1. YAZARLAR

  2. ASLI ATEŞ KAYA

  3. Burası Almanya
ASLI ATEŞ KAYA

ASLI ATEŞ KAYA

Yazarın Tüm Yazıları >

Burası Almanya

25 Mart 2020 Çarşamba 19:16A+A-

İnsanların eşitlendiği bir aleme göç etmiş gibiyiz. Herkeste aynı korku, aynı panik ve aynı hisler hakim. Bütün dünya eve kapanmış, aynileşmiş kaygılar, aynileşmiş ruh halleri ile hemhal olmakta adeta...

Yeni dünya düzeninin 'evde kal' söylemi tam tekmil icazet bulmuş bizlerde. Hakimiyet tam bir virüsün keyfine terkedilecek hale gelecekken, bizleri virüsün de yaratıcısının kim olduğunu hatırlatırcasına silkeledi. Ve artık herkesin hakimi belli, her adımın kontrolünün kimde olduğu ayan beyandı. İnsanoğlu/kızı ne aldığı tek nefesinin sahibi idi ne de hiç görmeyi bile becermediği virüsün. İşte bu görünmeyen düşmana bütün dünya beyaz bayrak çekiyordu ve yenik düşmüştük hep beraber, tam yedi küsur milyar insan...

Elimi kalemime uzatıp yazmak için dokunuyorum. Üzerindeki 'China' yazısı ilk dikkatimi çekiyor, çok küçük harflerle yazılmasına rağmen. Alman ekonomisinin ve üretiminin Çin'e endeksli hali gözümün önünde canlanıyor. Almanya ekonomik olarak Çin'e diğer dünya ülkeleri gibi çok bağlı.

Dünyanın tanıştığı yeni virüsün Çin menşeli olması bu kaygılarımı arttırıyor.

Almanya'da takvimler 2012 yılını gösterdiğinde, Bundesamt für Bewölkerungschutz und Katastrophehilfe (Halkı Koruma ve Doğal Felaketlere Yardım) tarafından, orta Asya çıkışlı bir virüsün dünyaya yayılması olasılığına karşın, ne tür hazırlıkların yapılabilineceği hesap ediliyor, adeta felaket senaryoları yazılıyor, Asya orjinli bu virüsün mutasyona uğramış hali denilerek, ne tesadüftür ki aynen bugünkü gibi virüse benzeyen bir virüsün olma ihtimali öngörülüyordu. Felaket senaryosunda bütün detaylar düşünülmüş ve üzerinde çalışılmıştı. Öngörülen senaryoya göre 7500 kişi bu virüsle hayatını kaybedecek ve toplumsal hayat durma noktasına, ekonomi çökmenin eşiğine gelebilecekti.

Aralık ayı sonu itibari ile Çin'de ortaya çıkan bu virüsün bütün dünyayı kasıp kavuracağı, Almanya özelinde okulların kapatılacağı, sokağa çıkma yasağının gündeme geleceği, marketlerde tuvalet kağıdı kavgasının yaşanacağı, bu kavgalarda yaralananların olacağı ve hastanelere götürüleceği, hatta arabaların camlarının kırılıp tuvalet kağıtlarının çalınacağı, hastanelerde maske ve dezenfektanları çaldı diye insanların tutuklanacağı, binlerce insanın ölümüne, Avrupa ülkelerinin  ekonomilerine büyük darbe vuracağı söylense, yeryüzünde buna inanan tek bir insanın çıkma ihtimalinin olmayacağına emindik. Oysa şimdi içinde bulunduğumuz günlerde bu durumun düzeleceğine inanacak insan bulmak bir hayli zor...

Yeryüzünde topyekün bir panik havası mevcutken, virüsün de bütün dünyaya yayılması uzun sürmedi.

Avrupa ülkeleri de bir bir yenilgiyi kabulleniyordu. İtalya, Almanya, Fransa, İsviçre, Avusturya ve Slovenya ülkeleri alarma geçecek, ekonomik paketler, hiç görmeye alışık olmadığımız 'ulusa sesleniş' konuşmaları eşliğinde bizlere sunulacak, Şansölye Merkel'e bir toplantı esnasında elini uzatmadan selam veren bir bakanın, yakın temasdan kaçınmak için el sıkışmak istemeyeceği görüntülerini hep beraber izleyecektik.

Peşpeşe etkinliklerin iptali ve önlem paketleri devreye girdiğinde ciddiyetin farkına varıyordu Alman halkı da...

İlk vakıa Bonn'da bir öğretmende tespit edildiğinde, okuldaki 150 öğrenci de evlerinde karantinaya alınacaktı. Korku ve paniğin oluşması an meselesi hepimizde. 'Mahvolduk' diyenlerin yanısıra 'hiç bir şey olmaz, hayatımıza kaldığımız yerden devam edelim' diyenlerin varlığı ve konuşması bizleri sakinleştirmeye yetmeyecekti.

Gerçek neydi? Risk altında mıydık gerçekten?

Virüsün hızla yayıldığından başka bir gerçek görünmüyordu penceremizden.

Almanya'da bulaşıcı hastalıklar karşısında bütün hastanelerin ne tür bir pozisyon alacağı belirlenmişse de, bizlere güven vermede ne yazık ki yetersiz kalıyordu. “Bu virüsü paramparça edecek bir silah, onu yok edecek bir dost eli ve 'virüs yok oldu' cümlesini kuracak bir siyasetçi lazım” diyen Beatrix'e, sadece çehreme kondurduğum hafif bir tebessüm ile karşılık vermeyi hiç istemezdim.

Salgın hastalıklar ile ilgilenen Robert Koch Enstitüsü, gündemine Covid-19'u çoktan almış, büyük bir sorumluluk örneği göstererek, gün gün bilgilendirmeler ve tavsiyeler ile halkı bilinçlendirmeye başlamıştı ki, ordunun adının geçtiği yazılar okumaya, görsel medyadan çeşitli videolar görmeye ve ordunun göreve çağrıldığı yönünde bilgiler duymaya başlamıştık. Asker görüntülerinin virüs dolayısı ile ertelenen ortak bir tatbikata ait olduğu ifade edilse de korkuyu tamamen yok edememiş,  insanlar birşeylerin yolunda gitmediği gerçeğini kabullenmiş ve gıda stoklama telaşına çoktan düşmüşlerdi.

Aşı yapmanın yetkisinin dahi bireylere bırakılmadığı bir ülkede, ordunun müdahalesinin sözkonusu edilmesi korkutucu idi doğrusu.

Yer yer basında çeşitli komplo teorilerini okumamız da bizleri rahatlatmaya yetmeyecekti.

Alman Sağlık Bakanı Jens Spahn'ı 'Her öksürükte doktora gitmeyin' açıklamasını yapmak zorunda bıraktıran  gerçek, halkta oluşan paniğin resmi ağızdan ikrarı oluyorda bizler için.

Virüse, erkeklerin daha hızlı yakalandığı, ileri yaş faktöründen dolayı yaşlıların virüse direncinin az olduğu bilgisi bizi pek de rahatlatmıyor, daha çok paniklemeye sebebiyet veriyordu. Herkes bu görünmeyen düşmanı konuşuyordu artık.

16 eyaletten oluşan Almanya'da, Covid-19'la mücadeleyi her eyaletin hükümeti yürütüyor, alınan kararların bağlayıcılığı da sadece o eyaletlerin sınırları dahilinde oluyordu.

Kuzey Ren Vestfalya (NRW) eyaleti ilk ölüm vakasının yaşandığı yer olunca, tedirginliğimiz artmıştı. Daha sonraları ise en çok ölümlerin yaşandığı yer olmasına da şahitlik edeceğimizi kestirememiştik. Sırasıyla bütün eyaletlerde artan ölüm ve oranlar Almanya'yı sarsacaktı.

Almanya'nın ekonomik olarak Çin'e bağımlılığı gerçeğinden hareketle, finans krizi gelebilir uyarıları yapılmaya başlandı ilkin. Bilahare şirketler politikalarını gözden geçirmeye, üretim merkezleri Çin'in dışında alternatifler geliştirmeye davet edilecekti. Mesele ciddi, sorun çok büyüktü aslında. Sadece ilaç etken maddelerinin üretiminde bile, %80 Çin'e bağlı idi Almanya. Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi, Avrupa ülkeleri için de Çin çok büyük bir pazardı. Televizyonlarda virüs endeksli krizin ekonomide bırakacağı izler tartışılmaya başlandı. Her kesimin bundan darbe alacağı muhakkaktı.

Un, süt, şeker, yağ, peçete, tuvalet kağıdı, sabun ve dezenfektanlar marketlere konulduğu anda bitiyor, boş raflar panikleşen toplumu daha da geriyordu.

Kriz Yönetim Masası'nın kurulması ve sürecin sağlıklı takibi sağlanmaya çalışıldı. Kriz esnasında sokak ve caddelerin kapatılabileceği ve ordunun hizmetinde olabileceği bilgisi insanları endişenlendiriyordu.

Böylece virüs felaketine hazır olduğunu halkına hissettirmeye çalışan Alman hükümeti, olasılıkları değerlerdirdiğini peşisıra dile getirecekti. Bilgi kirliliği olsa da küresel bir düşmanın varlığı aşikardı. Dikkatli olmamız istense de bir yandan diğer benzeri virüslerin daha çok ölümler yarattığı gerçeği vurgulanıyordu. Mesela 2017'de Almanya'da 25 bin insanın gripten öldüğü gerçeğine vurgu  yapılacaktı ileri ki günlerde.

Almanya'da yaşıyor ve olaylara yaklaşımlarını az çok biliyorsanız, her meselenin enine boyuna düşünülerek, ölçüp biçilerek, tartılarak yapıldığını ve öylece kararların alındığını bilirsiniz. Bu yüzden siyasetçiler tarafından bizlere aktarılan her bilginin ehemmiyetini idrak edebiliyor ve endişelerimizin yersiz olduğu gerçeğini kabullenemiyorduk.

Bu endişeleri hiç bir ölüm vakasının olmadığı bir zamanda yaşıyor, rakamların yirmi dört saat içinde tam binlerle ifade edileceği bir kaç gün sonrasını pek de kestiremiyorduk. Oysa ki İtalya, Fransa vb. örnekler yanıbaşımızda, Çin, Güney Kore ve İran örnekleri başta olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde bu salgını duyuyor ve olanları bilerek, sadece seyrediyorduk sanki.

Batı toplumu 'bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın' mantığını hayatında çok kere yürürlüğe koymada, kendisine dokunmayan hallerde, egoistçe tavırlar alarak, kendini korumaya almakla ünlenmiştir kuşkusuz. Bizler de bu durumdan payımıza düşeni alıyorduk bu süreçte.

Temizlik kurallarına uymanın ehemmiyeti televizyonlarda anlatılmaya başlandığında, kişisel hijyenin önemi vurgulandığında ölüm vakaları da katlanarak büyümüştü.

'Panik havasının virüsten bile daha tehlikeli olabileceği' vurgusu çok önemli iken, fersah fersah birbirinden kaçan insanların olduğu Avrupa toplumu, artık tamamen kendini izole etmenin kahredici bir başka boyutuyla da tanışıyordu.

Toplumsal olaylarda hareketlilik, Lübbeck şehrinde bir hastaneden 200 litrelik dezenfektan ilacının, Fransa'da  ise 8300 maskenin çalındığı bilgisi insanoğlunun felaketler esnasında dahi neleri yapabileceğini ispatlar nitelikte idi.

Almanya'da en sıkı denilecek önlemler devreye sokulmaya başlandığında vaka sayısı onbinleri geçmiş, ölü sayısında da artış azımsanmayacak kadar yükselmişti.

Uzun yıllar önce, felaketler anında halka 14 günlük gıda stoğu tavsiyesini ihtimaller dahilinde veren BBK kurumunun tavsiyeleri yeni verilmiş gibi servis edilmeye başlanmış, market raflarındaki ürün istilasına da hız verilmişti.

Çeşitli senaryoları okuma gereği duymaya başlamıştık. Yeni bir sanayi devrimine hazırlıklı olmamız isteniyor, dijital çağın geldiği vurgulanıyor, paranın dijitalleşeceği gerçeğinin hız kazandığı ve hatta bize bırakılmayan tercihlerle her birimizin denek olarak kullanıldığı ve dünyanın bir testten geçtiği ispatlanmaya, bir korku imparatorluğu yaratılmaya çalışılıyordu.

Almanya'da sağlık sisteminin güçlü olduğu, 383 bin doktorun aktif görevinin başında olduğu bilinmesine rağmen, ordudaki doktorlara da çağrı yapılıyordu.

NRW (Kuzey Ren Vestfalya) eyaletinde alınan en son -cezai müeyyide gerektiren- önlemler şöyle sıralanıyordu:

“Açık havada iki kişiden fazla toplanmak 200 euro

10 kişiden fazla toplanmak para cezası ve 5 yıla kadar hapis cezası

Mangal-piknik yapmak kişi başı 250 euro

İzinsiz hastane, bakımevi ziyareti kişi başı 200 euro

Yasak olmasına rağmen, restoran, bar, kulüp, disko, kafe, oyun salonu, spor salonu, güzellik salonu, kuaför vb. iş yerlerini açık tutanlara da 5 bin euroya kadar para cezası”

Her eyalette farklı uygulamalar da olsa, Almanya genelinde adı tam konulmamış, yer yer halkın insiyatifine bırakılmış önlemler geçerliliğini korumaktadır.

Gençlerin zaman zaman kurallara uymadığı gerçeği, boş olan otobanlarda yarış yaptığı, yaşlıları dolandırma yöntemlerinin organizeli bir şekilde olduğu, aile içi istismarın bu dönem arttığı bilgileri insanı ürkütüyor doğrusu.

Her gece belirli bir saatte çalınan çana, evlerinin pencerelerinde yaktıkları mumlarla eşlik eden, bu virüsün yok olması için dua edenlerin yanısıra, Almanya'da yaşayan müslümanları sevindiren gelişmelere ve felaketlerin insanları birleştiriciliğinin en somut ifadelerinden birine de tanıklık ediyoruz bu günlerde. Zaman zaman helikopterlerle mıntıka kontrolü yaptıklarını tahmin ettiğimiz gürültü kirliliği olsa da, halkın panik havasından birlik ve beraberliği pekiştirici adımlarla kurtulmaya çalışması sevindiricidir. İlk olarak Duisburg Merkez Camisi ve Hannover'de bir camide olmak üzere başlatılan belirli vakit ezanlarının hoparlörden sesli okunması, geçici de olsa, zorda olan müslümanların ferahlanmasını sağlayan bir adımdır. Bu isteğin kilise müdavimlerinden gelmesi ise çok anlamlıdır, Gönül isterdi ki sadece felaketler esnasında değil, başka zamanlarda da empati yapılabilinse ve her türlü ayrımcılığa karşı dayanışma örnekleri sergilenebilinse. Birbirimizin dinine, kültürüne saygı duymayı ve empati kurabilmeyi felaketlere ihtiyaç duymadan da öğrenmenin yolunu mutlaka bulmalıyız.

Bizler çok ağır imtihanlardan geçiyoruz. Dünyada milyonların enfekte olacağı ve binlerin öleceği gerçeği olsa da, payımıza düşen birbirimize yardım elini uzatmak. Bu manada evlerinden dışarı çıkamayan yaşlı Almanlara yardım elini uzatan, gıda yardımı yapan gençlerin varlığı bizleri umutlandırıyor.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum