
Ebu Şavki hayatı boyunca Siyonist işgale direndi
Onun yokluğu sadece bir akraba veya komşunun kaybı değil, bizi Gazze'ye bağlayan hikâyelerin koruyucusu olan yaşayan bir arşivin ortadan kaybolmasıdır.
Ahmad Sbaih’in The Electronic Intifada’da yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
Bazı hikâyeler kitaplardan gelir, ancak sizi şekillendiren hikâyeler genellikle tam önünüzde oturan insanlardan gelir. Bu hikâyeler, sizin hiç yaşamadığınız ama bir şekilde miras aldığınız yılları da beraberinde getirir.
Benim için bu hikâyeler Ebu Şavki aracılığıyla geldi.
Ebu Şavki, babamın amcası ve en yakın arkadaşım Mahmud'un dedesi olan Ziad Sbaih'ti.
1947'de, Nekbe'den bir yıl önce, Gazze'de doğdu. Nekbe, 1948'de Siyonist milisler tarafından Filistin halkının Filistin'in büyük bir kısmından sürülmesidir. O, benimkinden çok farklı, ancak kan ve coğrafya ile bağlı olduğu bir dünyada yaşıyordu.
Çocukken, neredeyse her sabah Mahmud'u beklemek için Gazze Şehrindeki Ebu Şavki'nin evine, al-Daraj mahallesindeki el-Sahabe caddesine giderdim, böylece birlikte okula yürüyebilirdik.
Ebu Şavki'nin mini marketi evlerinin ön kapısının hemen dışında bulunuyordu ve raflarında kurabiye, çay ve konserve ürünler diziliydi.
Market, sokaklar günün gürültüsüyle dolmadan çok önce, sabahın erken saatlerinde açılırdı. Mahmud gelene kadar onunla otururdum.
Bir gün meraktan ona, sadece bir mini market işleterek nasıl bu kadar büyük bir binaya sahip olabildiğini sordum.
Bana yarı gülümseyerek baktı ve “Eskiden müteahhittim. 30 yıl çalıştım. Senin yaşadığın evi ve bu mahalledeki tüm ailemizin evlerini, senin benim büyük binam sandığın ev dâhil, ben inşa ettim” dedi.
Orada oturmuş, şaşkın bir şekilde dinlediğimi hatırlıyorum.
Büyükbabalarımızın ve büyükannelerimizin biz doğmadan önce, bizim hayal bile edemeyeceğimiz hikâyeler ve başarılarla dolu bir hayatları olmuş olabilir miydi? O anda onu tamamen farklı bir gözle gördüm, sadece sabahları bana hamur işleri – Gazze'de kek dediğimiz şeyleri – veren adam olarak değil, çevremdeki dünyanın büyük bir kısmını inşa eden biri olarak.
Mahmud merdivenlerden indi ve sabah yine ilerlemeye başladı. Ayağa kalktım ve çantayı omzuma astım.
Ben gitmeden önce Ebu Şavki kekleri elime tutuşturdu.
Okulda, bu fikir aklımdan çıkmadı. Kurabiye ve çay tezgâhının arkasındaki bu adam, etrafıma duvarlar ören, altında uyuduğum tavanı inşa eden adamdı.
Hikâye anlatıcısı Ebu Şavki
O andan itibaren, Ebu Şavki ile oturmak zaman geçirmek değil, dinlemek anlamına geliyordu, sanki her hikâye beni hiç tanımadığım bir hayata bağlayan bir parça bilgi, bir ipucu içeriyormuş gibi.
Mini markette geçirdiğim o sabahlar beni başka bir Gazze'ye götürdü; hiç yaşamadığım ama onun sözleriyle somutlaşmaya başlayan bir Gazze'ye.
Sık sık 1950'lerde el-Sahabe caddesinde geçirdiği çocukluğunu özlemle anlatırdı.
Gözlerini kapatır, annesinin yemeklerini ve ailenin yerde daire şeklinde toplanıp birlikte yemek yediklerini hatırlardı. En çok özlediği şey, kil fırında pişirilen taze, altın rengi ekmek, evi dolduran sıcaklığı ve kokusuydu.
Annesi ev hanımıydı, babası ise inşaat işçisiydi. Ebu Şavki'nin iki büyük kardeşi vardı, - biri dedem Ebu Adel, - ve beş küçük kardeşi.
Savaştan iki yıl önce vefat eden dedemden hem üzüntü hem de sevgiyle bahsederdi.
Bu soykırım savaşı sırasında, dükkânını kapatsa bile, geniş ailem öğleden sonra ara sıra güneşin ısıttığı kapısının önünde toplanır, onunla sohbet eder ve hikâyelerini dinlerdi.
Torunlarından sandalyeleri getirip daire şeklinde dizmelerini, eşinden de misafirlere çay hazırlamasını isterdi. Ortada oturur, kucağında tahta bastonu, elinde bir bardak sıcak çay ile tüm ailenin gelip etrafına oturmasını beklerdi.
Sonra bize hikâyelerini anlatırdı.
İkinci cildimiz
Ebu Şavki genellikle biri eski mahalle, belirli bir bina veya bir fotoğraftaki yüz hakkında basit bir soru sorduğunda konuşmaya başlardı. Cevapları asla kısa olmazdı.
Hikâyelerini önceden hazırlamaz ya da dramatik bir başlangıçla işaretlemezdi; hikâyeler doğal bir şekilde sohbete girerdi.
Yaşadıklarımız, dedi, katliamlar, açlık, sonsuz kitlesel göç, yeni değil – sadece daha keskin, daha acımasız. Filistinlilerin zorluklar içinde doğduklarını, bunları ikinci bir deri gibi taşıdıklarını söyledi: işgal, kuşatma, evlerini terk etmeden sürgün.
Nekbe sonrası Gazze'deki çocukluğunu, kendi toprağında sürgünde geçen bir hayat, atalarının topraklarını miras aldığın halde bir davetsiz misafir gibi muamele gördüğün garip bir varoluş olarak tanımladı. İstikrar, onun için hiç deneyimleme şansı olmayan bir şeydi, çünkü istikrarın ne demek olduğunu bile bilmeden çok önce ondan çalınmıştı.
1967'deki Naksa, ya da gerileme, Ebu Şavki'nin hayatında bir başka dönüm noktası oldu; Gazze'nin tanıdık sokakları savaş, yerinden edilme ve işgalin ağır varlığıyla yeniden şekillendi.
Ebu Şavki, “Sürekli tetikteydik” dedi. “Askerler sokaklarda devriye geziyordu, onların varlığı bize her gün kendi topraklarımızı kontrol edemediğimizi hatırlatıyordu.”
Sokağa çıkma yasağı aileleri evlerine hapsetti ve keyfi tutuklamalar toplumda korku oluşturdu.
Yine de Ebu Şavki, komşuların bir araya gelerek direnme, onurlarını koruma ve kültürlerini muhafaza etme yollarını tartıştıkları gizli toplantılardan bahsetti.
Topraklarını seven adamlar
Naksa ve onu izleyen yıllar, Ebu Şavki'nin hayatının en zor dönemiydi.
Ebu Şavki direnişin bir parçasıydı ya da kendi deyimiyle “topraklarını seven adamlar”dı. Onlar “sadece onurlarını ve bir insanın en temel haklarını korumak” istiyorlardı.
1972 yılında, İsrail ordusunun yıllarca süren acımasız baskısından sonra, o ve yoldaşları işgalle yüzleşmeye karar verdiler.
O gün yaşanan kaosun ortasında, bir kurşun omzuna saplandı. Toz ve kan kokusunun havayı doldurduğu evine çekilmeyi başardı.
Babası, elinde sadece bir mutfak bıçağıyla kurşunu çıkardı. Ağrı kesici yoktu, sadece dişlerinin arasında bir bez ve ellerini sımsıkı tutan karısı vardı.
Ebu Şavki bize omzundaki kurşun izini gösterirken, üstümüzde durmadan vızıldayan insansız hava araçlarının sesi dikkatini hikâyeden uzaklaştırdı.
78 yaşında işitme yetisi pek iyi değildi ve insansız hava araçlarının sesi işitmesini daha da zorlaştırıyordu. Onun bizi duyabilmesi için yüksek sesle konuşuyorduk.
“Gökyüzündeki bitmeyen vızıldama mahallemizin ahengini çaldı” dedi üzüntüyle.
Ebu Şavki, o günden sonra ailesinin, hayatta kalmak için aşağılanmaya katlanmasını ve savaşmayı bırakmasını istediğini, Gazze'de tek erkek onun olmadığını, başka birinin direnişi sürdüreceğini söylediğini anlattı.
Ebu Şavki onlara, kendi topraklarında aşağılanarak onursuz bir şekilde yaşamak, ölmekten farksız olduğunu söyledi. Onun için mücadele asla sadece kendisine ait değildi, tüm Filistinlilerin davasıydı.
Bu son savaş uzadıkça ve açlığımız derinleştikçe, sesi giderek zayıfladı. Kıtlık kimseyi esirgemiyor, bedenleri beslenmeye ihtiyaç duyan ve varlıkları tüm toplumu bir arada tutan yaşlıları bile.
Soykırımın başlamasından yaklaşık bir yıl sonra hikâyeler anlatmayı bıraktı, düşüncelerini toparlamak için değil, nefesini toplamak için ara verdi. Bir zamanlar bastonunu sıkıca tutan elleri titremeye başladı.
Bir öğleden sonra, hiç dışarı çıkmadı.
Hasta değildi, bizim anladığımız anlamda hasta değildi.
Açlıktan ölüyordu. Sadece yemek için değil, ilaçlar için de.
Vücudunu ve iradesini güçlendirmek için vitaminler gibi temel şeyleri bile temin edemiyorduk.
Haftalarca yatakta yatarak, zaman ve hastalıkla zayıflayan Ebu Şavki, 2 Temmuz 2025'te 78 yaşında vefat etti.
Onun yokluğu sadece bir akraba veya komşunun kaybı değil, bizi Gazze'ye bağlayan hikâyelerin koruyucusu olan yaşayan bir arşivin ortadan kaybolmasıdır.
*Ahmad Sbaih, Gazze'de yaşayan bir yazardır.











HABERE YORUM KAT