'ni göstermekte olduğu gibi; İran medyasının internet sitelerindeki haber ve yorumlara bakıldığında da, aynı şekilde, Osmanlılar ve bugünkü Türkiye rejiminin ağır şekilde suçlandığı, bunların zaten hiçbir zaman İran'ın dostu olmadığına dair yüzlerce-binlerce yorumlar yazıldığı ve  bu yorumların sorumsuzca yayımlanabildiği görülüyor.. Yani, her iki tarafta da, mezhebî taassub sahibleri, İslam kardeşliğini zehirlemek için pusudalar.. 

Elbette ki, devletler kendi maslahat, menfaat veya stratejilerinin mecrasında yol alırken; kendi halklarının içinde bir kamuoyu oluşturulmasına da ağırlık vereceklerdir.. Ama, müslüman olan ve hattâ İslam kardeşliğini vurgulayan nicelerinin, hiçbir resmî sorumlulukları olmadığı halde, İran veya Türkiye'nin resmî sözcülerinden bile daha ateşli düşmanca ifadelerle devreye girmeleri asıl tehlike olarak karşımızdadır..

Çünkü, bunlar, anonim değerlendirmelerdir ve sıradan halk kesimlerinin, küçük bir manipulasyonla resmî ilişkileri bile daha bir zehirlemeye zemin hazırlayabileceğinin gözden uzak tutulmaması gerekmektedir..

YAZIYA YORUM KAT

13 Yorum