1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. Düşünü Erken Gören Çocuk
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Düşünü Erken Gören Çocuk

30 Nisan 2009 Perşembe 18:19A+A-

Öyküler, insan iletişimini duyarlı hale getiren bir güce sahip olan bir konuşma biçimi olarak bir insandan diğerine anlatılmayı hedeflemektedir. Sürekli ve bir öncekinden farklı olarak gerçekleştirilen söz konusu anlatma biçimi, insanın en temel çabası olan anlatma uğraşının bir yansımasıdır. Bu anlamda bir tür ruhsal bir gıdadır.

Erol Hızarcı Toprakaltı Sarayları, adını taşıyan öyküler toplamında yoğunlaştırdığı sosyolojik, psikolojik derinlikle ilgi topluyor ilkin. Öykü kişilerinin anlatımında, öykü atmosferinin yansıtılmasında gösterdiği başarıyla da dikkati çekiyor yazar

 Toprakaltı Sarayları, öyküler toplamında on öykü yer alıyor: Akasyalar, Kıpırtısız Beşikte Bir Yağmur Damlası, Ardından, Uykusuz, Gecenin Ortasına, Buluşum, Aksak Kaldırımlar,, Toprakaltı Sarayları, Algın Bir Sessizlikte ve Ertelenmiş Günbatımları

 Bana kalırsa, birbirinden yalıtılmadan, birbirleri arasındaki anlam bağları koparılmadan okunmak zorunda Toprakaltı Sarayları. Öykülerin en önemli yanlarından biri çocukluk dünyasının düşselliğini, masumiyetini ayrıntılı bir biçimde okura sunabilmiş olmasıdır. Çocukluk yıllarından anların, anıların getirildiği satırlar hemen ilk öykünün, “Akasyalar”ın girişinde karşılar bizi: “Kadınlar, bütün günü ortak avluda geçirirlerdi. Gece, erkeklerindi. Çamaşır tekneleri, oturaklar, avluda büyüyen köpek ve yavruları bütün günü kucaklardı. Bir de akasyalar. Kokularıyla uyur, uyanırdım. Çocuktum. Severdim yağmuru. Gezgin yeller uğrardı evimize. Biz pencere ardında beklerdik. Kış gecelerinde, mısırların odada patlayan seslerinden ürkmezdik de, nedense gökgürültüsü epeyce sıçratırdı bizi yerimizden. Akasyalarla avunurdum.”(s. 9)

Elleri ceplerinde çocukların sokakta başlayıp evde biten hayal ülkeleri, arayışları, iz sürmeleri oyunlar, oyunlardan sonra ıssızlaşan sokaklar,  uçurtmalar, ninniler ve daha birçok unsur yanında çocukların arayışları ve kaçışları kitabın derin yüzeyinde yuvalanmıştır. Yine son iki öyküde; Algın Bir Sessizlikte ve Ertelenmiş Günbatımları’nın satırlarında da özel adsız çocuklar dolaşır. Baştan sona çocuklar dökülür bu öyküler toplamından denilse yeridir hani.“Herkes bir gün terk ettiği masumiyetine dönmek ister” (s. 104)çünkü.   

 Yer yer betimlemeli uzun anlatımlara rastlansa da genel olarak taze, duru, içten, saf havasıyla dikkati çekiyor Toprakaltı Sarayları. Çocuklar, hasta bir çocuğun düşleri, özlemleri, hiçbir şeyin engelleyemeyeceği sonsuz merakı işleniyor öykülerde. Böylesine yoğun kılınmış bir anlatı bütünlüğünün, okurda çok derinlere inen tatlar bırakmaması düşünülemez. Bu arada dilsel yetkinliği de dikkati çekiyor yazarın. Bu noktada özellikle dikkatimi çeken öykülerden biri "Kıpırtısız Beşikte Bir Yağmur Damlası". Çeşmeden damla damla düşen ama çok hızlı düştükleri için bizim bir bütün gibi gördüğümüz suların öyküsü bu. "Su damlaları tam yedi renkmiş. Biz o renkleri, yalnızca bir renk gibi görürmüşüz. Gördüğümüz denizler, göller, ırmaklar, dereler aslında hep ayrı ayrı su damlacıklarıymış. Yedi renkmiş denizler. Biz nasıl görünüyoruz acaba?"

"Kıpırtısız Beşikte Bir Yağmur Damlası" adlı öyküde başlayan çocukluk hastalıkları "Ardından"da da devam eder. Çocukluk hastalıklarını “başucumuzda bekleyen annelere” benzeten yazar “Ardından”da kızamık olduğu zamanlarda kendisine arkadaş olması için alınan ve adı da "Kızamık" konan bir kanaryayla çocuğun öyküsünü anlatır. Hani o herkesin çocukken bulaşıcı bir hastalığa yakalandığında hissettiği yalnızlık duygusundan bahsediyor öykü. Erol Hızarcı, galiba düşünü erken gören bir çocuk. Kendi deyişiyle "Düşünü erken gören çocuğun uykusu kaçar. Kalkıp gider peşinden. Sulara atılacakken yengeç yolunu keser. Ne o size deniz dibinde yaşamayı öğretebilecektir, ne de siz ona düz yürümeyi… Ama anlatılabilir bunlar…" Anlatılıyor....”

  Bu öykü anıların içinden çıkıp gelmiş bir öykü olduğu kadar çocukluğun hallerine değin anlatımıyla da dikkati çekiyor. Birkaç alıntı bunu ortaya koyacaktır: “Çocuklar yalnızlıklarıyla ilk kez, hastalandıkları zaman buluşur. Ateşlenirler, yüzleri kızarır. Oyun saatleri onlar için geçerli değildir. Akranlarından uzak tutulur, erişkinlerin koruması altına alınırlar. Çocuklar özlemeyi, beklemeyi hastayken öğrenirler. Bir de yalnızlıktan korkmayı. Samimiyet bayrak yarışında olduğu gibi birinden diğerine geçen bu hastalıkları bir anda salgına dönüştürebilir. Bu yüzden, erişkinler dikkat etmeli hasta çocuklara. Çünkü yalnızlık doğasına aykırı bir hastalıktır. Bulaşıcıdır”(s. 19)

Öte yandan çocukluk hastalıklarının genel gelip geçiciliği ile erişkin hastalıkların geçip gitmezliğine değinirken şunları düşüyor satırlarına Hızarcı:“Çocukluk hastalıkları, ilk konuklarımızdır. Şöyle bir uğrayıp giderler. Erişkin hastalıklarıysa, bir ev sahibi gibi ağırlar, sonra uğurlar hepimizi.”(s. 20) Ardından’ın ikinci kısmı büyük ölçüde Uçan Kaz’ı anımsatan satırlarla örülüdür.

Rilke’nin  'İyidir uzun uzun düşümek/ yitirilen hakkında bir şeyler söylemek için...' deyişini anımsatan çocukluk felsefesine kapı aralayan karşıtlıklar da yok değil öykülerin söylem evreninde. Hatta bu yönüyle bu öykülerin denemesel öyküler olduğunu düşünebiliriz. Diğer yandan şunu belirtmek gerekir ki, öyküler şiirsel değerlerle doldurulmuştur. Buradan yeni bir melez edebi tür elde edilebilir. Örneğin böyle bir türe, öykü-şiir, nesir-şiir, öykü-deneme diyebiliriz. Örneğin çocukların oyunları ve yürümeleri üzerinden yetişkinlerin pazarlıkçı ve aceleci dünyasına uzanan şu satırlar bu yargıyı doğrular: “Çocuklar oyunlarında kendileri oynar. Kendilerini oynarlar. Erişkinler kartları dağıtır, piyonları paylaşır, ellerindeki kozlarını çarpıştırır. Onlar askerlerine hükmeden komutanlardır artık. Uyumu, birlikte atılmış adımlarda arayan gündelik hayat kurmayları. Süslü törenlere boğulmuşluklarıyla gençliklerinden erken emeklidirler. Kurcaladıkça bozulan anılarını bir köşede bekletirler. Askerleriyle oynayarak rakipleriyle savaşırlar. Kuşandıkları üniformalar, takındıkları apoletler yalnızca kendilerini bağlar. Oyunun dışında tutarlar kendilerini. Yıllar yılı kazanıp biriktirdikleri askerlerini maliki oldukları duygularının komutasında çarpıştırarak hayatın dışına çıkmışlardır.

Uzaktan idare ederler olup biteni.

Çocuklar yürür, erişkinler bir yerden bir yere gider. Yürümek de yaşamak da başlı başına bir üretimdir çocuklar için.  Koşturdukları arsaları, üstünde yuvarlandıkları otlukları, yürüdükleri yolları oyun arkadaşı belleyebilirler. Karşıdan karşıya geçerken çocuklar erişkinlere el vermeli. Diğer ucuna varamadıkları yolların kendi eserleri olduğunu anlatmalılar onlara.

Çocuklar oynar, erişkinler yönetir. Uzamakta olan çocukların eklemlerinde ağrılar çekmesi misali, büyüyen çocuk erişkin olasıya sancı çeker. Göç sızıları”(s. 109-10)

 Oyuncaksız çocukların yollarda oyun oynamasının matemli sonuçlarına da uzanarak içinde bulunduğu kent ortamının oluşturduğu yıkımlara eleştiri getirir. Lakin bağırarak yapmaz eleştirilerini. Usul usul yapar. Zaman zaman bunalımlı satırlara da rastlanır.

“Buluşum”da da yazar çocukluk yıllarında öğretilen kır şarkılarının coşkulu ezgilerini anımsar.

Kitaba da adını veren Toprakaltı Sarayları adlı öykü, yazarın, yazmadan önce yazı sancısı çeken, kendini uzun uzun yazmaya hazırlayan yanını gözler önüne seriyor. Erol Hızarcı yazarak anlatmaya başladığında sessizliğini anlatır derinliğinde anılarının. Yazıya dökülen iç sızılarıdır, bilinçaltıdır, çocukluğun en bulanık labirentleridir, kökleridir. Kısaca yazar tersanesinde inşa ettiği kâğıttan gemide çocukluğunun kurumayan köklerine uzanarak oradan beslenir: “Küçük çocuk düşeri akıverir” öykülerine.

YAZIYA YORUM KAT