1. YAZARLAR

  2. Sümeyye Demir

  3. Bana Yaşını Söyle, Sana Ne Yapabileceğini Söyleyeyim
Sümeyye Demir

Sümeyye Demir

Yazarın Tüm Yazıları >

Bana Yaşını Söyle, Sana Ne Yapabileceğini Söyleyeyim

22 Nisan 2009 Çarşamba 18:50A+A-

Birkaç gün önce, Genel Kurmay Başkanı Hava Harp Okulunda bir konuşma yaptı Türkiye’ye ve Türkiye gazetecilerine karşı. İki saat süren bu konuşmayı olumlu değerlendirenler olduğu gibi, ‘askerin üzerine ne vazife’ diyerek yaptığı buram buram siyaset kokulu brifingi yanlış bulanlar da vardı. Asker yine politikadan koparamamıştı kendini. Özellikle de ortamın 12. dalga gözaltılarıyla bir hayli ısındığı bir zamanda. Ne hikmetse, Güneydoğu’da, DTP’lilerin evlerine, işyerlerine, parti binalarına eş zamanlı olarak baskınların yapıldığı aynı günde.

Dinden, laiklikten, Türkiye Halkı ile Türk Halkı arasındaki farktan, terörden, demokrasiden, Cumhuriyet’in kazanımlarından, cemaatler ve tehlikelerinden, Obama’nın cümlelerinden, yabancı aydınların düşüncelerinden (alıntılar yapmıştı), Atatürkçü düşünceden, sivil-asker ilişkisinden, etnik kavram, ulus-devlet ve millet kavramlarının manalarından, Türklerden, Kürtlerden, velhasılıkelam, askeri mesleğin gerekleri dışında her şeyden konuştu, açıklamalarda bulundu, kafalarda yanlış oluşan(!) bilgilere açıklık getirdi. Davet ettiği yazar-çizer takımını bilmediği pek çok konuda aydınlattı.

Velev ki bugüne kadar duymak istediğimiz, duymanın özlemini çektiğimiz çok doğru ve ertelenmiş gerçekliklerden bahsetmiş olsun. Bunları tüm medya çalışanlarını toparlayarak anlatmak Org. Başbuğ’un vazifesi midir? Ordu, var olan devlet bünyesinde çalışan bir devlet kurumu değil midir? Vazifeleri, yapmaları ve yapmamaları gerekenler yasalarla belirtilmemiş midir?

Asker siyasetten elini çeksin diyenler dahi, bu konuşmanın ardından günlerce programlar hazırlayıp makaleler yazmamış mıdır? Her kelimesinin, her mimiğinin, oturmasının veya yanında oturduğu kişilerin kimliklerinin altından bir şeyler çıkartmaya çalışmamış mıdır? Bunu derken ne demek istedi, bununla kimi kast etti, bu kez kime gözdağı verdi, kimlere zeytin dalı uzattı?

Kanımca askerin niyeti, soğuk nefeslerini her an milletin ensesinde hissettirmek… Ve bu konuşmayla bir kez daha bunu başarmış görünüyorlar. Onların ne düşündüğünün, kimsenin umurunda olmaması gerekmez mi demokratik bir ülke de? Yahut demokratik bir ülkenin özlendiği memleketlerde? Öyleyse neden her bir harfine kadar otopsiye yatırılıyor askerin cümleleri?

Gülay Göktürk’ün “Düşünün ki, bir dönemin askeri görevlileri tarafından işkence edilip öldürülmüş insanların kemikleriyle yüzleştiğimiz günlerden geçiyoruz. Missing filmini aratmayan sahneler anlatıyor kimi tanıklar: helikopterden canlı canlı insan atılma iddialarıyla uykularımız kaçıyor. Binlerce faili meçhul ceset yeraltında gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. Ordu mahfillerinde darbeci kliklerin cirit attıklarını, genelkurmay başkanlarına suikast planları yaptıklarını öğreniyoruz.

Kamuoyu aylardır böylesine tüyler ürpertici bir dehşet filmini izlemekteyken Genelkurmay'ın yapması gereken şey Atatürkçülüğün ne olup ne olmadığı bize öğretmeye kalkmak mıdır; yoksa şu JİTEM cinayetleri ile ilgili ne yaptığını, ne ettiğini, ne düşündüğünü artık açıklamak mıdır?

Biz şu anda Genelkurmay Başkanının ulus devlete bakışını değil, Sarıkız ve Ayışığı darbe teşebbüslerinin tekrarlamaması için ne gibi tedbirler aldığını merak ediyoruz. JİTEM'i inkâra devam edip etmediklerini, Abdülkadir Aygan'ın ifadesi hakkında ne düşündüklerini öğrenmek istiyoruz. Bundan böyle ordu deposundaki silahların kanlı provokasyon eylemlerinde kullanılmasının önüne geçmek için neler yaptıklarını açıklamalarını bekliyoruz” yakınmaları doğru bir tespit değil midir?

Ve daha önce de yapıldığı gibi, yine bir Ergenekonla ilgili olarak evi aranan Türkan Saylan'a sahiplenme adına elçi göndermek ve milletin zihninde soru işaretleri oluşturmak, ülke güvenliğinden sorumlu bir kurumun yapması gereken davranış mıdır? Bir diklenme ve yaygara koparma furyasıdır almış başını gitmekte bu hanım için. O hanım ki, sözde çağdaşlık adına yaptığı çalışmaları eyleme geçirirken, çağımıza uymayacak tarzda ayrımcılık ve saldırganlıklar gerçekleştirmektedir.

Tabi onun evinin aranıp sorgulanması, darbe yandaşları ve derin devlet ortakları için bir ümit belirtisi oldu. Adeta karşılarında var olduğunu düşündükleri düşmanlarına saldırmak için bir ışık belirmişti. Türkan Saylan saygı değer, kadınlar ve genç kızlar için yıllarını vermiş, kendisini eğitime adamış bir profesör iken, onu sorgulamak, Atatürkçülüğe ve laikliğe vurulmuş bir tokat olarak haykırıldı ellerinden geldiğince.

Yalnız değildi Türkan hanım bu dalgada, beraberinde pek çok aydın ve ilim adamı vardı sorgulanacaklar ve gözaltına alınacaklar arasında. İşte bu, Ergenekon yanlıları ve savunucuları için yeterli bir sebepti karşı atağa geçmek için. Onlara göre o kadar ileri gidilmişti ki, yaşlı başlı, üstelik de hasta bir kadın nasıl sorgulanır ve onun gibi kendisini memleketine adamış birinin evi nasıl aranırdı.

Türkan Saylan’ın yaşı ve hastalığı sakız oldu ağızlarda. Malum zihniyete hizmet eden hangi kanalı açsanız, onun yaşı ve hastalığı ile ilgili haber veya bizzat kendisinin ihanete uğramış(!) şahane fikir ve düşüncelerini içeren sunumları. Dün ‘dağdaki bir çobanla benim oyum aynı mı sayılacak’ deme gafletini, cahilliğini dillerine düşüren zavallı akılsızlar, bugünse Türkan Saylan’ı ‘vatanın hizmetkârı, biçare, hasta ama dimdik ayakta’ şeklinde lanse edip, timsah gözyaşlarıyla, Türkiye tarihinin ve kendilerinin bu anı hiçbir zaman unutmayacaklarını geveliyorlardı kendi kendilerine.

O yaşta bir kadın neler yapabilirmiş ki devleti yıkmak ve bölmek adına! Onun suçu kız çocuklarını korumak ve verdikleri burslarla taçlandırmakmış. Kanser ve kanser hastalarıyla ilgilenmek ve mücadele vermekmiş. Fakat aynı Türkan Saylan’ın, denildiği gibi yetmiş yaşına rağmen hiç de rahat durmadığı, olabilecek en yüksek ve en düşük kıdemliler arasında görüşmeler yaptığı, başörtülü ihtiyaç sahibi kızları utanmadan, alçakça ‘casus’ olarak yaftaladığı, kendilerince geçer not alanların okumaya hakkı olurken, kırık not verdiklerinin değil okumaya, okulun kapısından dahi bakmaya hakları olmadığını haykırdığı düşüyordu gazetelere manşet manşet.

Sanki bozgunculuk çıkarmak, terör üretmek, devleti içten içe yıkmak, insanların arasına tefrika düşürmek için ille de genç olmak gerekiyordu. Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk da genç sayılmasa gerek. Bakın Aytekin Gezici, “Cumhuriyet Cuntası” adlı kitabında nasıl anlatıyor Selçuk ve o güruhu:

“Türkiye'de sol örgüt ve hareketler, Cumhuriyet gazetesini merkez almak kaydıyla hep cuntalara yakın durdu. Gazete yöneticileri bazen darbe için ortam hazırladı, bazen ise bizzat cuntanın içinde yer aldı. 27 Mayıs 1960, 9 Mart 1971, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1998, 27 Nisan 2007 tarihleri Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi adına çıktığı yolda sivil yönetimin karşılaştığı askeri müdahalelerin tarihi serüvenini gösteriyordu. İşin yanlış olan tarafı ise demokrasi ve özgürlük adına var olması gereken basın etiğinin tam tersi hareket eden Cumhuriyet gazetesinin bahsi geçen darbe girişimlerinin sürekli odağında olmasıydı.

Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay ve İlhan Selçuk'un Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınması üzerine eski Cumhuriyetçi Hasan Cemal; “İlhan Selçuk gözaltına alınınca neredeyse kırk yıl öncesine gittim. 1969'u, 1970'i, 1971'i düşündüm. Darbeci ya da cuntacı yıllarımı... Gözümün önünden geçip giden filmin karelerinde kimler yoktu ki. Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Uğur Mumcu.” diyordu.

Dün ve bugün arasında iki köprü bulunuyor. İlki 9 Mart'tan Ayışığı ve Sarıkız'a uzanıyor... İkincisi Cumhuriyet gazetesinden Ergenekon'a... Özden Örnek'in darbe günlükleri, ardından Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay'ın darbe günlükleri. Geçmişte ve günümüzde Cumhuriyet gazetesinin darbe politikası güden yayınları, sadece niyet, siyasete bakış, iktidar anlayışı açısından benzerlikler arz etmiyor, aynı zamanda bildik aktörleri çıkarıyor karşımıza; Derin Cumhuriyet Cuntası'nı...”

Tutuklananlar ve akabinde çocukları dahi güldürecek bahanelerle serbest bırakılanlar veya tutuksuz yargılananlara baktığınızda, Veli Küçük’ten Doğu Perinçek’e, Levent Ersöz’den Şener Eruygur’a, Kemal Alemdaroğlu’ndan Mehmet Haberal’a kadar, hiçbiri gençlik yaşlarında değil.

Yaşından dolayı tutuklananları savunmaya kalkanlar da aslında biliyorlar ki, dünya üzerindeki ülkeler de dahil, önemli işleri (iyi veya kötü) yapanlar, aşağı yukarı hep bu yaş civarlarında gezinmektedirler. Kıdem atlayıp önemli mevkilere gelmek, adım adım insanlarla ilişkiye geçip çevre edinmek, kimilerinin güvenini kazanıp kimilerinin sağ kolu olmak, uluslar arası podyumlarda boy göstermek ve oralara dal budak salmak, elbette yılların birikimini ve belli bir yaş geçmesini gerekli kılmaktadır.

60 yaş ve üstü, bilgi ve birikimin kemale ermeye yakın olduğu yaşlardır. Sanki tutuklanan veya gözaltına alınanların, şahsi fiziksel güçleriyle suça iştirak ettikleri sorgulanıyor. Onlar ayakta durmakta zorlanan, elleri ve kolları sallanan, saçları dökülmüş ve hatta her nevi hastalığa duçar olmuş olsalar da, onları suç işlemeye yönelten ve bunu eyleme geçiren beyinleri ve düşünceleridir. Oturdukları yerde, telefon veya internet başında işleri halletmek ve yürütmek zor olmasa gerek.

Kenan Evren, 1980 darbesini 62 yaşında yapmıştır. Bülent Ecevit 82 yaşında vefat edene kadar hep siyasetin içindeydi. Süleyman Demirel 85 yaşında ve yüz bulsa hemen aktif politikanın içine atlayacak. Uzaktan da olsa pek rahat durduğu söylenemez. Deniz Baykal 71 yaşında. Zihinsel ve fiziksel olarak gücü-kuvveti yerinde gözüküyor. Celal Bayar, 1960 darbesinde idamla yargılandığında 77 yaşındaydı ve Adnan Menderes ve arkadaşları idam edildiğinde, o ise idamdan kıl payı kurtulmuştu. Stephen W. Hawking 67 yaşında ve dünyanın en önemli matematik ve fizikçisi unvanına sahip. 30’lu yaşlarda tamamen fiziksel özürlü olmuş ama kimse beyninin çalışmasına engel olamamış.

Ayrıca ne hikmetse, tutuklanan bazı kimseler yaşından, mevkiinden, ilminden veya birilerine yakınlığından dolayı, hep aynı bahaneyle- hastalıııık!-dışarıya çıktılar ve kimse bunlara bir şey diyemedi/dedirtmedi. Oysa yaşından ve hastalığından dolayı cezası ev hapsine çevrilen Erbakan için söylenmedik kalmamış, yer yerinden oynamıştı. Üstelik onun alenen devleti bölmek, kaos yaratmak veya darbe girişimlerinde bulunmak gibi, Türkiye’nin gidişatını değiştirecek tarihi bir suçu veya bu yönde şaibesi bile bulunmuyordu. Önceki cumhurbaşkanı döneminde affedilenlerin ise adının bugünlerde dillerde dolanması da ayrı bir konudur.

Yani kısacası, suç işlemek, işletmek veya teşebbüs etmek için yaş ve hastalık marezet olamaz. Üstelikte hasta denilerek ardından sahte gözyaşı döken yandaşlarının inadına, art arda basın toplantıları yapan, gazetelere röportajlar veren, hakları için davalar açmaktan geri durmayan, hastalığını insanların gözlerinin içine sokarcasına maske ve bonesi ile gazetecilerin karşısına geçip davasını savunmaktan geri durmayacağını, kimsenin kendisini durdurmaya gücü yetmeyeceğini haykıran Türkan Hanım için hiç mazeret sayılmaz. Zaten o yıllar yılı hastalığıyla yaşamayı ve onunla savaşmayı bilmiş nadir insanlardan biri.

Yıllar yılı Atatürk ve Atatürkçülük zırhıyla çullandılar halkın üstüne. Üzerlerine geçirdikleri maskeleriyle kimse ilişemezdi onlara. Çünkü onlar laiktiler, Atatürkçüydüler ve çağdaştılar. Onlara el ve dil uzatılamazdı. Sarıldıkları bu zırhla savuşturuverirlerdi hasımlarını. Ellerinde sopaları ve Atatürkçülük kılıçları oldukça tüm güç onlardaydı çünkü. Ama maskeler düşmekte ve çirkinlikler serilmekte artık ortalığa.

YAZIYA YORUM KAT