1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Gerekirse İsrail’le savaşırız!’ diyen, hesabını yapmıştır herhalde...
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Gerekirse İsrail’le savaşırız!’ diyen, hesabını yapmıştır herhalde...

23 Eylül 2011 Cuma 17:27A+A-

[email protected]

‘Gerekirse İsrail’le savaşırız!’ diyen Erdoğan, her türlü hesabı yapmıştır, herhalde…

Filistin Özerk Yönetimi’nin başkanı Mahmûd Abbas, Filistin Devleti’nin uluslararası hukuk açısından geçerli olacak şekilde ilan edilmesi için, BM Genel Kurulu’na resmî talebde bulunmaya hazırlanırken..

Ve, HAMAS yetkilileri, bir mücadelenin sonunda elde edilecek olan değil de, uluslararası muamelelerle sunulacak olan bir devletin Filistin dâvasına hizmet etmiyeceğini, bunun uluslararası güç odaklarının bir oyunu olarak kalmaya mahkûm olacağını belirtirken..

Siyonist İsrail rejimi de, bir askerî emr-i vâkı’ ile yeni bir sürpriz yapabileceğini hissettirecek şekilde tavırlar geliştirirken..

Ve, geçen yıl, BM. Genel Kurul konuşmasında, 2011 yılındaki Genel Kurul çalışmalarında uluslararası hukuk açısından teşekkül etmiş, varlığı kabul edilmiş bir Filistin Devleti ile birlikte olunması temennilerini dile getirdiğini unutan Amerikan Başkanı Obama, 13 ay sonra, Kasım-2012’da yapılacak başkanlık seçimlerinde yeniden seçilme ümidini tamamen yitirmemek için Yahudi lobisine olan ihtiyacını da gözönünde bulundurarak, BM. Genel Kurulu’nda kabul edilse bile, Filistin Devleti’yle ilgili diğer işlemlerin yapılacağı yer olan Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini kullanabileceğini açıkça dile getirmiş bulunuyor..

Böyle bir çetrefilli tablo içinde, T.C. Başbakanı Erdoğan’ın da, hem de Amerika’da, bir televizyon proğramında, ’İsrail’le gerekirse savaşırız..’ diyebilmesi, son derece önemli bir gelişme olup, bütün Ortadoğu’yu, hattâ dünyayı bir yangın yerine çevirebilecek mahiyettedir.

 

Evet, Tayyîb Erdoğan’ın, 21 Eylûl akşamı, ’PBS’  isimli Amerikan televizyonunun kendisiyle yaptığı mülâkatta, T.C. Başbakanı olarak söyledikleri, son derece önemli..

Proğramın sunucusu Rose'un  ’İsrail karşıtlığı’na dair sorusu üzerine, 'Bizim Türkiye olarak İsrail halkına karşı herhangi bir olumsuzluğumuz yok. Burada bizim yaklaşımımız İsrail yönetimine karşıdır..’ diyen Erdoğan, 'İsrail belli bir ekonomik güce, belli bir silah gücüne sahib..

Söylediği ne? 'Filistin'in elinde silahı olmayacak'. Senin elinde atom bombasına kadar her şey var, Filistinlilerin elinde bir tane silah dahi olmayacak.

Bu bir akıl tutulmasıdır. Bunun akılla mantıkla izahı olmaz.' dedikten sonra, 'İsrail ile normal ilişki kurmak kesinlikle mümkün değil mi?' sorusuna ise, 'Bu şekilde giderse, özür dilemezse, tazminat ödemezse, Gazze'ye ambargoyu kaldırmazsa bu normalleşme mümkün değil. Üç maddenin olması lâzım..' diye karşılık vermiş..

Sunucu Rose'un, 'İsrail'e şımarık çocuk dediniz, saldırgan dediniz; bu tür bir dil kullanmanın bir faydası var mı?' sorusu üzerine de Erdoğan, mantıkî gerekçelerini iyi hazırlamış olarak karşılık vermiş:

'Şu anda ben tabiî, olan gerçekler üzerinden gidiyorum. Yani, İsrail Batı'nın şımarık çocuğudur. Hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Meselâ,  İsrail ile ilgili BM Güvenlik Konseyinin, BM Genel Kurulu’nun vermiş olduğu bunca kararlar vardır. Bunca kararlara rağmen Batı hiçbir zaman -buna Amerika da dahil- yaptırım uygulamamıştır. Ama bu yaptırım başka yerlere uygulanmıştır. Örneğin, bir Sudan'ın Güney-Kuzey diye ayrılmasında Kuzey Sudan'a bu yaptırım uygulanmıştır, baskı uygulanmıştır. Bu aynı durum, İsrail için söz konusu değildir. İsrail Filistin münasebetlerinde böyle bir şey maalesef olmamıştır. Halbuki biliyorsunuz İsrail'in, Filistin'in devlet olarak tanınması taa 1947'ye dayanıyor. 181 no'lu kararla daha o zaman bu adım atıldı. Ama, o günden bugüne hâlâ, Filistin'in devlet olarak tanınması sürecine yardımcı olunmuyor. O adımı artık atmak lâzım. Ve her zaman söylenen nedir? Filistin'de Ortadoğu'da iki devlet: İsrail ve Filistin devleti.

Böyle tanındığına göre niçin bunu uygulamaya koymuyoruz? Bu halka zulmetmek niye?'

Erdoğan, 'İsrail karşıtı söylemlerin arkasında, Arab devletleri arasında daha fazla saygınlık ve popülarite kazanma niyeti mi var?' şeklindeki soru üzerine ise; 'Şunu açık konuşayım. Bizim bir popülarite derdimiz yok. Biz doğruyu, hakkı söylemek zorundayız. Adaletin gereği bu. (...) Burada bir zulüm var. Hele hele benim 9 vatandaşımın öldürülmesi, aslında bir savaş sebebidir. Ama, biz bunu bir savaş sebebi bile saymadık. Büyük devlet olmanın gereği sabrettik..' diye konuşmuş..

 

'GEREKİRSE, SAVAŞIRIZ.. BÜTÜN BİR FİLİSTİN KUŞATMA ALTINDA..'

'Ama bunu, İsrail'in saldırısını bir savaş sebebi olarak görüyorsunuz değil mi?'' sorusuna  Erdoğan’ın verdiği karşılık ise, daha bir önemli: 'Gereğinde bu da yapılır. Ama biz büyük devlet olmanın gereği olarak buna sabırlı davrandık. Acaba, Amerika'nın vatandaşlarının böyle 9 tanesi uluslararası sularda, herhangi bir devlet tarafından öldürülmüş olsa 'iyi yaptınız' der mi? Hoş karşılar mı? Bizim bakışımız, yaklaşımımız da şu anda budur!' 

'Şu anda, bırakın Gazze'yi, Filistin bir açık hava hapishanesidir''  diyen Erdoğan, şöyle devam etmiş: 'Filistin'e bir sandık domates onların izni olmadan sokamazsınız. Böyle bir kuşatma altındalar. Şimdi böyle bir kuşatma altında olan bu insanlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin neresine sıkıştırılıyor? Nerede insanlık? Nerede dünya? Niçin bu insanlara gereken ilgi ve destek gösterilmiyor? Bizim yaptığımız bu..

İsrail belli bir ekonomik güce, belli bir silah gücüne sahiB. Söylediği ne? Filistin'in elinde silahı olmayacak. Senin elinde atom bombasına kadar her şey var. Filistinlilerin elinde bir tane silah dahi olmayacak. Bu bir akıl tutulmasıdır. Bunun akılla-mantıkla izahı olamaz. Buna nasıl evet denilebilir? Bizim yaklaşım tarzımız bu. Ve biz burada mazlumun yanındayız. Olmaya da devam edeceğiz. Taa ki, hakkı verilene kadar..'

 

TÜRKİYE , AMERİKA’YA KARŞI, İLK KEZ BÖYLE KONUŞUYOR..

