1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Gazetecilikte tasfiye ve ayakta kalma
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Gazetecilikte tasfiye ve ayakta kalma

19 Ağustos 2009 Çarşamba 01:06A+A-

Ekrem Dumanlı peş peşe yazdığı iki yazı ile tasfiye olacak ve ayakta kalacak gazete ve gazeteciliğe ilişkin görüşlerini dile getirdi. Medyanın geneline yönelik böyle bir değerlendirmenin sessizlikle geçiştirilmesi beklenmezdi.

Her ne kadar Dumanlı kastının herhangi bir gazete ya da gazeteci olmadığını, sadece ilkeleri ifade ettiğini belirtse de Ertuğrul Özkök köşesinde kışkırtıcı bir karşılık verdi. Dünkü yazısının başlığı yakın tarihlerde çok tartışılmış bir slogandan ilhamla "Ya sev ya tasfiye ol"du. Özetle, orada sayılan ilkelere katılmakla birlikte, eline güç geçen ve böylelikle "gerçek karakterleri" ortaya çıkan yeni elitlerin gazete ve gazeteci tasfiye niyetine dair bir okuma olarak değerlendirdiğini anlattı. Özkök'ün pazar yazılarında kimi zaman öne çıkan, "müziğe gömülerek uzlete çekilme ve hayatı kendi dışındaki bir sahne gibi seyretme" haliyle bu okuma biçimi arasında bir ilişki var mı acaba, diye kendime sormadan edemedim. Kazablanka filmindeki o hüzünlü sahnede olduğu gibi, içinde hep "Tekrar çal Sam" diye konuşmaya başlayacak bir ruh hali, kelimelerin uzak akraba anlamlarında bile boy veriyor olabilir mi?

POLEMİKLERLE TÜKETİLEMEYECEK GERÇEK

Ahmet Hakan aynı gün "Kimler ayakta kalacak?" diye altı gazetecinin ismini saydı. Dumanlı, Beki, Gülerce, Karakaya, Tayyar, Aköz. Hakan'a göre hepsinin ortak niteliği güçlerini gazetecilikten değil birtakım bağlardan ve ilişkilerden almış olmalarıydı. Muhtemelen bu eksende yeni tartışmalar dile gelecek, çok daha kışkırtıcı yazılar yayınlanacak.

Dumanlı, ilk yazısı "tasfiye edilecek gazeteciler"in hemen girişinde, "Evet aynen öyle! Sehven yazılmış bir şey yok." derken, mevcut "siyaset medya" tartışmaları bağlamında konunun nice hassasiyeti harekete geçireceğinin farkındadır. Toplumun ve medyanın değişimi hikâyesi, içinden hayli doktora tezlerinin çıkartılacağı çok çekici bir alan. Fakat bazen, akademik, didaktik, esin verici ruhtan yoksun bir dille bu tür meseleleri ele aldığınızda, işin "canlı, insani" yönüne dair birçok özelliği ıskalarsınız. Medyada her zaman kendisine okuyucu bulmuş, çünkü üslubu, akıl yürütmesi ile temsil niteliği taşımış polemikler burada devreye girer. Canlı, pırıltılı bir dil, toplumdaki farklı politik duruşların gönüllerine su serpen bir anlatım, zekânın ve belagatin (bazen konunun gerçek hikâyesini dahi gölgede bırakacak bir ışıltıyla) evliliği iyidir, hayat verir. Polemikler karşı polemikleri çağırırken okuyucuları da sürecin bir parçası kılan teşvik edici bir rüzgâr oluşur. Ancak işin asıl hikâyesi polemiklerle tüketilemez. Hatta bazen polemikler canlı ifade biçimleri dolayısıyla asıl hikâye için bir perde rolü dahi üstlenebilirler. Bunun da bir tehlike oluşturduğu muhakkaktır.

Az çok basın tarihini takip edenler, toplum, siyaset, medya ilişkisinin medya alanında (işin mütekabil yönlerini de unutmadan) bir tasfiye ve yükselişler süreci olarak yaşandığını bilirler. Herkesin niyeti, arzusu, beklentisi, çabası vardır ama düşüşlerde ve yükselişlerde bunlara asli rol biçmek yanıltıcıdır. Asli rol, toplumun derinliklerinde teşekkül eden iktisat, siyaset ve değerler eksenindeki toplumsal güç ilişkilerindedir. Bazen çığır açan gazeteciler olur, yeni bir ekol yaratırlar ama onların başarıları dahi, tarzlarına karşılık verecek bir toplumsal durumun mevcudiyetindendir. Yirminci yüzyılın başında Amerika'da bulvar gazeteciliğini öne çıkartan Pulitzer ve Hearst gibi isimlerin başarısı, tam da o dönemdeki yükselen yeni güç Amerika'nın kendi içine yönelik hızlı sınıf atlama vaadiyle, bunun getirdiği light popülerlikle bağlantılı olmalıdır. Sovyetler Birliği türü diktatörlüklerde ise gazetecilik "devletin ideolojik aygıtı" sözünü fazlasıyla hak eden bir işlevi yerine getirir ve oradaki tasfiye ve yükselişlerde tayin edici olan doğrudan iktidardır. Siyasî iktidarla gazetecilik mesleğinin tasfiye ve yükseliş dinamikleri arasında sıkı bir bağ ancak böyle bir yapıda mümkündür. Toplumun "olağan süreçlerinin etkisi" bu tür örneklerde tali düzeydedir.

