1. YAZARLAR

  2. Sümeyye Demir

  3. Doğuyu Kucaklamak
Sümeyye Demir

Sümeyye Demir

Yazarın Tüm Yazıları >

Doğuyu Kucaklamak

12 Mart 2009 Perşembe 04:53A+A-

Kürt meselesi/sorunu(!) hassas bir konudur. Laiklik, demokrasi, Ermeniler ve hatta özgürlükler konularının olduğu gibi. Olayların kökenine indiğinizde, karşılaştıklarınızın insanı dehşete düşürecek boyutta olduğu görürsünüz. Türkiye gerçeğinin vazgeçilmezi olan bu mevzu, esnemeye ve esnetilmeye fazlasıyla müsaittir. Bu civarlarda gezinmek, dipsiz kuyularda gezinmektir.

Etki alanının sanıldığından geniş olması, etkilerinin azımsanmayacak kadar bol bulunması, çok yakın tarihimizde yaşanan yürek yangılarının hala soğumaması ve hatta her fırsatta küllenmesinin devam ettirilmesi, nice kanların akması, içlerin sızlaması, bu uğurda her nevi zulüm ve işkencenin reva görülmüş olması; muhataplarına tetikte ve pür dikkat olmayı zaruri kılmaktadır. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi kabilinde bir şeydir bu ve olağandır.

Mevcut sistemin statükosunu koruma kavgası, yıllar yılı aynı toprakları paylaşan bir milletin acılarla hemhal olmasına neden olmuştur. Geçen zamana, ilerleyen teknolojiye ve modernleşme sürecine giren bir döneme rağmen, yaşatılan acıların dindirilmesi yoluna gidilmesi gerekirken, ya böyle bir zulüm hiç olmamış gibi davranılmaya çalışılmış, ya da üstüne üstüne gidilerek ateş körüklenmeye çalışılmıştır.

Türkiye tarihi incelendiğinde, yeni devletin şekillenmeye başlamasıyla, Kürtler için de yeni yol haritası ve sancılı günler hissettirir kendisini. Barış ve kardeşlik nutuklarıyla yeni devlete bağlılıkları sağlanan Kürt halkı, yine aynı devletin çizdiği politika nedeniyle, yaşadığı/yaşayacağı en büyük zulümlere gebedir artık.

Daha 1919’larda, teşkilatlanma adına kongreler sürerken, Kürtler mevzusunda düşünceler başlamıştır. İngilizler eliyle kurulması düşünülen Ermeni devletini bertaraf etmek, ülke içinde iç çatışmaları önlemek, güç birliği sağlama gibi nedenlerden ötürü, hep Kürtler için kalıcı sonuçlar ve adil kararlar alınmasından ziyade, oyalama, zaman kazanma, ağza parmakla bal çalma metotları geliştirilmiştir.

M. Kemal, kongrelerin hazırlıkları aşamasında, “Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Diyarbakır'daki Kürt Kulübü'nün üyesi Kamil Bey'e ve Diyarbakır'lı Cemil Paşazade'ye çektiği telgraflarda, İngiltere'nin bağımsız Kürdistan'ı Ermeni çıkarlarına kurban etmeye çalıştığını, hâlbuki Kürtlerin ve Türklerin kardeş olduğunu söyledikten sonra ‘Bizim varlığımızın Kürt'lerin, Türk'lerin ve bütün Müslümanların yardımına ihtiyacı var. Genel olarak hepimiz bağımsızlığımızı korumalıyız ve ülkemizin bölünmesine izin vermemeliyiz. Ben Kürt'lere, Osmanlı Devletinin parçalanmaması şartı ile, onların gelişmesine ve ilerlemesine vesile olacak bütün hukuk ve imtiyazın verilmesinden yanındayım’ diyordu.”(Ayşe Hür)

Düşüncelerin böyle olduğu dillendirilmiş olsa da, ne hazindir ki, yapılan kongrelere (Erzurum-Sivas) Kürt delegeler ve temsilciler katıl/amamıştır.