 Kendisine, kendi toplumlarına böylesine hitab edildiğine, hele de Türkiye’nin yöneticilerince  alışkın olmayan Amerikan yetkililerinin ve toplumunun bu sözlerden şoke olduklarına dair haberleri tabiî karşılamak gerekir..

Türkiye’nin, hele de Cumhûriyet dönemi boyunca Amerika ve diğer Batı’lı güçlere karşı nasıl bir tavır sergilediğinde tam bir bilgi sahibi olmak isteyenler, M. Kemal’in, Amerikan büyükelçisinin huzurunda ve Amerikalılara hitab ederken ve Amerikan elçisi tarafından dikte edilen bir metni okuyormuş gibi görüldüğü filmi, ’google’dan izleyebilirler. 1930’lardaki o alçaltıcı tavırlardan 2002’lere kadar, 70 yıl boyunca çok farklı bir tavır yokken, ilk kez, en azından görüntü olarak bile, farklı bir tavır takınılabiliyorsa, bunda, gelinen olumlu noktanın etkisi büyüktür.. 

Hele de, Erdoğan’ın, Amerikan televizyonlarından PBS’de yayınlanan mülâkat esnasında, ’Gerekirse İsrail’le savaşırız da..’ diyebilmesi, son derece ilginç bir söylemdir..

Bu sözü, öyle bir söz söylenmeliydi-söylenmemeliydi açısından değil, söylenebilmiş olması açısından değerlendirmek gerekir.. Hatırlayalım ki, M. Marmara Saldırısı’nın gerçekleştiği 31 Mayıs-1 Haziran 2010 gecesi, Erdoğan Güney Amerika ülkelerinden Şili’de resmî gezide idi ve kendisine Bülend Arınç vekalet ediyordu ve o saldırı üzerine yaptığı açıklamanın daha ilk cümlelerinde, ’Bundan dolayı kimse bizden İsrail’le savaşacağımızı beklemesin..’ gibi, ringe havlu atmak mânası taşıyan bir söz sarfetmek durumunda kalmıştı...

Şimdi ise, Erdoğan, gerekli diplomatik merhaleler aşıldıktan ve de, daha yeni ve önemli adımlar için zaman kazanıldıktan sonra,’Gerekirse, İsrail’le savaşırız..’ diyecek bir noktaya gelmiş bulunuyor.. Ve Erdoğan böyle bir ihtimalin, Amerika ve bütün emperyalist dünyayla nihaî bir kapışmaya dönüşebileceğinin hesabını da yapmış olarak söylemiş olmalıdır herhalde, bu sözü..  ’Savaşı istemeyiniz, ama geldiğinde de ondan kaçmayınız..’ şeklindeki hadis-i nebevî rivayetini de hatırlayarak..

Bu bakımdan, New York Times (NTY) gazetesinin, 21 Eylûl 2011 tarihli başyazısında Erdoğan’ın ’Arab Baharı’ turuna değinirken kullandığı dil ve, ’giderek daha öz güven kazanan liderliğinin iyi ve kötü yönlerini ortaya koyduğunu’  ileri sürdüğü görüşler ilginçti. Bu yazıdaki övgü ve yergilerin, Erdoğan’ın Barack Obama ile görüştüğü sırada yayınlanması da, ayrı bir mâna taşıyordu, muhakakk ki..

*

Tabiatiyle, bir kişi, toplum veya devlet, temel siyasî tavır ve tepkilerini karşısındakinin övgü ve yergilerine göre ayarlamamalıdır.. Ancak, bunların ne mânaya geldiğini de iyi değerlendirmek ve hele de övgülerin ne mânaya geldiğini gözönünde bulundurmak zorundadır..

Tayyîb Erdoğan’ın hem içsiyasette, hem de uluslararası siyasette çok farklı ve değişik bir ses oluşturduğunu hemen herkes kabul ediyor.. Onun, söylenen sözlere, yapılan tavsiye ve eleştirilere daha bir dikkat etmesi gerekir; ama, yaptıklarının Allah, millet ve gelecek nesiller huzurundaki hesabını herkesten önce o, kendisi vereceğinden, içinde bulunduğu şartlara göre kalbinin mutmain olduğu şekilde hareket etmesi ve alkış veya yergilere göre yalpa yapmaması umulur.. Hele de, emperyalist güçlerin kendisine yaptığı övgü ve yergilerin değerlendirilmesinde  her şeyden önce, kendi kalbinde, beyninde, vicdanında bir muhasebe yapması gerekir..

 

Nitekim, Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’ya yaptığı geziler sırasında, ’İslam ve demokrasinin birbiriyle bağdaştığı yönünde güçlü ve çok olumlu karşılanan bir söylem kullandığını belirten NYT, İsrail’e yönelik olarak ise, ’keskin’ eleştiriler yaptığı ve bunun ’hem bölge, hem de Türkiye için tehlike oluşturduğu’, Akdeniz’e savaş gemilerini gönderme tehdidi ile de ‘gerilimi bahsi tehlikeli biçimde yükselttiği ve bu tavrıyla da özellikle USA’yı zor durumda bıraktığı’ görüşlerine yer veriyordu.

Müslüman dünyasının ‘demokratik rol modelleri’ne ihtiyacının olduğunu belirten NYT, Erdoğan’ın bu tur sırasında ’İslam ve demokrasinin birbiriyle bağdaştığı yönünde güçlü ve çok olumlu karşılanan’ bir söylem kullandığını kaydedip, bu bağlamda Tunus’ta ’Türkiye, yüzde 99’u Müslüman, ama tüm dinlerin eşit olduğu demokratik, laik bir devlettir’  yönündeki sözlerini aktardıktan ve ’Ancak Mr. Erdoğan’ın, giderek daha keskin hale gelen İsrail’e yönelik eleştirileri, hem bölge hem de Türkiye için bir tehlikedir.’ diye yazdıktan sonra,  İsrail karşıtı protestolarının şiddetlendiği Mısır ziyareti sırasında İsrail’i ‘Batı’nın şımarık oğlanı’ olarak nitelemesine değinerek, ‘alkış toplamak için oynamaya son vermeli ve sözcüklerinin tüm sonuçlarını iyi düşünmelidir.’ tehdidinde bulunuyordu.. 

Başyazısında, Erdoğan’ın, ‘kaygı verici otoriter bir tarafı da var ve Türkiye ordu tarafından hazırlanan anayasasını tam demokratik bir metin ile değiştirmek için harekete geçerken yapacağı önemli tercihleri de var.. yorumunu yapan NYT, daha sonra şunları da söylüyor:  

 

‘ERDOĞAN, GERİLİMİ YÜKSELTEREK,

İSRAİL’E KARŞI TEHLİKELİ BİR OYUN OYNUYOR’

’...Mr. Erdoğan, konuyu tehlikeli biçimde yükseltti ve Türk gemilerine refakat etmek üzere Akdeniz’e savaş gemilerini gönderme tehdidi ile bir NATO müttefiki olan ABD’yi özellikle zor durumda bıraktı. Her iki taraf dikkatli değilse, işler, kontrol dışına tırmanabilir. (...).’

NYT, Başkan Obama’nın, Erdoğan’ın dostluğunu kazanmak için çok çaba gösterdiğini, ancak özel konuşmalarda Türk liderinin İran ile sıkı-fıkı olmak için daha önce gösterdiği çabaları dâhil, ‘sert sözler kullanmaktan kaçınmadığını’ da öne sürüyor ve arkasından da, kısa bir süre önce, ‘bölgeyi İran’dan korumaya yönelik’  NATO’nun erken uyarı radar sisteminin Türkiye’ye konuşlandırılmasını kabul ettiğine de işaret ediyor ve yazısını şöyle bağlıyordu:  

‘...Büyük bir Müslüman demokrasinin başı olarak Mr. Erdoğan, liderlik rolünü meşru biçimde iddia edebilir. Ama, bunu sorumlulukla yapmalı!.’

*

Newsweek/Daily Beast’in yazarı Owen Matthews da aynı gün, ’Ortadoğu’nun yeni süpergücü’ başlıklı yorumunda Erdoğan’ı ele alıyor ve onun, ’Ortadoğu’yu demokrasiyi benimsemeye ikna edip edemiyeceğini’ sorgularken;  Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin bozulmasıyla uluslararası arenada ’B. Amerika’ya olan ittifakından da uzaklaştığı’ yorumlarına değiniyor ve ’Aslına bakılırsa, Ankara’nın Washington’la hâlâ da ne kadar çok ortak noktası olduğunu ve iki ülkenin gündemlerinin birbirine ne kadar yakın olduğunu görmek çok çarpıcı..’ değerlendirmesinde bulunuyordu..

 

Matthews, Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya gezilerini örnek verirken de, Türkiye ile Amerika’nın  ne kadar çok ortak noktaları olduğunu görmelerine engel olan “odadaki fil”in İsrail olduğunu hatırlattıktan sonra;  ’B. Amerika, Ortadoğu’da bir özgürlük ajandasını hayata geçirmeyi gerçekten istiyorsa, İsrail hakkındaki farklılıkların Türkiye’yle olan ittifakına zarar vermemesini öğrenmeli’ diyordu..

Evet, Amerikan emperyalizminin duygu ve düşüncelerini dünyaya duyurmaktaki en etkili yayın organlarından sayılan NYT ve Newsweek’in ’ın bu tesbitlerinde, Amerika’nın nasıl bir Erdoğan ve benzeri müttefikler istediğinin işaretleri var..

Siyasette, ‘dikleşmeden dik durmak’ prensibini bayrak edindiğini açıklayan Erdoğan’ın tökezlemeden ilerlemesi temenni olunur..

Ama, onun, kendi kalbindeki ve beynindeki doğrulara yabancı bir sistemin lokomotifinin başında olması, büyük handikap..  Çünkü, sırtında yumurta küfesi var..

Kendisinden öncekiler emperyalist ve şeytanî güç odakları karşısında isteyerek veya istemeyerek,  ‘ucuz kahramanlık yapmaya gerek yok..’ diye hep aşağıdan almışlardı..

Ama, o aşağıdan alışlar, ne onları kurtarmıştı, ne de emperyalizmin güç odaklarının acımasızlığını azaltmıştı..

*

’Osmanlı Türkiyesi’ dünyaya meydan okuyor!

Evet, Garb Cebhesi’nde bu gelişmeler olurken, İtalyan 'La Repubblica' gazetesi de, 21 Eylûl günlü sayısında, üç sayfa yer ayırdığı Türkiye’nin 2050’deki muhtemel ’etki ve nüfuz alanı’nın haritasını yayınlıyordu.  

turkiye-dunyayi-salliyor.jpg

Bu harita, aslında türkçülerin memnun olabileceği, ama, bölgedeki hemen bütün ülkelerin rahatsız olacağı bir haritaydı.. Bu açıdan, hele de ona gururla bakmaya mahal olmadığı unutulmadan üzerinde düşünülmesi gerekir.. Çünkü, Rusya’nın Kırım ile Hazar Denizi arasındaki müslüman bölgelerini de, Yunanistan’ı da; Gürcistan ve Ermenistan’ı da; Türkmenistan’ı, Kazakistan ve Özbekistan’ın bir kısmını ve  Mısır ve Libya, Suriye, Suûdî, Irak, Ürdün, Lübnan, Yemen, Umman ve Birleşik Arab Emirkilikleri’ni de gelecekte Türkiye’nin nüfuzu altına girecek şekilde gösteriyordu..

Bu  gibi haritalar, birilerinin hayalinde gelişigüzel canlandırdığı bir fantezi midir; yoksa belli bir takım merkezlerde belirli hedefler için mi, üretilir, bunun hesabının iyi yapılması gerekir..

Ancak, şurası da unutulmamalıdır ki, italyan gazetesinin ’Osmanlı Türkiyesi’ adını verdiği bu nüfuz alanı (sphere of influence) ilgili harita ve teoriler, çok özel planlama merkezlerinde, bazı jeo-politika uzmanlarınca, stratejistlerce dünya dengeleri açısından da bir gereklilik olarak görülerek, temenni olunarak veya reel-politik bir gerçeği görmek şeklinde de hazırlanmış olabilir.. Çünkü, Türkiye bugün, dünya sahnesinde, sahib olduğu yeni gücüyle, kendisine yeni hareket alanları açmak veya en azından kendi bölgesinde tarihî arkaplanı zâten var olan bir hâkimiyet modelini, karışıklık içinde bulunan bu bölgelere sunmak istiyor da olabilir..

Unutmayalım ki,  Osmanlı sadece 625 yıl sürmüş olan bir saltanatın ve Âl-i Osman (Osmanoğlu) Hanedanı’nın adı değil, Balkanlar- Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 500 seneyi aşan bir süre boyunca, çeşitli dil ve dinlerden yığınla etnisiteleri, çok farklı sosyal bünyeleri,  irili- ufaklı bir takım rahatsızlıklar yaşanmış olsa bile, birbirleriyle barış içinde yaşatmış olan ve bütün o kavimlerin ve dinlerin mensublarının dinlerini ve dillerini koruyarak, tek bir  lokomotifte, ama, ayrı kompartımanlarda ilerleten güçlü bir kültür ve medeniyet gücünün de adıydı.. Ve bu lokomotifin rayları kılıç gücüyle kurulmuş olsa bile, yol haritasını ve genel kurallarını genel hatlarıyla İslam inancı ve kültürü belirlemişti.. 

Ama, Birinci Dünya Savaşı’nda işbu Osmanlı gücü, sadece iç zaaflarla değil, emperyalist güçlerce de tarih sahnesinden dışarı fırlatılıyor ve asırlarca hükmettiği geniiiş topraklarda, irili-ufaklı 30 küsur devlet oluşturuluyor ve herbirisi birbirine düşman olacak şekilde, bunların başına birer kukla oturtuluyordu..

Halbuki, Osmanlı hariç, Birinci Dünya Savaşı’nda yenen ve yenilen bütün güçler bir takım değişiklikler geçirdilerse de, eski güç alanlarının tabiî siklet merkezlerinde varlıklarını yine korumuşlardı. Yani, su, tabiî yolunu bulmuştu.. Osmanlı’nın hâkimiyet alanındaki kavmî ve dinî/ mezhebî bütün toplulukların onmilyonlarca mensubunun başına, zoraki rejimler oturtulduğu için, eski Osmanlı coğrafyalarında normal bir hayata dönülemedi..

Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu, hâlâ, o tabiî rayına oturamamış olmanın acıları içinde kıvranıyorlar.. Ve bunun içindir ki, Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan yeni ülkelerden, onun tarihî, kültürel ve diplomatik mirasına en fazla sahib olduğu kabul olunan Türkiye’de, kemalist-laik diktatörlüğün 100 yıla yaklaşan zorlamalarına rağmen, tarihin seyrini değiştirmek isteyen bir halk iradesi şekillenince...  Sadece içerde değil, bütün bu sancılı coğrafyalarda da, o eski güçlü ve normal günlere duyulan hasretle, yeni bir heyecan yaşanmaya başlandı.. 

Bu bakımdan, son zamanlarda dünya medyasında, Türkiye ile ilgili olarak, benzerlerine sıkça rastlanan bir yorumun da, İtalyan gazetesi La Republica’da yer almasına şaşılmamalı..

La Repubblica’da,  Marco Ansaldo imzasıyla kaleme alınan ve bir dosya Türkiye Dosyası şeklinde sunulan uzuuun tahlillerde, Abdullah Gül’ün son Almanya gazetesinde, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda sergilediği umursamaz tavrına, ’AB bizi kabul etmeyebiliriz, bunu saygıyla karşılarız, ama AB bizi kabul edeceğini açıkladığı zaman belki bizim halkımız da AB üyeliğini kabul etmiyecektir..’ şeklindeki edğerlendirmelerine atıfta bulunularak, ’Osmanlı Türkiyesi dünyaya meydan okuyor!’  ifadesi kullanılıyor ve "yeni Türkiye'nin Avrupa defterini kapadığı, dünya ile birçok problemi olan yeni bir kapı açtığı" ileri sürülüyor ve Avrupa yolunda zaman kaybetmektense, kendisini çevreleyen bölgeye yöneldiği’ne ve bunda ekonomisinin son derecede iyi bir yerde olmasının da etkili olduğuna değiniliyordu..

Bunlar çok da önemsiz sayılamaz, elbette.

Ama, doğum sancıları, elbette acılı olacaktır ve riskli olacaktır..

Ancak, bu gelişmeler içinde, Erdoğan’ın şahsî tavrı, son derece önemli..

Erdoğan’ın, diplomaside gizli-kapaklı hedefleri olmadığını, herkesin gizli kapaklı konuşmalar yaptığı bir atmosferde, görüşlerini, fikirlerini, temennilerini açık açık belirttiğini, böyle bir diplomatik dil geliştirdiğini de görmek gerekiyor..

Nitekim, 20 Eylûl akşamı, Birleşmiş Milletler’de, USA Başkanı Barack Obama ve Fransa Başkanı Nicolas Sarkozy’nin de katıldığı Libya Toplantısı’nda konuşan Erdoğan, orada da aynı dili kullanıyor ve Libya’nın yüzmilyarlarca dolarlık servetini bankalarında donduran Batı ülkelerinin liderlerine, bu paraların Libya halkının olduğunu hatırlatıyor ve Sarkozy’ye dönerek, ’Libya’daki bu sosyal dönüşüm sürecinde demokratik sistemlere tarafdar olanlar, özgürlükten yana olanlar emperyal mantıklarını bir yana koymak suretiyle, şöyle başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmek durumundadırlar. Libya, Libyalılarındır!’ diyordu.. 

Evet, böylesine açık, net ve de gerektiğinde sert siyasetlerin bir geri dönüşü de olur..

*

‘Bulanık suda balık avlamak’ isteyenler çok yönlü de olabilir..

 

Türkiye’nin güçlendiğine dair dışardan yükselen korkulu veya hasedli iddialar yükselirken, onu tökezletmek isteyenler de bulunacaktır, elbette...

Çünkü, emperyalist güç odakları biliyorlar ki, Türkiye’de, her ne kadar Batı tarafından 100 yıldır dikte olunan prensiplere bağlılık sözleri tekrarlanıyorsa da, günden güne güçlenmekte olan bir ’müslüman toplum’  profili de göze çarpmaktadır.. Bu güçlenmenin elbette bir takım iç zaafiyetlere dönüşmesi ihtimal ve gerçeği de olacaktır; ama, bunun, Osmanlı kültürünün hâkim olduğu coğrafyalarda yeni bir arayışı ve hasret duygularını güçlendirdiği ve güçlendireceği de gözden uzak tutulmamalıdır..

Nitekim, bugün Mısır’ın da Türkiye’yle birlikte hareket etmesi ihtimali bile, sadece İsrail için  değil, onun hâmisi durumundaki ve onu, müslüman coğrafyalarının kalbine saplanmış bir hançer gibi tutmak isteyen bütün emperyalist-şeytanî güçlerin korkulu rüyası halindedir..

Bu vesileyle, Türkiye, son zamanlarda daha bir tırmanan iç-terör sarmalının arkasında, bu dış güçlerin tökezletme ve yıpratma çabalarının olabileceğinin de düşünülmesi gerekir.. Yani, PKK’nın zâten dış bağlantıları bilinmekle birlikte, ondan ayrı olarak, İsrail rejiminin de, onun ağabeyi konumundaki olan emperyalist odakların da bu gibi konularda ne kadar maharetli oldukları hatırlanmalıdır.. Yani, her bombalamayı, her terör eylemini sadece PKK’ye mal etmek yerine; çok yönlü bir yıpratma, nefes kesme ve enerjisini tüketme yolundaki uluslararası çabaların da devrede olabileceğinin unutulmaması gerekir..

Bugünlerde ilk kez, ilişkilerin kopma noktasına gelir gibi olduğu bir İsrail rejiminin, 60 yıllık sıkı işbirliği sâyesinde, T.C. rejiminin hemen bütün hassas karar merkezlerine nasıl girdiği ve bu rejimin bazen nice suikasdçilerini ve ajanlarını başka ülkelerin pasaportlarıyla turist olarak ülkelere sokup kendi hedefine uygun her türlü karanlık işleri yaptırdığı hatırlanacak olursa..

Keza, 10 yıl öncelere kadar, PKK’ya kol-kanat geren Suriye’yle bugün münasebetlerin yeniden bozulduğu gözönünde bulundurulursa..

Dahası, geçen hafta, İstanbul’da çeçen müslümanı üç gencin öldürülmesinin arkasında Rus gizli servis elemanlarının olabileceğine dair dış medyada bile yer alan değerlendirmelere bakılırsa..

Ve keza, içerde de, kemalist-laik rejimin 80 yıllık rayından saptırılmakta olduğu gibi iddialarla Ergenekon- Balyoz vs. gibi yargılama tosyalarında ortaya çıkan karmaşık ilişkiler hatırlanırsa.. 

T.C. üzerindeki manipulasyonların çok boyutlu olacağı daha rahat görülebilir..

Hattâ, son zamanlarda ortaya çıkan MİT-PKK görüşmelerinin gizli kayıdlarının bile, sadece içerdeki entrikacılarca değil, bu gibi konularda yüksek teknolojik imkanlara sahib oldukları bilinen güçlerce yapılmış olabileceği de gözden ırak tutulmamalıdır.. (Ki, böyle görüşmeler olmasaydı, devlet statüsünde bulunan taraf için bir büyük aptallık olurdu..)

Nitekim, 23 Eylûl tarihli Hürriyet’te bile, Metehan Demir imzasıyla yazılan ilginç bir haber-yorumda da, bu ihtimallerin gözönünde bulunduğu hatırlatılıyor, şu görüşlere yer veriliyordu:  ’...Bununla birlikte, 3. ülke istihbaratının bu işin içinde olup gizli kayıt yapıp yapmadığı ve bunu sızdırıp sızdırmadığı veya PKK mensublarının bu kayıtları bu ülke istihbaratlarına verip vermediğine yönelik soruşturma da yapılıyor. Burada akla hemen Türkiye’nin ciddi kriz içinde olduğu İsrail için, ’Acaba misilleme mi yaptı?’ diye geliyor. Ancak Ankara’da hemen popüler, ’Şu veya bu yaptı’ kolaycılığına kaçılmayacak kadar ciddî bir tahkikat var. Bazı kaynaklar ise İsrail’in elinin kolunun uzun bir istihbarat yapısına sahib olduğunu (...)  belirtiyor. Kaynaklar, bazen de yabancı servislerin içeriden taşeron kullandığını, bu nedenle her olasılığın irdelendiğini ifade ediyor.

(...) Ama, asıl konunun, PKK’nın Türkiye’ye husûmeti olan uluslararası yabancı servislerin güdümü ile sipariş taktik uygulaması olduğu iddia ediliyor..(...)’

*

Evet, netice itibariyle, güçlendiği dünyaca da gözlenen ve tescil olunan Türkiye’nin ileride, 100 yılı aşkın bir zamandır manyetik çekim alanı içinde bulunduğu Batı dünyasından kopması ve asırlarca mensubu olduğu dünyaya ve değerler sistemine dönmesi ihtimalinden duyulan korkunun, bu ülke aleyhinde ve bütün müslüman coğrafyalarında olduğundan daha da fazla bir dikkatle kontrol altında kalmasının sağlanması için, dizçöktürülmek istenmesi de tabiîdir..

Ama, şu  kadarını tekrarlayalım ki, öldürmeyen yara, bünyeyi daha da güçlendirir..

*

YAZIYA YORUM KAT

12 Yorum