Bizde gazetecilik Osmanlı döneminde Takvim-i Vekayi ile devletin toplumu "resmî olarak bilgilendirme isteği" çerçevesinde ortaya çıktı. 19. yüzyıldaki siyasî ve toplumsal tartışmalarda gazetecilik mesleği çok önemli bir işlev gördü, gazetelerin bayrakları altında "hayali cemaatler" oluştu. İstiklal Savaşı'nda, devrimler sürecinde kurum ve meslek olarak gazetecilik ilginç tecrübeler yaşadı. Ticaret ve sanayinin gelişme ve yaygınlaşma dönemi öncesinde "basın", işi bu olan, kazancını ve onurunu yaptığı işin sınırlarında oluşturan insanların hâkim olduğu bir sektördü. Bu nitelik, sonraki dönemlerde aydınlanmanın ruhuyla çelişse de, bir parça yitik bir altın çağ gibi zikredilir. Yakın zamanlarda ise gazetecilik mesleği holding bünyelerinde ve elbette holdinglerin genel hedefleriyle uyumlu bir şekilde icra edilmeye başlandı. Türkiye'de demokrasi yerleştikçe, halkın kanaatleri ve reyleri bakımından kamusal müzakere önem kazandıkça, bu alanın asli aktörlerinden "basın" da bu müzakereleri yönlendirme rolünü daha fazla üstlenmeye başladı. Bu "yönlendirme"nin çeşitli eksenleri olabilir ve esasen müzakere dediğimiz "şey" bir yönlendirme girişimleri toplamıdır. Bunun için insanları, kurumları, holdingleri "yargılayamazsınız" fakat eleştirebilirsiniz. Basın organlarını "niçin objektif yayıncılık yapmıyorsunuz?" diye suçlamak abestir, fakat kimi, niçin temsil ettiklerini "siz" de kendi bakışınızla dile getirebilir, mukabil yayınlarda bulunabilirsiniz.

MUHAFAZAKARLAŞMA İLE AÇIKLANMAYACAK DEĞİŞİM

Seksenlerden sonra Türkiye'de toplumsal güç ilişkilerinde yeni bir dönüşüm başladı. Özal, dışa açılma, alttan yukarıya doğru iktisadi, ideolojik, politik ve entelektüel nitelikleri olan yeni bir ivme. Bugün AKP iktidarına imkân veren de arkasındaki bu toplumsal durumdur. Sosyolojik olanı atlayıp medyadaki dönüşüm dâhil birçok gelişmeyi asli fail olarak AKP'ye bağlamak, süreçleri tersine okumaktır ve fazlasıyla politik demagoji niteliği taşır. Yeni sınıflar, yeni değerler yükselirken, kendi politik ve entelektüel kadrolarını oluştururlarken basın alanında da bir tasfiye ve yükseliş yaşanması olağandır. Zaten bunu okuyabilen insanlar yeni duruma uyum gösterirler, gazetelerine, televizyonlarına yükselen sınıflarla bağlantılı, temsili niteliği olan yeni bir jenerasyon yerleştirmeye başlarlar. Okuyamayanlar ise kurumları ve profesyonelleri ile birlikte mazi haline gelirler. Öte yandan bu yükselen toplumsal gücün kendisini ve etkisini sadece "muhafazakârlaşma" olarak değerlendirmek çok eksik kalır. Muhafazakârlığın o çok geniş fikir, hayat tarzı, ilişki biçimleri dahi Türkiye'deki dönüşümün çeşitliliğini ve renkliliğini kucaklamakta yetersizdir. Dumanlı, her iki yazısında arkadaki bu sosyolojiye işaretle medyadaki değişimi dile getiriyor. Gazeteciliğin evrensel birtakım ilkelerini de yeniden hatırlatıyor. Bunun ötesinde bir imayı yazıdan söküp alabilmek için ise hayli emek ve alın teri lazım.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT