1. HABERLER

  2. ÇEVİRİ

  3. Biz Müslüman mıyız yoksa suçlu muyuz? Nefret nasıl Hindistan'ın günlük eğlencesi haline geldi?
Biz Müslüman mıyız yoksa suçlu muyuz? Nefret nasıl Hindistan'ın günlük eğlencesi haline geldi?

Biz Müslüman mıyız yoksa suçlu muyuz? Nefret nasıl Hindistan'ın günlük eğlencesi haline geldi?

Müslümanlara yönelik şiddet kamuoyunun gözü önünde gerçekleşirken, Hindistan'ın çoğunluk siyaseti nefreti eğlenceye, sessizliği ise suç ortaklığına dönüştürdü.

21 Ekim 2025 Salı 19:01A+A-

İsmail Salahuddin’nin al Jazeera’de yayınlanan yazısı, Haksöz Haber için tercüme edilmiştir.


Günümüz Hindistan'ında her sabah iki paralel haber döngüsüyle başlar. Birincisi, televizyon ekranlarında yayınlanan ve özenle hazırlanmış olanıdır: Pakistan, Hindu gururu ve “yeni Hindistan” hakkında bitmek bilmeyen tartışmalar. Diğeri ise televizyonda yayınlanmayan ama son derece gerçek olan, Müslümanların linç edildiği, taciz edildiği, hapsedildiği ve şeytanlaştırıldığı günlük rutindir. İkisi arasında mesaj ürperticidir: Müslümanların çektiği acılar ya siliniyor ya da bir gösteriye dönüştürülüyor, çoğunluk için akşam eğlencesi gibi tüketiliyor, Müslümanlar ise sanki sürekli suçluymuş gibi yaşamaya zorlanıyor, her zaman suçlanıyor ve asla dinlenilmiyor.

Bu Eylül ayında Azamgarh'da yedi yaşındaki Müslüman bir çocuğun öldürülmesini ele alalım. Cesedi bir çantaya doldurulmuş halde, daha sonra tutuklanan komşuları tarafından ürpertici bir kayıtsızlıkla bulundu. Yerel haberler bir an için bu haberi verdi, ancak haber kısa sürede prime time televizyon programlarından kayboldu ve yerini “aşk cihadı”, sınır gerilimleri veya Hindistan-Pakistan kriket maçı üzerine ateşli tartışmalar aldı. Müslüman bir çocuğun ölümü, ulusal öfkenin senaryosuna uymuyordu. Bunun yerine, normalleşmiş şiddetin sessiz arşivinin bir parçası haline geldi. Sosyolog Stanley Cohen bir keresinde “inkâr halleri” hakkında şöyle yazmıştı: Zulümlerin gizlenmediği, ancak o kadar rutin bir şekilde kabul gördüğü için artık şok edici olmadığı toplumlar. Bugünün Hindistan'ı da böyledir: Müslümanlar gün ışığında öldürülüyor, ancak çoğunluk bunu arka plan gürültüsü olarak görüyor.

Aynı zamanda nefret sadece sessizlik değildir; bir performanstır. Kanpur'daki Müslümanlar “Muhammed'i seviyorum” yazılı pankartlar kaldırdıklarında, polis onları korumak yerine 1300 Müslüman hakkında suç duyurusunda bulunarak toplu tutuklamalar yaptı. Sevgi eylemi suç sayıldı. Oysa Hindutva çeteleri Maharashtra veya Madhya Pradesh'ta toplanarak açıkça soykırım çağrısı yaptıklarında, televizyon ekipleri ya onları yüceltiyor ya da sessizce görmezden geliyor. Müslümanlara yönelik şiddet bir tür tiyatroya, Müslümanların her zaman yargılandığı ve Hindutva güçlerinin medeniyetin koruyucuları rolünü oynadığı bir senaryoya dönüştü.

Bu seçici görünürlük kasıtlıdır. Müslüman tüccarların bir gecede kovulduğu Indore'da “cihatçı-mukt pazarlarının” yükselişi ekonomik bir linçtir. Bütün aileler geçim kaynaklarını kaybetti, çocuklar okuldan alındı ve kadınlar komşularından yemek dilenmek zorunda kaldı. Yine de ulusal medya bunu “kanun ve düzen ayarlaması” olarak çerçeveledi ve insani maliyeti neredeyse hiç belirtmedi. Hindutva grupları sosyal medyada bunu kutlayarak Müslümanların mülksüzleştirilmesini ‘viral’ bir eğlenceye dönüştürdü. Ulusal bir skandal olması gereken olay, sıradan bir “yerel gerginlik” olarak sunuldu.

Başbakan Yogi Adityanath bu gösteri kültürünün somut örneğidir. Resmi platformunda Müslümanlara karşı zehirli sözler sarf ederek onları “sızanlar” ve “terör sempatizanları” olarak nitelendiriyor. Bunlar marjinal sesler değil, iktidar elitidir. Bunun yanında sözde muhalefet partileri öfkeyle değil, kendi sulandırılmış Hindutva versiyonlarıyla yanıt veriyorlar ve Müslümanların korkuları susturulurken, kim daha “Hindu yanlısı” görünebileceğini kanıtlamak için rekabet ediyorlar. Bu iki partili uzlaşma şunu açıkça ortaya koydu: Müslümanlar artık Hindistan'da siyasi özneler değil, siyasi aksesuarlar.

Bunun bedeli fiziksel olmaktan öte, psikolojik ve varoluşsaldır. Bugün Müslüman olarak yaşamak, sürekli şüpheli olarak yaşamak demektir – camide izlenmek, pazarda yargılanmak, sınıfta şüpheyle karşılanmak. Her cuma namazı bir risk gibi hissedilir. Her hoparlörden gelen ezan sesi, bir topluluğun kalbi olmasına rağmen, bazıları için bir provokasyon gibi hissedilir. Urdu şairi Sahir Ludhianvi bir keresinde şöyle yazmıştı: “jinhe naaz hai Hind par, woh kahan hain?” (“Hindistan'la gurur duyanlar şimdi nerede?”) Bu soru bugün de yankılanıyor: Eğer Hindistan'ın büyüklüğü buysa, neden her gün Müslümanların aşağılanmasını kanıt olarak talep ediyor?

Uganda doğumlu Müslüman akademisyen Mahmood Mamdani, bu gerçeği adlandırmamıza yardımcı olan bir çerçeve sunuyor. Ünlü eseri ‘Good Muslim, Bad Muslim'de’ (İyi Müslümanlar ve Kötü Müslümanlar), devletlerin ve toplumların Müslümanları iki kategoriye ayırdığını açıklıyor: Sessizce boyun eğen “kabul edilebilir” olanlar ve direnen, hatta onurunu savunan “tehlikeli” olanlar. Hindistan'da bu ayrım her gün bir silah olarak kullanılıyor. İnancını gizleyen, görünmez kalan Müslümanlar hoş görülür. Ancak kimliğini ortaya koyan, kamuoyunda “Muhammed'i seviyorum” diyen, eşit haklar talep eden, silinmeye direnen Müslümanlar anında mücrim, yani suçlu olarak damgalanır. Mamdani bize bunun teolojiyle değil, iktidarla ilgili olduğunu hatırlatır: Meşruiyeti tanımlama hakkı kimdedir ve kimler şüphe altında yaşamak zorundadır?

Bu yüzden linç videoları WhatsApp'ta dolaşıyor, haber spikerleri “Müslüman nüfus patlaması” hakkında komplo teorileri yayarken sırıtıyor ve çeteler dükkânları ateşe verdikten sonra gülüyor. Nefret artık sadece siyaset değil; kolektif bir eğlence haline geldi. Zulüm komediye, aşağılama prime time senaryosuna dönüştüğünde, demokrasi ile faşizm arasındaki çizgi çoktan yıkılmış demektir.

Tarih bize şunu öğretiyor: Azınlıkların acılarını eğlenceye dönüştüren toplumlar, çürümeden kurtulamazlar. Nazi mitingleri sırasında Alman liberallerin sessizliği, siyahların linç edilmesi sırasında Amerikalıların kayıtsızlığı ve Gazze'deki bombalamalar sırasında İsrailli kalabalığın tezahüratları, nefret üzerine kurulu eğlencenin sonunda toplumu yiyip bitirdiğini hatırlatıyor. Hindistan da bu durumdan muaf değildir.

Bu yüzden soruma geri dönüyorum: Biz Müslüman mıyız yoksa mücrim mi? Katiller serbestçe dolaşırken neden her gün yargılanmak zorunda kalıyoruz? Devlet “Amrit Kaal”ı kutlarken neden çocuklarımızın ölümleri silinmek zorunda? Bu sorunun cevabını sadece Müslümanlar vermek zorunda değil; Hindistan'ın çoğunluğu, nefretin en sevdikleri dizi olarak izlemeye devam edeceklerini mi, yoksa sonunda ekranı kapatacaklarını mı karar vermek zorunda.

Çünkü nefret ulusal eğlencenin tek biçimi haline geldiği gün, jeneriği sadece Müslümanların cesetleri üzerinde akmayacak. Cumhuriyet'in kendisinin ölümü üzerinde akacak. Ve tarih size Hindu mu yoksa Müslüman mı, sağcı mı yoksa liberal mi olduğunuzu sormayacak, sadece medeniyetiyle gurur duyan bir toplumun neden zulmü komediye, sessizliği rızaya dönüştürdüğünü soracak. Hindistan'ın çoğunluğunun karşısındaki soru artık hoşgörü veya laiklikle ilgili değil; komşularında hala insanlığı tanıyıp tanımadıklarıyla ilgilidir.

Bugün Müslümanlar suçlu olarak cezalandırıldığında alkışlarsanız, yarın uyandığınızda alkışladığınız ulusun sizin hapishanenize dönüştüğünü göreceksiniz ve o zaman bu Cumhuriyet'te geriye kalan tek ses nefretin kahkahaları olacaktır.

 

* İsmail Salahuddin, Delhi ve Kalküta'da yaşayan bir yazar ve araştırmacıdır. Çalışmaları Müslüman kimliği, toplumsal siyaset, kast sistemi ve bilgi siyasetini ele almaktadır. Jamia Millia Islamia'da Sosyal Dışlanma ve Kapsayıcı Politika okumuştur. Yazıları The Wire, Middle East Monitor, Scroll, Outlook India, Muslim Mirror ve diğer yayınlarda yer almıştır.

HABERE YORUM KAT