“…

Böylece Kürt milliyetçiliğinin temsilcileri olmadan toplanan Erzurum Kongresi'nin 7 Ağustos 1335/1919 tarihli Beyannamenin 1. maddesinde Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Mamuretülaziz(Elazığ), Van, Bitlis Vilayeti dahilindeki toprakların ve üzerlerinde yaşayanların ayrılamayacağı ifade edilerek, Türk milliyetçilerinin Misak-ı Milli söylemi kağıda geçiriliyordu. Beyannamenin 8. maddesinde ise Wilson'un 'milletlerin kendi kaderini tayin hakkı' prensibinin geçerliliği vurgulanıyor, konunun toplanacak 'milli meclis'te ele alınacağı vaat edilerek, deyim yerindeyse, Kürtlere 'havuç' uzatılıyordu.”(Ayşe Hür )

O günlerde tohumları atılan ‘ulusalcılık’ hastalığının, şu sıralar sıkça internete düşen paşaların konuşmalarının deşifrelerinde, Ergenekon örgütünün yaptıklarında, karşı savunmaya geçenlerin dillerinde ve kalemlerinde nasıl büyütüldüğü, beslendiği ve bir kanser gibi köklerini derinlere saldığı görülmektedir. Bu öyle bir hastalıktır ki, amacı kendi çıkarları için halkı bezdirmek, parçalamak, bölmek, ekonomik sıkıntılara düşmeyi önemsememek, ülkede sürekli kaos ortamının varlığını sürdürmek ve dünya ile bağları kopartıp, kendi kriterlerindeki bir yönetimin devamlılığını sağlamaktır.

Pek çok konuların olduğu gibi, Kürtler mevzusuda özellikle her dönem seçimlerin yaklaşmasıyla popülaritesini arttırmaktadır. Kürt halkı, kendisini vatansever, Kürt sever, adil ve özgürlükçü liderlerin sevgi selleriyle(!) mest edilmeye çalışılır. Kardeşlik, ayrılmazlık, bölünmezlik, ‘size dokunan bize dokunmuştur’ mealinde söylemler uçuşur havalarda. Elbette on yıl öncesine göre dahi müthiş bir gelişme yaşanmıştır Kürt halkı ile ilgili. İnsanların ‘Kürdüm’ demeye korktuğu günler çok eskilerde kalmadı. Daha birkaç yıl öncesinden bahsediyoruz. Ağzını konuşmak için açtığında, şivesinden dolayı aşağılama mimikleri silinmiyor hafızalardan.

Hastaların Türkçe bilmediği için yüzüstü bırakılması, asimile olmaları için en yoğun çabalara girişilmesi, son kuruşuna kadar vergilerini aldıkları halde yollarının, hastanelerinin, okullarının, devlet binalarının, barajlarının, köprülerinin yapılmaması, sanayinin oralara götürülmemesi/hep tehirli, bin bir nazla götürülmesi, sistemli bir politikanın ürünüydü elbet. Kürk halkını bezdirmek, başlarını dikleştirmelerine, haklarını aramalarına izin vermemek, imkan dahilinde hep bir sürü misali güdülmelerini sağlamak.

Milyonlarca halka inat, İzmir, İstanbul, Adana, Konya, Bursa, Edirne ve doğu dışında kalan diğer illere gösterilen her nevi ehemmiyet, ısrarla ora halkının şehirlerinden esirgenir. Her daim suçlu, terörist, kavgacı, bozguncu addedilir Kürt halkı. 4. sınıf insan muamelesine maruz bırakılarak soyutlandırılırlar ülke gerçeklerinden, hayattan, teknolojiden ve insanlardan. Onlara sadece amelelik, çiftçilik, ırgatlık gibi meslekler reva görülür. Eğitim onların neyine zihniyeti hâkimdir genelinde.

