1. YAZARLAR

  2. Sümeyye Demir

  3. Erdnigarek Navê Xwe Dıgere
Sümeyye Demir

Sümeyye Demir

Yazarın Tüm Yazıları >

Erdnigarek Navê Xwe Dıgere

14 Eylül 2009 Pazartesi 23:00A+A-

Gönül isterdi ki, tuşlarımla vücud bulan her bir kelimeyi, başlığımda olduğu gibi anadilimde yazabilseydim. Duygularımı, anlatmak istediklerimi, ayrıca ortak bir dil olan Türkçe ile tercüme edip, Kürtçe bilmeyen kardeşlerimin de anlamasını sağlayabilseydim.

Lakin, yıllar yılı uygulanan asimilasyon politikalarının bir neticesi olan ben, başarılmış bir kaybın ferdi olarak, kendi dilimi bilmeden, derdimi, sıkıntılarımı, özlemimi, acılarımı, farklı bir dilde ifade etmek zorunda kalıyorum. Zararın neresinden dönülse kârdır şiarınca, neredeyse tüm ülkeye sıcak ve olumlu dalgalar yayan, ‘Demokratik Açılım’ sürecine dört elle sarılma ve sonuna kadar gidileceğine olan umudumu sürdürme ihtiyacını taşımaktayım.

Adına her ne denirse densin, var olan bir yaranın tedavi edilmesi gerekmektedir. Hastalar ve hastalığa sebep olanlar, hep birlikte çözüm bulmak için çalışmak zorundadırlar. Geniş çaplı bir laboratuar ortamında, denek olarak kullanılanlar üzerinde yapılan hataların kabul edilmesi, dillerden düşmeyen ‘birlik ve kardeşlik’ kutsallarının ortadan kalkmaması için, köhnemiş metotların  terk edilmesi gerçeğinin kabul edilmesi gerekmektedir. Özellikle girilen bu süreçte, atılacak geri adımın, çok kötü ve ağır sonuçlar doğuracağının da akıllardan çıkarılmaması zorunluluğu vardır.

Geçmişten günümüze uzanan sosyolojik ve psikolojik tüm çalışmalar, iki tür gerçeği ortaya çıkarmıştır:

Birincisi, Kürt halkının tüm varlığıyla inkar edilmeye çalışılması (geçmişleri, hatıraları, hayalleri, gelecekleri, dilleri ve hatta dinleri)

İkincisi ise, birinci sorunu çözmek adına, mücadele için dağları mesken tutanların durumları.

Bu iki mevzu, ayrı ayrı çözülmesi gereken konular olmakla beraber, özü itibariyle aynı kaynağın neticeleridirler. Çözüm yolları arayanların, her ikisini birden çözme girişimlerinin, ikincide yaşanacak bir tıkanıklıkla sekteye uğrayacağı veya birinci meselenin çözümüne engel teşkil edeceği sinyallerinin verilmesi, öylece lanse edilmeye çalışılması, birilerince inadına olumsuz yönde dillendirilmesi, hedeften ve amaçtan saptırmaktan başka bir gaye taşımamaktadır.

PKK meselesi, zor ve daha uzun bir süreç gerektirecek olsa da (ki kolay olacağını kimse beklememektedir), birinci meselenin çözümünde, çoktan somut adımların atılmış olması gerekirdi. İkinci meselenin, askıda, müzakereler ve sözler bekleyip olgunlaşma sürecini yaşaması, diğer meselenin bertarafına ve zararların giderilmesine başlanmasına engel bir unsur olarak görülmemesi gerekmektedir.

Öncelikle, sıkça dillendirilen ‘Kürt halkının varlığı’nın kabul edilmesi (gerçek anlamda), dillerinde özgürlük, sosyal hayat standartlarında iyileştirme vs konuları, iki dudak arasından çıkacak bir nefes kadar kolay ve pozitif sonuçlar doğuracak bir gelişme olacaktır. Birlik ve beraberlik türküleri yakanların, samimiyetlerinin bir tezahürü olacak ve zedelenen güven duygularının pekişmesini sağlanacaktır.

Fakat ısrarla, ‘demokratik açılım’ sürecinde, birileri bu sorunun ortadan kalkmaması için çırpınıp durmakta. Çünkü bilmektedirler ki, bu mesele hal olursa, tutunacak dalları kalmayacak. Taraftarlarına gösterecek hedef bulamayacaklar. Ateşlerini her daim yanık tutmaya yarayan malzemeleri ortadan kalkmış olacak. Bu nedenle ulusalcılık, milli irade gibi sözlerle, tüm Türkiye genelinin sıcak baktığı bu gelişmelere, ‘ülke bölünüyor, vatana ihanet ediyorlar’ çığlıklarıyla karşılık veriyorlar ve at gözlüklerini çıkarmaktan korkuyorlar.

Ama tüm bu çığırtkanların saldırganlıklarına karşın, hükümet ise, girilen bu yoldan dönülmeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. Çünkü onlar da biliyorlar ki, pek çok manevi değerleri ellerinden alınmış olan bir toplum, aralarında yaşamakta ve var olmaya devam etmektedir.

Ve yine onlar biliyorlar ki, “isimler, temsil ettikleri manaları dile, yazıya ve hayata taşıyan simgelerdir. Bazı isimler ise ortak hafızanın ve tasavvurun seslerden ve harflerden örülmüş anlam katarlarıdır… İsimler; inançların, kültürlerin, dünya görüşlerinin emanetçisidir. Türkülerin, şiirlerin, ağıtların ifade aracı; öfke ve sevinçlerin aktığı mecradır…

Bunun içindir ki otoriter rejimler ilk olarak isimleri değiştirirler. İsmi değiştirilenin “özünün” de değişeceğine olan inançla hedef alınmıştır isimler, kelimeler ve diller. Beldelerin ismi değiştirildiğinde “belleklerin” de değişeceği umulmuştur.

Asimilasyon politikalarının en etkili yöntemlerinden biri, dilin ve kelimelerin değiştirilmesidir. Asimilasyon, kültürel etkileşim değildir. Süreç içerisinde gerçeklesen doğal bir değişim de değildir. Gönüllü bir kabulleniş ve içselleştirme de değildir asimilasyon. Asimilasyon, halkların baskıcı yöntemlerle “dönüştürülmesi” veya sofistike yöntemlerle başkalaştırılmalarıdır. Asimilasyon politikaları, özgür iradeyi ve seçme hürriyetini değil, cebir ve zorlamayı esas alır.”

İşte, böyle sıcak tartışmaların yaşandığı bu günlerde, Öze Dönüş Yayınlarından çıkmış bir kitap düştü kucağımıza. Yukarıda ‘Takdîm’ kısmından alıntılar yaptığım bu kitap, Türkiye’de yaşayan, özellikle Kürtlerin ve diğer bazı milletlerin yaşam alanlarının isimlerinde ve dillerinde yapılan asimilasyon sürecini sermektedir gözler önüne.

Bu kitap, Adını Arayan Coğrafya (Erdnigarek Navê Xwe Dıgere), 1992 yılında düşer ana rahmine. Günbe gün büyür, gelişir. 9 ay değildir doğuşu. Tam dört yıllık bir süreç akabinde tamamlar doğuş serüvenini. Fakat bitmez çilesi. Yıllar yılı güneşe hasret bir çiçek misali, özgürce şakıyacağı günleri bekler kapalı kutular arasında. Bu bakımdan yazarın gözbebeği (ilk kitabıdır), dertdaşlarının da umut ışığı olur kanımca. Aralanmayı bekleyen kapılar için, özlenen ışığın ilk hüzmelerini taşımaktadır sayfalarında.

Yazar, kitabıyla ilgili ilk çalışmalara 1992 de başlar ve 2 yıl sonunda bitirir. Ancak bu biten kitap, şimdi yayınlanan kitabın ‘İkinci Bölüm’ başlığıyla verilen kısmından ibarettir yalnızca. Bir süre sonra, yazar Almanya’ya yerleşmek zorunda kalır ancak, kitabını beraberinde götürmez ve ‘ağabeyim’ dediği, sayın yazar Burhan Kavuncuya emanet eder. O da, dönemin sıkıntılarından muzdarip olması dolayısıyla, daha emniyetli olması düşüncesiyle, kitabı bir arkadaşına emanet eder. Arkadaşıysa, evde çocuklar yırtıp atar korkusuyla (o zamanlar bilgisayar bu kadar yaygın değildir ve elle yazılır her şey. Ayrıca sevgili yazarımız, fotokopisini çekip çoğaltmayı da düşünememiştir. Tek nüshadır yazdıkları), alıp iş yerine götürür. Şiddetli bir yağmur akabinde, işyerinin sular altında kalmasıyla, yazarın kitabı da yok olup gider.

Yıllar yılı gezi yazıları yazmakta olan yazar, -ki bu yazar İbrahim Sediyani’den başkası değildir- yitip giden kitabı ardından hüzünlenirken, romanlaştırmayı düşündüğü, yazmakta olduğu gezi yazıları sayesinde, o kitabındaki bilgileri tekrar kaleme almış olduğu için, bir de buruk bir sevinç yaşar. Şimdi yayınlanan kitabının ikinci bölümünü oluşturan kısmına ek olarak, 11 yıllık bir aradan sonra, dünya ülkelerinde gerçekleştirilen asimilasyon çalışmalarını araştırır. 2 yıllık bir çaba sonunda, bu kitabının birinci bölümünü de tamamlamış olur.

Kitabın isminin konulmasının da ilginç bir hikayesi vardır. 1994 yılında, İstanbul’daki Nûbihar dergisi binasında, Şair Sabah Kara ile kitap hakkında istişare edip, nasıl yayımlatabileceklerine dair sohbet ederlerken, Sediyani bey, kitabına henüz bir isim koyamadığını ve güzel bir isim aradığını, yani “kitabın da tıpkı ele aldığı coğrafya gibi adını aradığını” söyler. Bunun üzerine, Şair Sabah Kara da kitaba “Adını Arayan Coğrafya” adını koyar.

Dilinin, bölgesinin ve özünün sevdalısı olan yazar, sadece güneydoğuda yapılan isim değişikliğini değil, gelişmelerden en fazla payını alan Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz’de; Kürtçe, Lazca, Arapça, Farsça, Hayca, Çerkezce, Ermenice, Gürcüce ve hatta Osmanlıca olan tüm il, ilçe, bucak, köy, mezrâ, dağ, ova, göl, nehir, çay, köprü gibi isimleri değiştirilen her şeyi mercek altına almış.

Yazar, “Bu çalışmanın amacı, şiddetli bir aczîyyet içindeki bölgenin, üzeri yarısaydam bir örtüyle örtülmüş ve gizlenmiş varsıl tarihini, sosyal ve kültürel birikimini, altında oldukları toprakların en semiz haliyle üstüne çıkarmaktır” diyerek, kitabı hazırlama gayesini, en sade ve en basit cümlelerle dile getirmeye çalışmış. Okurlarına, öncelikle sosyolojiden bahsederek, sosyal toplum olmanın gereklerini anlatmış. Buram buram İslam ahlâkı kokan kaleminde, ayrılıklardan ziyade, birleşmenin, birlik ve beraberliğin önemine değinmiş.

Kardeşlik ve önemine parmak basıp, bir olmayı, kardeşliği kavrayarak ve sahiplenerek başarabileceğimizi haykırmış. Toplumumuzdaki ‘milliyetçilik ve ümmetçilik’ kavramlarının kör noktalarını dillendirmiş. Kitabını esas olarak, kendisine prensip edindiği “Mârifet, aynı gözle yüz değişik ülkeyi gezmek değil, aynı ülkeye yüz değişik gözle bakabilmektir” cümlesi çerçevesinde ve anlam bütünlüğüyle yazma çabası içinde olmuş ve bunu da başarmış.

Adını Arayan Coğrafya adlı bu kitap, ‘Dünyada Asimilasyon’ ve Yurtta Asimilasyon’ olarak iki bölümden oluşmaktadır. ‘Yurtta Asimilasyon’ kısmındaki çalışma tam 40 il, 368 ilçe ve 7526 köyü kapsamaktadır. ‘Dünyada Asimilasyon’ bölümünde, dünya ülkelerinde, yerleşik halkın asıl isimlerinin değiştirilmesi, şuan ki isimleri ve orijinal isimleri yer almaktadır. Beş kıtayı kapsayan bu çalışma, asimilasyonun ne boyutlara ulaştığını gözler önüne sermesi açısından takdire şayandır. Ayrıca, sadece değiştirilmiş isimlerin yazılması değil, tüm detaylarıyla isimlerin nereden geldiği ve neden bu isimlerin verildiği bilgilerinin yer alması, konunun meraklıları açısından, daha bir önemli olmakta ve kaynak niteliği taşımaktadır.

Kitapta ikince bölüm olarak kendine yer bulan ‘Yurtta Asimilasyon’ kısmı, birinci bölüme oranla daha çok dikkat çekecek niteliktedir. Özellikle ülkeyi ve asimilasyon denekleri olarak kullanılan halk göz önüne alındığında, bu bölümün neden daha etkileyici ve önemli olduğu anlaşılacaktır.

İlk olarak Kürdistan olarak bilinen bölge ve bölge halkı hakkında, geçmişi çook uzun dönemlere rastlayan tarihi bilgiler verilmiş, Kürdistan coğrafyasının tarihinin, insanlık tarihiyle yaşıt sayılacağını anlatmış, bunları, araştırmaları, delilleri ve ünlü aydınların kanaatleriyle pekiştirmeye çalışmış. Nuh tufanından sonra kurulan ilk yerleşim merkezinin Şırnak (Şehr-i Nuh) olduğunun bilgilerini vererek, okuyucuyu, okudukça derinlere ve akla gelmeyen/getirilmek istenmeyen gerçeklere doğru bir yolculuğa çıkarmış.

Kitaptan, kişisel olarak ilgimi çeken bazı bölümleri sizlerle paylaşmak isterim:

“"Cûdi" adı, Kürtçe bir ad olup, "cû" (yer, sığınılacak yer) ve "di" (gördü, buldu) sözcüklerinden oluşmuştur ve "kendine ğınacak bir yer buldu" demektir…

Nemrûd’un oturduğu saray, yani krallık merkezi, bugünkü Adıyaman (Semsur) vilâyetimizin sınırları içindeydi. Bugün bile Adıyaman’da bir dağın adı Nemrûd Dağı’dır. Nemrut, Allah’a karşı isyanda aşırı gidip, ilahlık taslayan ve kendisinin ölümsüz olduğunu bildiren bir kraldır. "Nemrûd" adı, zaten Kürtçe bir kelime olup "ölümsüz" demektir…

İkinci hâlife Hz. Ömer (ra) tarafından Medîne-i Münevvere’den Kürdistan’a gönderilen, İslâm ve adalet akıncılarının komutanlığını Bekr ibn-i Vail (rh. a) yapıyordu. Kürtler Müslüman olunca, Bekr ibn-i Vail’in onuruna, Kürdistan’ın merkezi olan Amed sehrine, "Diyar-ı Bekr" adını verdiler. Diyar-ı Bekr (Diyarbekr, Diyarbekir) adını sehre Arap akıncılar değil, Kürtler’in kendisi verdi. Böylece Kürdistan’ın merkezi olan şehir, Kürt halkına İslâm’ı teblîğ eden ve Müslüman olmalarına vesile olan, yiğit komutan Bekr ibn-i Vail’in adını büyük bir onurla taşımaya başladı. Ancak 1923’te kurulan laik Kemalist rejim bu ismi atıp, 1937 yılında şehrin adını "Diyarbakır" yaptı…

Osmaniye vilayetimizin eski (gerçek) adı “Cebel-i Bereket” olup, Arapça’da “bereket dağı” demektir. Bu ile bağlı Bahçe ilçesinin ise eski (gerçek) ismi “Baxça Haleb” olup “Halep bahçesi” anlamına gelir…

Çerkes” (Ser-kes) sözcüğü Osmanlı dönemlerinde Kafkasya halklarına verilen genel bir isimdir ve “savaşçı kişi” anlamına gelir. Yaşam beldelerinin isimlerinin değiştirilmesi yetmemiş, 1934 Soyadı Kanunu ile, geleneksel aile adlarını, soyadı olarak kullanmaları bile yasaklanmıştır…”

Bu kitapta yer alan, isimleri değiştirilen bazı şehirler ve eski isimleri:

Erdehan (Ardahan), Adalya: Antalya, Artemya (Gönen), Fırt (Susurluk), Elih (Batman), Bebrikya: Kocaeli, Astakuz (İzmit), Bitinya: Bolu, Kelis (Kilis), Belokome: Bilecik, Dar’un- Nasr: Tokat, Duriliye: Eskişehir, Engurî: Ankara, Kilikya (Adana), İslâmbol: İstanbul.

Türk alfabesi, Kürtçe kelimeleri yazmakta yetersiz kaldığı için, yazar, Türk alfabesinde olmayan harfler kullanmış, kitabın sonuna da, bu harflerin telaffuzuyla ilgili alfabe koymayı unutmamıştır.

Dünya ülkelerinin şehirlerinden denizlerine, ülkemizdeki şehirlerden nehirlere, hep isimlerin kütükleri işlenmiştir boncuk boncuk. Yani her köyün, şehrin, denizin, dağın kafa kağıdı anlatılmıştır tabiri caizse. Bu yüzden ben bu kitap için, ‘İsimler Tarihi’ de denebileceğini düşünüyorum.

Özellikle de, sancılı geçeceğe benzeyen şu dönemde, çözüm arayıcılar içinde bulunmaz bir kaynak niteliğindedir Adını Arayan Coğrafya. Renkli kişiliği, ilgi alanları, ilginç ve değerli çalışmaları bulunan değerli yazar İbrahim Sediyani beyden, nice böyle güzel çalışmalar istemek hakkımız olsa gerek.

Adını Arayan Coğrafya’nın, alınacak ve ilgiyle okunacak bir kitap olduğu kanısındayım. Anlamlı ve yoğun bir çalışmanın neticesi olan bu kitabın içinde, tarihe yolculukta, tüm okurlara iyi seyirler.

Bı slav û hêvi.

YAZIYA YORUM KAT

15 Yorum