1. HABERLER

  2. ÇEVİRİ

  3. Devrim ile fısıltı arasında
Devrim ile fısıltı arasında

Devrim ile fısıltı arasında

İsrail'deki Filistinliler için oto-sansür uzun zamandır bir hayatta kalma mekanizması olmuştur; sessizliğimiz vatandaşlığımızın şartıdır. Ancak yurtdışında dayanışmayla karşılaştığımda, özgürce konuşmanın nasıl bir his olduğunu unuttuğunu fark ettim.

10 Ekim 2025 Cuma 23:41A+A-

Thawra Abukhdeir’in +972mag’de yayınlanan yazısını Barış HoyrazHaksöz Haber için tercüme etti.


Bu yaz Amsterdam'da, neredeyse tesadüfen Filistin dayanışma yürüyüşüne katıldım. Şehir merkezinde yürüyordum ki bir köşeyi döndüğümde, sloganlar, bayraklar ve kefiyelerle sarılmış omuzlarla dolu bir caddeyle karşılaştım. Biri bana nereli olduğumu sordu. “Filistin” dediğimde, istemeden sesim yükseldi ve kalabalık “Özgür Filistin!” diye cevap verdi. Bir an için, vücudumun fısıldamamanın nasıl bir his olduğunu unuttuğunu fark ettim.

İfade özgürlüğü sadece bir ilke değildir. Her kelimeyi ölçüp biçmek zorunda olmadığınızı fark ettiğinizde, nabzınızda, duruşunuzda, göğsünüzün genişlemesinde hissettiğiniz bir şeydir. Fiziksel bir şeydir ve bir kez tattığınızda, yokluğu dayanılmaz hale gelir.

Evimde, Kudüs ve Hayfa'da bir Filistinli olarak, sessiz kalmayı öğrendim. Filistinli kimliğini ifade etmek maddi bedeller doğurabilir: polis tarafından çağırılma, iş yerinde veya üniversitede disiplin cezası, Facebook paylaşımı nedeniyle sorguya çekilme, suçlama olmaksızın süresiz gözaltı veya daha kötüsü. Bu baskı bedeninize işler.

Bir İsrailli bana kim olduğumu veya nereli olduğumu sorduğunda, duraksıyorum, dinleyenleri hızlıca gözden geçirip sesimi alçaltıyorum, göğsüm sıkışıyor. “Ben Filistinliyim... Arap gibi” diyorum, sanki bu refleksif çeviri kelimenin kulaklarında yumuşatabileceğini düşünerek. Filistin aksanımla İbranice olarak kendinden emin bir şekilde söylemeye çalışıyorum, ama bu sadece daha fazla dikkat çekiyor.

Amsterdam'da Filistinlilerin korkusuzca ifade ettiklerini görünce ağladım: pencerelerde bayraklar, tramvaylarda çıkartmalar, bankların üzerine yazılmış dayanışma sloganları. Ve ben yalnız değilim. Geçen ay Londra'da düzenlenen “Together for Palestine Festival'da” arkadaşlarım, özellikle Filistinliler, sürgünde hiç bu kadar kolektif bir güç hissetmediklerini söylediler. “İlk kez,” dedi biri, “yalnız olmadığımızı hissettim.”

Şu anda seyahatlerimde de bunu hissediyorum, savunmacı bir tutumdan, korunmasız bir görünürlüğe duygusal bir geçiş. Yurtdışında, kimliğimi savunmak veya hayatımız boyunca yaşadığımız baskı sistemini açıklamak zorunda değilim.

Standartlarımın çok düşük olduğunu vurgulamalıyım: işgal bana hayatta kalmanın kendisinin bir onur olduğunu öğretti. Ve elbette, Avrupa devlet baskısından kaçabileceğiniz bir sığınak değil. 7 Ekim'den sonra Fransa Filistin yanlısı gösterileri yasaklamaya çalıştı; İsrail'e en büyük ikinci silah tedarikçisi olan Almanya, uluslararası hukuku savunduğunu iddia ederken, Filistin ile dayanışma gösterilerini şiddetle bastırdı.

Ancak İsrail'den farklı olarak, Avrupa'da halkın desteğinin büyüklüğü korku duvarını aşmıştır.

amsterdam2.jpg

Amsterdam'daki aktivistler, 5 Ekim 2025'te Gazze'de İsrail'in soykırımını kınayan pankartlar taşıyorlar (Mohammed Zaanoun).

Bu yılki tanıma dalgası, bu atmosferi diplomasi alanında da görünür kıldı. İspanya, İrlanda ve Norveç, Mayıs 2024'te Filistin Devleti'ni resmen tanıdı, birkaç gün sonra Haziran başında Slovenya da aynı yolu izledi. Eylül 2025'e kadar, tanıma sayısı 150'yi aştı ve diğer Avrupa hükümetleri de tanıma yönünde adımlar attı veya tanıma yönünde açıklamalar yaptı. Çoğumuz için, bu tür devlet düzeyinde tanıma çok büyük ve duygusal bir olaydır — Filistin kimliğinin açıkça ifade edilmesini görmekten duyulan sevinç ve rahatlamayı hatırlatır.

Yine de, bu çok geç kalınmış bir adım gibi geliyor. Acımasız bir ironi olarak, Filistin kimliğinin yurtdışında ani olarak tanınması, İsrail'in Gazze'ye yaptığı ve 67.000'den fazla kişinin hayatını kaybettiği, ancak bu sayının gerçekte çok daha fazla olduğu neredeyse kesin olan soykırımın canlı yayınlanmasıyla gerçekleşti.

Gazze'deki Filistinlileri düşünüyorum, bu soykırımı ve ondan önceki beş saldırıyı atlatmış olanları — sadece sesinden, bir insansız hava aracının vızıltısını yaklaşan bir saldırının ıslığından ayırt edebilen insanları. Protestolarda, o dilin uzak bir yankısını öğrendim: göz yaşartıcı gaz bombaları, plastik mermiler, sersemletici el bombaları, gerçek mermiler. Şimdi bile, bir şey patladığında vücudum irkiliyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde yılbaşı gecesi, havai fişekler beni ağlattı. Vücudum zihnimden önce hatırladı ve beni Hayfa'ya, herkesin Lübnan veya İran'dan gelen füzelere karşı hazırlandığı ayları hatırlattı.

İsrail'in apartheid ve soykırımına ortak olan hükümetlere, kendi kaderimizi tayin etme temel hakkımızı tanıdığınız için teşekkür ederiz. Şimdi tanıdığınız bu hakları korumak için dış politika, ticaret ve silah satışlarını şart koşacak mısınız? Yoksa bu sadece empati gösterisi olarak kalacak mı?

Kontrol mimarisi

Yıllardır İsrail hükümeti, Filistin kimliğinin açıkça gösterilmesini kısıtlamaya çalışıyor. Bu, 7 Ekim'den sonra dramatik bir şekilde tırmanan bir tür kültürel baskıdır. Ocak 2023'ten bu yana, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir polise kamuya açık alanlardan Filistin bayraklarını kaldırma talimatı verdi. Bayrak resmi olarak yasadışı değildir, ancak pratikte kaçak mal muamelesi görmektedir. Öte yandan, İsrail bayrağı her yerde: devlet törenlerinde dalgalanıyor, kamu binalarına asılıyor, Gazze'ye empati duydukları için vatandaşları cezalandırmak için kullanılıyor.

Ancak baskı Ben Gvir ile başlamadı — aslında, bu baskı uzun zamandır İsrail yasalarına işlenmişti. 2011 tarihli “Nekbe Yasası”, devlete 1948'de Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini anan okulların, tiyatroların veya belediyelerin bütçelerini kesme yetkisi verdi. 2016 tarihli Terörle Mücadele Yasası, “kışkırtma” tanımını genişleterek şiirleri, şarkıları, Facebook paylaşımlarını ve hatta yetkililerin terörizmi “teşvik edebileceğini” iddia ettiği içerikleri yeniden paylaşmayı da kapsar hale getirdi. Ayrıca, yasaklanmış bir grupla “özdeşleşmek” gibi yeni bir suç tanımı da getirdi; bu, Filistin bayrağını sallamak veya slogan atmak gibi eylemleri kapsayabilir.

amsterdam3.jpg

Intisar Hijazi'nin tutuklanma görüntüsü, 8 Ekim 2024.

Belirsizlik meselenin özüdür. Ekim 2023'ten bu yana, ADALAH ve diğer hak grupları, “kışkırtma” ve terörist gruplarla “özdeşleşme” suçlamasıyla Filistinli vatandaşlara yönelik düzinelerce iddianameyi belgelemiştir. Bu iddianamelerin çoğu, Kur’an ayetlerinden alıntılar yapan veya Gazze'de öldürülen Filistinliler için yas tutan sosyal medya paylaşımlarına dayanmaktadır. Kasım 2023'te milletvekilleri daha da ileri giderek “terörist materyallerin tüketilmesini” suç saydı ve böylece sadece söylediklerinizi değil, okuduklarınızı ve izlediklerinizi de denetlemeye başladı.

Siyaset bilimcileri buna güvenlikleştirme diyor: Filistin kimliğini siyasi bir meseleden olağanüstü kısıtlamaları meşrulaştırmak için bir güvenlik tehdidine dönüştürmek. Bunun etkisi, cezalandırma kadar oto-sansürle de ilgilidir. Bir öğrenci bir paylaşım veya hatta bir emoji nedeniyle sorguya çekildiğinde, tüm sınıf sessiz olmayı öğrenir.

Kudüs'te büyürken, izlendiğimizin, her zaman biraz şüpheli olduğumuzun bilinci ev kurallarımıza işlenmişti. Sigara içme. Yabancılardan şeker alma. Ve ayrıca: kim olduğun hakkında çok yüksek sesle konuşma. Bir askere yanlış bir bakış atma ya da bir Yahudi yerleşiminde yanlış bir dönüş yapma riskini alma, yoksa taşlanabilirsin.

Ailem bana Thawra adını verdi — Arapça'da “devrim” anlamına geliyor — ama yetiştirilme tarzım bana itidal öğretmişti. Babamın protesto gösterilerine katılmamam için beni caydırmaya çalıştığı zamanlarda aramızda yaşanan tartışmaları tahmin edebilirsiniz. “Filistin kalbimizde yaşıyor” derdi, tek kızına sokaklara çıkıp savaşmasam bile topluluğumu veya kimliğimi terk etmediğimi garanti etmek için.

Babam, Birinci İntifada sırasında gençken kendisinin yaşadıklarından beni korumak istiyordu. Taş attığı için iki yıl yattığı İsrail hapishanesinde, her öğünde genellikle bozuk yiyeceklerin tadını örtmek için ucuz cassia tarçını katılırdı. Kokusu havayı dolduruyor, ağzını kaplıyor, boğazını yakıyor ve midesini bulandırıyordu; giysilerine, saçlarına, cildine sinmişti. 35 yılı aşkın süredir bu baharatı yemedi ve bugüne kadar, herhangi bir yemek masaya gelmeden önce, ailemizden biri şakayla karışık olarak “Bunun içinde tarçın var mı?” diye sorar.

amsterdam4.jpg

1987 yılında Gazze Şeridi'nde Birinci İntifada sırasında İsrailli askerler. (Efi Sharir/Dan Hadani Koleksiyonu, Pritzker Ailesi Ulusal Fotoğraf Koleksiyonu, İsrail Ulusal Kütüphanesi)

Adımın onların uzlaşması olduğunu anlamam yıllarımı aldı. Thawra, ailemin suçluluk duygusunun ağırlığını ve aynı zamanda tutunmak için kırılgan bir umudu da taşıyordu. Onların neslinden birçokları için bu suçluluk duygusu hala devam ediyor — bize miras bırakabilecekleri şeyin özgürlük değil, sadece özgürlük için verilen mücadele olduğu hissi. Dünya onları görmezden geldiği ve hayatta kalmak her şeyden önce geldiği için miras bırakılan bir mücadele.

Sessizliğimiz vatandaşlığımızdır

Kudüs'te, 7 Ekim'den bu yana yaşanan değişim içgüdüseldir. Bir zamanlar, genç Filistinli erkekleri taciz eden askerlerle yüzleşebilirdiniz. Tehlikeli, evet, ama intihar değildi; belki de kadın olduğum için, ya da belki de askerler daha az tetik çekmeye meyilli oldukları için. Şimdi, konuşmaya çalışırsam komşularım beni geri çekiyor: “Nerede olduğunu sanıyorsun? Bunlar Ben Gvir'in polisi. Seni vuracaklar.” Ve haklılar. Bunun anlamı ürpertici: Devlet şiddetinin mantığını o kadar içselleştirmişiz ki, yetkililerden herhangi bir koruma beklemek gülünç geliyor. Vurulursam, anlatının kaçınılmaz olarak suçu bana yükleyeceğini düşünmeden edemiyorum — ona konuşmamasını söylemiştik.

Aynı tehlikeli mantık, 7 Ekim saldırıları için de geçerlidir. İnsanlar, “Hamas bunu yapmamalıydı, çünkü İsrail'in tepkisi öngörülebilirdi” diyorlar. Bu şekilde çerçevelendiğinde, İsrail'in acımasız şiddeti doğal bir şey gibi görünmeye başlıyor, sanki kaçınılmazlık bir mazeretmiş gibi, suçu yeniden Filistinlilere atıyor ve onlar konuşmadan önce önce kınamaları gerekiyor. Uygulamada, tekrar tekrar kınama beklentisi, başka bir tür susturma haline geliyor.

Baskı, gündelik hayatta da kendini hissettiriyor. Kısa bir süre önce, başörtülü bir arkadaşımla Kudüs'ün Yahudi mahallesinde yürüyordum, “kışkırtmamak” için mahalle sakinleriyle göz teması kurmamaya dikkat ediyordum. Yahudi İsrailliler başörtüsünü siyasi bir ifade olarak görme eğilimindedir. Kipa takan dindar bir Yahudi adam, otopark girişinin kapısını yüzümüze çarptı ve arkadaşıma tükürdü. Bu acı verici karşılaşmalar size sessizlikten daha fazlasını öğretir. Nasıl bakmamanız gerektiğini, nasıl yürümemeniz gerektiğini, kamusal alanda nasıl küçülmeniz gerektiğini öğretir.

amsterdam5.jpg

İsrail sınır polisi memurları, kutsal Ramazan ayı boyunca Kudüs'ün Eski Şehri'nin girişinde nöbet tutuyor, 2 Mart 2025 (Chaim Goldberg/Flash90)

Ya da geçen Aralık ayında Hayfa'da benzin almak için durduğumda, bir zamanlar İbrani Üniversitesi'nde İngilizce ders verdiğim 19 yaşındaki Filistinli öğrencilerden biraz daha büyük bir genç asker, kasada ödeme yaparken yanıma geldi. Gazze'deki görevinden yeni ayrılmış olan asker endişeli, yerinde duramıyor, hızlı konuşuyor ve cümleler arasında içine kapanıyordu. Travmasını, kendisini terk eden hükümeti, ama yine de “İsrail'i korumaktan” duyduğu gururu anlattı.

Onun kırılganlığı ve gençliği beni çok etkiledi, onu dinledim. O, soykırımcı bir sistemin hem kurbanı hem de katılımcısıydı. Beni İsrailli bir Yahudi sandı. Bu, Hayfa'da, birlikte yaşama felsefesiyle gurur duyanlar arasında bile sık sık olur. Beni Mizrahi, belki de Fransız-Faslı sanırlar. “Sen Arap olamazsın. Müslüman da mı? İmkânsız,” derler. Geçiş her zaman bir ayrıcalık değildir; tuhaf bir tür maruz kalmadır. İnsanlar seni kendilerinden biri olarak gördüklerinde neye inandıklarını görürsün. Seni rahatlatmak için söylendiğini bilerek, filtrelenmemiş şiddet mantığını duyarsın.

Sonra tanıdık soru ortaya çıktı: Benim Filistinli olduğumu biliyor mu? Bunu söylemek güvenli olur mu? Ona Gazze'de ailem olduğunu, ordusunun onların evlerini ve hayatlarını mahvettiğini söyleyebilir miyim? Hayır. Yahudi İsrailliler vatandaşlıklarını yüksek sesle sergilerken — orduda hizmet ederek, İsrail bayrağını sallayarak, devlete sadakatlerini ilan ederek — biz, İsrail'in Filistinli vatandaşları, söylememeyi tercih ettiğimiz şeylerle, ölçülü bir sessizlikle aidiyetimizi kanıtlıyoruz. Sessizliğimiz bizim vatandaşlığımızdır.

İş bölümü

Diasporadaki Filistinli aktivistler bazen bizim ihtiyatlılığımızı suç ortaklığıyla eşdeğer görürler. Yurt içindekiler bazen diasporadaki idealizmi, her şey ya da hiçbir şey tavrını, bedelini ödeyeceğimiz bir cesaret olarak görürler. Her iki yorum da haksızdır ve her ikisi de doğrudur.

Bunu bir iş bölümü olarak düşünün: Yurtdışında Filistinliler ve müttefikleri kolektif sesimizi yükseltebilir, hükümetlere baskı yapabilir ve politik olarak mümkün olanın sınırlarını genişletebilir. Yurt içinde ise, içimizde hala yanan kimliğimizi sessizce koruruz. Otobüste “Filistin” dediğimizde veya Arapça konuştuğumuzda sesimizi alçaltırız; öğrenciler sırt çantalarında katlanmış bayraklar taşır ama protestolarda nadiren onları kaldırırlar; aile WhatsApp grupları belirli kelimeleri kullanmaktan kaçınır; büyük kardeşler küçük kardeşlerine sosyal medyada neleri beğenmemeleri veya paylaşmamaları gerektiğini söyler.

Bu, güvenlikleştirme altında hayatta kalmaktır. Her karar risk açısından hesaplanır: Bu cümle küçük kardeşimi listeye sokacak mı? Bu hareket mezuniyetimi engelleyecek mi? Bu kelime işimi kaybetmeme neden olacak mı?

Ancak diasporada yaşamakla Filistin'de yaşamak arasındaki fark, sadece ihtiyatlı davranma ihtiyacımızdan ibaret değildir. Uzaktan, Filistin yanlısı aktivistler mesafenin sağladığı ahlaki netliğin tadını çıkarırlar. Filistin ve İsrail'de işgal ve apartheid'ı sona erdirmek için çalışanlar ise hem hayatta kalmak hem de direnmek zorundadırlar. Kontrol noktaları ve yıkımlar çoğalırken, Filistin'in geleceğinin “en ideal” versiyonu hakkında tartışmaya yer yoktur.

Bazıları bunu onaylamayabilir, ancak bu çalışmanın bir parçası, etnik temizlik, soykırım ve faşizme karşı mücadele etmek için bedenlerini ve ayrıcalıklarını kullanmaya hazır olan İsrailli Yahudilerle işbirliği yapmayı gerektirir. Bu ortaklık, güç dengesizliğini ortadan kaldırmaz; sadece hayatta kalmanın teorik olmadığı bir yerde mücadelenin aciliyetini yansıtır.

Bazen, yurtdışındaki gösterilerde gördüğümüz kadar çok sayıda Filistinlinin İsrail sokaklarına döküldüğünü hayal ediyorum. Aklıma hemen gelen görüntü, slogan atan kalabalıklar değil, İsrailli askerler ve polisler tarafından yapılan toplu katliamlar. 2018'de Gazze'de düzenlenen Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü sırasında, binlerce kişi İsrail sınır çitinin yakınında barışçıl bir şekilde protesto etti ve gerçek mermilerle karşılandı: yüzlerce kişi öldü, on binlerce kişi yaralandı. Bu anı, Filistinlilerin kolektif hafızasında yaşıyor.

Ya da 2014 yazında kuzenim Mohammad Abu Khdeir'in Kudüs'te İsrailli yerleşimciler tarafından diri diri yakıldığı zaman. Kimse yetkililere güvenmediği için onu kendimiz aradık. Yetkililerin tepkisi, kasabayı kuşatmak ve öfkemizi bastırmak oldu, her sokağı didik didik aramak değil. Daha sonra, adalet talep ederek onun fotoğrafını mahkeme salonunun dışına taşıdığımızda, yerleşimciler bize tükürdüler, çevik kuvvet polisi ise yas tutan aileyi bastırdı.

amsterdam6.jpg

Filistinliler, 3 Mayıs 2016'da Kudüs Bölge Mahkemesi önünde Muhammed Abukhdeir'in öldürülmesini protesto ediyorlar (Yonatan Sindel/Flash90).

Daha yakın zamanda, İsrail'deki Filistinliler tarafından Gazze'ye karşı yürütülen savaşı protesto eden gösteriler, polis tarafından zorla dağıtıldı. Polis, göz yaşartıcı bombalar attı ve “kamu düzenini bozmak” gibi uydurma bir gerekçeyle yoldan geçenleri gözaltına aldı. Tıpkı 7 Ekim'den yıllar önce, açlık grevleri, ev yıkımları veya Gazze'ye yapılan saldırılarda çocukların öldürülmesi sırasında İbrani Üniversitesi'nde protesto ettiğimizde olduğu gibi, İsrail'in tepkisi her zaman aynı oldu: sesimizi bastırmak için çevik kuvvet ekiplerini göndermek.

Ve bir başka düşünce daha akla geliyor: İsrailliler katledilmeden büyük sayılarla protesto ediyorlar. Onlar da polis şiddetiyle karşı karşıya kalıyorlar, ama canlı ateşle değil. Belki de Filistinlilerin toplu halde sokağa çıkabilmelerinin tek yolu, İsraillilerin etrafımızda bir çember oluşturup, bizimle tüfekler arasına girerek, içimizden liderlik etmemize izin vermeleri olabilir.

Kokuyu taşımak

Amsterdam'daki yürüyüşten dönen trende, bir çocuk bir protestocunun kefiyesini çekip annesine bunun ne anlama geldiğini sordu. “Bu bir fular,” dedi annesi.

Benim annem, “Filistin” kelimesinin neredeyse hiç bilinmediği ve insanların onu “Pakistan” ile karıştırdığı bir dönemde Amerika'da büyüdü. Ben de bu görünmezlik hissini miras aldım ve çocukken, havaalanı kontuarlarında ya da yedek öğretmenlerin önünde, ülkemi her söylediğimde reddedilmeye hazırlandım.

Bu günlerde, Filistinli olduğumu söylediğimde, çoğu zaman karşımdaki kişi ne demek istediğimi tam olarak anlıyor. İnsanlar artık tereddüt etmiyor, gözyaşlarına boğuluyor. Bana sarılmak istiyorlar. Bazen çok fazla şey biliyorlar, bazen sadece bir slogan biliyorlar. Ama tanınmak önemsiz bir şey değil; tanınmak, İsrail'in uzun zamandır kapatmaya çalıştığı bir kapı.

Daha sonra, odamda, paltom hala sokak kokuyordu, sloganların ve bayrakların izlerini taşıyordu. Bir fotoğraf paylaşmayı düşündüm. Paylaşmadım. Bu tereddüt, benimle birlikte yaşadığım görünmez duvardır: adımın yüksek sesle söylenebildiği bir hayat, fısıltı olarak kalması gereken bir hayat.

Sabahleyin koku hala oradaydı.

 

* Thawra Abukhdeir, Kudüs'te doğup büyüyen Filistinli bir medya ve siyaset analisti. Arapça, İbranice ve İngilizce'yi akıcı bir şekilde konuşan Abukhdeir, gazetecilik ve insan hakları hukuku alanında deneyime sahip ve İsrail, Filistin, Avrupa, Birleşik Krallık ve ABD'deki büyükelçilikler, uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütleriyle çalışmıştır.

HABERE YORUM KAT