Bu zulümlerin en önemlilerinden birisi ise dillerini katletmek/katletmeye teşebbüs etmektir. Dil, bir milletin varoluşunun en önemli simgesi/işareti/hayat kaynağıdır. Milleti bir arada tutan, öz benliğini kaybetmemesini sağlayan, kendini bilmesini unutturmayan bir öğedir dil. Öyle olmasaydı eğer, daha 25 Mart 1912’lerde kurulmazdı Türk Ocakları. Türk Ocaklarının amacı, 1912 tarihli ilk tüzüğünde (o zamanki adıyla nizamnamesinde) şöyle ifade edilir: “Cemiyetin maksadı, akvam-ı İslamiyenin bir rükn-i mühimi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve âlâsıyla Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmaktır”.

Bu madde 1918 kongresinde tadil edilerek “Ocağın maksadı, Türklerin hersî birliğine ve medenî kemaline çalışmaktır.” şekline dönüştürülmüştür. Günümüzde ise Ocak tüzüğünün 2. maddesinde yer alan amaç şu cümlelerle dile getirilir: “Dernek, millî kültürün (hars), ahlâk ve fikir hayatının geliştirilmesi, millî birliğin kuvvetlendirilmesi, toplum yapısının sağlamlaştırılması ve Türklüğün yüceltilmesi amacıyla kurulmuştur. Kısaca Türk Milliyetçiliği olarak da adlandırılan bu amaç, derneğin Millî Ülkü (mefkûre) südür”.

Türk Tarih Kurumu, ilk kez M. Kemal’in emri ile 1930 yılı Nisan'ında Türk Ocağı Merkez Heyetine bağlı "Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Encümeni" adı altında 16 üye ile kurulmuştur.
Atatürk'ün kurucusu ile koruyucu başkanı olduğu Türk Tarih Kurumunun amacı, Türk tarihi ile Türkiye tarihini, bunlarla ilgili konuları incelemek, elde edilen sonuçları her türlü yollarla yaymaktır.
Türk Ocaklarının kapanması üzerine 15 Nisan 1931'de, üyeleri "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" adı altında bir dernek kurmuşlar, dil devriminden sonra derneğin adı M. Kemal tarafından 1935 yılında "Türk Tarih Kurumu"na çevrilmiştir ve hala hizmet vermeye(!) devam etmektedir.

İşte dilin ehemmiyetini bilen rejim, Türk dilinin dışındaki dillerin unutulması ve tarihten silinmesine yönelik çabalar için sıvar kollarını. Kürt halkının oturduğu bölgelerdeki şehirlerin, köylerin, ırmakların, mahallelerin, dağların adları değiştirilir teker teker. Kendi dilleriyle konuşmak, meramlarını anlatmak yasaklanır ve milyonlarca insan lal bırakılır apansız.

Dil susar, gözler, gönüller başlar konuşmaya. Eller tutulup, içlerde kaynayanlar temasla aktarılma çalışılır ananın, evladın, kocanın, dedenin ve sevgilinin gözlerinden yüreklerine.

Ancak yılmayan, dilini ve kim olduğunu unutmayan Kürt halkı, nice aydınlar, âlimler, sanatkârlar yetiştirmekten geri durmamış, gerçeği gören vicdan sahibi insanların da desteğiyle bugünlere gelinmiştir. ‘Dün dündür bugün bugündür’ diyen köhne zihniyetlere alkış tutmamız mümkün olmadığından ve yaşanılan işkence ve eziyetler hafızalarda tazeliğini koruduğundan, İslami hassasiyet, barış, hoşgörü ve sabrı elden bırakmadan yürümeye devam edilmelidir.

Evet, Kürt halkı açısından, on yıl önce hayalini kuramayacağımız gelişmeler yaşanmıştır. Ancak bunlar zaten olması gerekenler olduğu için, birer lütufmuş gibi dillendirilmesine müsaade edilemez. Sayın başbakanın Doğu ve Güney Doğu illerindeki seçim turları izlendiğinde, yöre halkı için sarf ettiği cümleler, insanları mest edecek niteliktedir. Lakin önceleri yaşananlar, devletin bilinen politikası, derin güçler ve kendini devletin hamisi sayanlar hatırlandığında, ‘söylenenler gerçek mi?’ sorusunu sormaktan kendimizi alamıyoruz.

Mitinglere katılanlara bakıldığında ve o yöre sakinleriyle konuşulduğunda, onlarında temkinli olduğunu görmek mümkündür. Erdoğan, daha önceki seçim turlarında edindiği kalabalık kitleyi bu kez bulamamıştır. “Ne yapabiliriz ki, herkes endişeli. Bekleyelim, görelim” diyor konuştuğum Diyarbakırlı, Antepli, Hakkârili, Adıyamanlı, Siirtli insanlar. Onlar, bu duruşlarıyla olgunluklarını böyle gösteriyorlar. Yoksa bunca yaşananlar nasıl çekilir ve bu günlere gelinebilirdi.

Devletin en ince noktalarına kadar sızanlar, devlet içinde devlet kuranlar, birer ikişer hastane bahanesiyle salıverilirken susan devlet erkanı, yapılan bir Kürtçe konuşmanın akabinde ateşte kül bırakmadılar. Kendi içlerindeki çürük yumurtaları görmezden gelip, bilakis cezayı hak edenleri ödüllendiren asker, yerini unutup yine siyasete dalmaktan alamadı kendini. Emeklisinden muvazzafına, konuşan herkes yargıyı göreve davet etmeyi kendine vazife saydı. Ancak bir Allah’ın kulu çıkıp, ‘Paşam yanlış yerde duruyorsunuz. Siyaset sizin işiniz değil, ayağınıza dikkat’ diyerek yargıya gitmedi. Çünkü ülkemizde, ince ayarı ancak asker yapardı.

İktidarın samimiyetine güvenebilmek için, ilk adımı attığını görmek gerekecek. Terörü tırmandıran, insanların silahlanıp dağlara çıkmasına neden olan yol, bugüne kadar izlenen siyasi yol ve uygulamalardır. Bunların fayda getirmediği görülmeli, dağa çıkmaların önlenmesi için, Kürt halkına cidden kucak açılmalıdır.

Mesela, devlet dairelerine Kürtçe bilen memurlar atamalıdır. Doğu’ya gönderdiği memurunun, o halkın dilini bilmesini zorunlu kılmalıdır. Türkçe bilmeyen insanlar, zoraki eksik Türkçesiyle dertlerini anlatma zulmüne maruz bırakılmamalıdır. Hizmet vermenin gereği unutulmamalı, bir muayene için insanlara kırk takla attırmaya çalışılmamalıdır. Acilen suyu, elektriği olmaya köylere bunlar götürülmeli, batı köylerinin yaşadığı rahatlık, onlara da tahsis edilmelidir.

Değiştirilen şehir ve köylere, eski adlarını geri verilmelidir. Kürtçe okuyup-yazma kursları açılmalı, hem Kürt olmayan, hem de Kürt olup asimile edilmiş insanların dillerini öğrenmelerinin önü açılmalıdır. Bunlar sayabileceğim birkaç örnek. Saymaya kalktığımızda sayfalar yetmez elbette. Ancak seçim arifesinde açılan kucakların sahihliğini ispat için, bir yerden başlanması gerekir. Aksi takdirde Kürt halkı temkinli bekleyişini sürdürecek, kendisine gelen siyasilere hiçbir vakit güvenmemeye devam edecektir.

Her gün Ergenekon haberleriyle bombardımana tutulan beyinlerimiz, istekleri doğrultusunda ilk günkü heyecanını yitirmiş/yitirmek üzeredir. Öyle ki, yeni çıkan olağanüstü gelişmeler dahi, neredeyse sıradanlaştı zihinlerimizde. Tepkilerimiz boyut değiştirdi. Ancak Kürt halkı tarih boyunca var olmuş bir gerçekliktir. Türkiye Cumhuriyetinde, yaklaşık yirmi milyon temsilcisi yaşamaktadır. Haklarının daha fazla gasp edilmesi, özgürlük çığlıklarının boyut değiştirmesi ve parmak izini aşıp, avuç içi analiziyle suçlu telakki edilmesi son bulmalıdır.

Selam ve dua ile.

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum