1. YAZARLAR

  2. SALİH ORHAN

  3. Ayasofya’yı Açmak: Türkiyeli Müslümanların “Megali İdeası”
SALİH ORHAN

SALİH ORHAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Ayasofya’yı Açmak: Türkiyeli Müslümanların “Megali İdeası”

13 Haziran 2020 Cumartesi 12:09A+A-

“Eski bir kilise olan bu yapının her tarafındaki haçlar kazı­nıp, duvarlara Kuran'dan ayetler yazılmış. Abdülhamid'in altın tuğrası mavi zemin üzerinde parlıyor. İhtişam ve şatafat yerine, gri renkli sıva hakim duvarlara. Daha sonra bu duvarların aslında mozaik kaplı olduğunu keşfediyoruz. Etraf galerilerle çevrili, erkeklerinki açık, kadınlarınki kafesli. Buraları Sultan' ın haremine ait mekanlar. Üzerinde peygamberin parmak izi bulunan sütuna gelince rehberimiz anlatmaya başlıyor. Küstahlık edip, bu hikayeyi en az onun kadar bildiğimizi söylüyor ve susturmaya çalışıyoruz. Yüksek perdeden çıkan sesiyle hem bizi hem de köşelere çekilmiş insanları taciz ediyor. Kes sesini! Bize tek kelime ile cevap ver: Şurada oturan insanlar kim?

İlahiyat talebeleri.

Yaklaşıp bakıyoruz; çıplak ayaklı, narin, okumuş insanlar, oturdukları yerde önlerine açtıkları kitapları ezber geçiyorlar. Bunlar kendilerini peygamberin hizmetine adamış genç adamlar. Rehberimizin bu kadar yüksek sesle konuşmasına rağmen, aralarından hiçbiri başını kaldırıp bakmadı. Aşkolsun! diye dü­şünüyoruz, işte bu adaylardan, nabza göre şerbet vermeyen, tartışmaya girmeyen ve geri adım atmayan fanatik din adamları yetişir. Hıristiyanlıkta din adamlarının öğretilerini modernleş­tirmeleri lazım geliyor. Zamana ayak uydurmak icabedermiş.

Ayasofya camiinin her tarafını dolaşıyor, sonra yine talebelerin oturduğu yere dönüyoruz. İçimizde, acaba bize gösteriş yapıyor da sahiden okumuyorlar mı, diye bir şüphe belirdiğinden rehberimizi olduğu yerde bırakıyor ve yavaşça yanlarına yaklaşarak gözetliyoruz. Beyhude şüphelenmişiz, hepsi de derslerini ezberlemeye çalışan çocuklar gibi gövdelerinin üst yarısını ritmik bir şekilde ileri geri sallayarak, fasılasız okuyorlar. Uzun bir müddet durup, fevkalade güzel bir genç adamı seyrediyoruz gizlice. Başı takkesiz, mintan ve entarisinin göğsü kemerine kadar açık, kafasının biçimi pek hoş. Aniden başını kaldırıp, bakışlarını yüzümüze dikiyor ve sanki kendi sesini bastırmaya çalışırmış gibi yüksek sesle okumaya devam ediyor. Uzaklardan gelip, yanımızdan, bize hiç temas etmeden ge­çen bu yakıcı bakışı asla unutmayacağım. Bizleri görmeden tekrar kitabına daldı. Haşmetli bir kral ve kraliçe bile olsaydık, orada bulunuşumuz hiçbir şey ifade etmeyecekti ona. Belki de caminin ışık vaziyeti bizi görmesine mani olmuştur diye düşü­nüyoruz. Birimiz yerinde kalırken diğerimiz genç adamın yakı­nına gidiyor. Fakat yine yanılıyoruz, görüyoruz ki ışık vaziyeti mükemmelmiş.

Demek ki, peygamberin kelamını öğrenme azmiymiş onun gözlerini körleştiren. Oturup bu kelamı ezberleyen genç adam gibi azimli ve kabiliyetli 300 milyon insan daha yaşıyor dünyada.”*

Ayasofya’nın cami olarak yeniden açılması talebi kuşkusuz haklı bir talep. Ancak zaten genel itibariyle milliyetçi, sağcı, muhafazakar sapmalarla malul olan Türkiyeli Müslümanların haklı oldukları Ayasofya davasındaki söylemleri de öteden beri taşınılan bir çok zaaftan kurtulamıyor.

Türkiye’deki Müslümanları ve İslami yaşayışı çok daha derinden etkileyen “Devrimler” yanında tali sayılabilecek bir etkisi olan Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi ve buna bağlı olarak Ayasofya’nın tekrardan camii olarak açılması talebi Türkiyeli Müslümanların söyleminde denebilir ki haddinden fazla merkezi bir yer işgal etmiştir bugüne kadar.

Öncelikle geçmişten bugüne manzara-ı umumiye baktığımızda neye niçin karşı çıktığını tespit ve tayin etmede sıkıntı yaşayan Türkiyeli Müslümanlar neyi niçin talep ettiğinin de çok bilincinde görünmüyor. Ayasofya meselesi de buna misal olarak getirilebilecek konuların başında geliyor. Ayasofya’nın müzeye çevrildiği kararnamede yer alan dönemin Cumhurbaşkanı’nın imzasının sahte olduğu iddiası üzerine inşa edilen akla ziyan teorilerden, sanki Ayasofya açılınca Türkiye’deki Müslümanların tüm sorunları ortadan kalkacakmış gibi bir hava estirilmesine kadar bir dizi tuhaflık bu meselede yine arz-ı endam ediyor.

Ayasofya’nın sembolik değeri herkesin malumu, tabii siyasi söylemi sembollerin ötesinde çok da sağlam bir zemine oturmayan Türkiyeli Müslümanlar için bu sembolik değer çarpan etkisiyle başka bir anlama kavuştu tarihi süreç içinde. Yine aynı tarihi süreç içinde milliyetçi, mukaddesatçı, sağcı, muhafazakar vs. şeklinde bir çok kimlik bunalımı yaşayan Türkiyeli Müslümanların esas kimliklerinin üstünü örten bu sapmalar da Ayasofya meselesinde geliştirilen söylemdeki bir çok zaafının sebebi olarak görülebilir. Ancak görece bu sapmaları yaşamayan Türkiyeli İslamcılar da yine aşırı semboller üzerine inşa edilen ve çoğu zaman retoriği aşamayan siyasi söylemlerinin önemli bir unsuru olan bu konuda diğerlerinin seviyesinde seyrediyor.

Haklı Dava Yanlış Savunma

Ayasofya Camii’nin aslına döndürülmesi talebi “Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır!” (Bakara Suresi, 114) ayeti fehvasınca dile getirilip savunulsa ortada sıkıntı kalmayacak. Ancak bu meselede de Türkiyeli Müslümanlar karnından konuşup ilginç izahlarla, tarihi süreçle ilgili ortaya attıkları akıllara zarar teorilerle “Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışan” kişileri adeta temize çıkarma yarışına girebiliyor. Tabii ki bir yandan abartılı Ayasofya vurgusu yapıp bir yandan da kendisi açısından bu denli hayati bir meselede bedel ödemeyi göze alamayarak failleri kendi elleriyle örtme çabası içinde olmak ciddi bir tenakuz oluşturuyor.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle ilgili Türkiyeli Müslümanların temel argümanları Ayasofya’nın “fethin sembolü”, “kılıç hakkı” vs olduğu şeklinde. Burada biraz durup birkaç kelam edilebilir. Müslümanlar fetihlerle ehl-i kitap ve diğer gayrimüslimlerin mukim olduğu beldelerin İslam topraklarına katıldığı bir süreçte fethettikleri yerlerde bulunan ve o şehre adeta kimliğini kazandıran şehrin en büyük mabedlerini -ki bu çoğu durumda Hıristiyanların kiliseleri oluyordu- camiye çevirme şeklinde bir fıkıh geliştirmişler. En büyük kiliseyle birlikte cemaati olmayan mahalle kiliselerinin de yine camiye çevrilmesi usulü hüküm sürmüş. Ayasofya bağlamında da düşünecek olursak fethettikleri yerlerde bulunan şehrin en büyük kilisesinin fetihten sonraki durumuyla ilgili Müslümanların önlerinde birkaç seçenek bulunuyordu: Kiliseyi kilise olarak bırakmak, yıkmak ya da yine mabed olarak kullanmak. Geçmişteki Müslümanlar birinci seçeneği fethettikleri şehri İslamlaştırmak açısından, ikincisini de İslam’ın genel ilkeleriyle ters düştüğü için doğru bulmasalar gerek üçüncü yolu tutmuşlar.

Ancak bugün için Ayasofya meselesinin bağlamı miladi 1453’teki Fethin sonrasındaki Ayasofya’ya dair o günün siyasi otoritenin tasarrufu değil, miladi 1934 yılındaki siyasi otoritenin tasarrufu, yani yaklaşık 500 yıl boyunca cami olarak kullanılmış bir yapının müzeye çevrilmesi kararıdır. Bu bağlamın bir şekilde üstünün örtülmesine hizmet eder şekilde meseleyi ele almak aslında Türkiyeli Müslümanların farkında olmadan topu rakip kaleden kendi kalelerinin önüne taşıması anlamına geliyor. Camileri ellerinden alınmış Müslümanlar böylece o ellerinden alınan camilerinin statüsünü tartışmaya açmış oluyorlar. Bir de bu yaklaşım tarzındaki “şanlı tarihimiz” vurgusu Türkiyeli Müslümanların bu meseleyle sınırlı olmayan farklı birçok meselede kendini gösteren başka bir temel zaafına işaret ediyor ki bu bahsi diğer.

Ayasofya’yı Ayakta Tutan Minarelerinden Siparişi Verilen Müstakbel Halılarına

Ayasofya Bizans döneminde iki defa yanıp kül olmuş ve yine iki defa deprem sonucu ve bir sefer de -yapı devasa kubbeyi taşıyamadığı için- kendi kendine kubbesi çökmüştür. II. Selim devrinde Mimar Sinan’a Ayasofya Camii’ni tahkim etme işi verilmiş Mimar Sinan da yaptığı takviye payandalar ve batı yönünde inşa ettiği iki kalın minareyle yapıyı dengeleyerek Ayasofya’nın bir daha yıkılmamasına vesile olmuştur. Mimar Sinan’ın esas olarak yapıyı ayakta tutmak için inşa ettiği bu minareler yüzlerce yıl sonra yapının -en azından mimari bakımdan- cami olarak kalmasına da vesile olmuştur. İbrahim Hakkı Konyalı Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesinden sonra minarelerinin de şifahi bir emirle yıkılma emri verildiğini, bu iş için memur edilen arkadaşı Arkeoloji Müzesi Mimarı Kemal Altan’a kendisinin araya girmesiyle minarelerin aynı zamanda Ayasofya’nın ana kubbesinin dayandığı payanda işlevi gördüğünü belirten bir rapor hazırlattığını ve bu şekilde minarelerin yıkımını engellediklerini aktarıyor. Tabii ki Mimar Sinan bir gün Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılacağını, minarelerinin yıkılmak isteneceğini düşünemezdi bile yapıyı ayakta tutmak için o minareleri yaparken. Ama yaptığı işi sağlam yaparak belki kendisinin de öngöremediği hayırlara vesile olmuş oldu.

Bugünkü Ayasofya gündemine bakacak olursak da Nasreddin Hoca’nın “gördün peşin parayı gülersin tabi” dediği gibi fısıltı gazetesinden halıların sipariş edildiği haberini alan günümüz Müslümanının hemen sevince gark olduğunu görüyoruz. Cumhurbaşkanı’nın topu Danıştay’ın vereceği karara atan açıklaması ise meselenin adeta salt hukuki bir meseleymiş gibi gösterilmeye çalışılmasının mantıksızlığının yanında idam cezası konusunun gündeme gelişini, konunun Cumhurbaşkanı’nın topu yine Meclis’e atarak “önüme gelirse imzalarım” açıklamalarıyla sürüncemede bırakılışını ve bilahare gündemden düşüşünü hatırlatıyor. Türkiye’de bu türden kararların alınış şekli ortada, Ayasofya meselesi de hukuki açıdan bugün için bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle çözülebilecek bir mesele. Söylentiler yoluyla umut pompalanıp, en yetkili makamın “Danıştay’ın kararını bekliyoruz” açıklamasıyla adeta sorumluluğu üzerinden atması meselenin nereye bağlanacağını beklemeye sevk ediyor bizi.

“Sevemedik Müzeleri”

Nihai olarak birileri “ne var canım İstanbul’da cami mi yok, Ayasofya da müze olarak kalsın!” diyebilir, yine başkaları Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesinin özellikle Türkiye dışında Müslümanlar açısında uzak, yakın bazı kötü sonuçları olabileceğini hatırlatıp bu meseleye ilişmemeyi salık verebilir. Ancak burada Ayasofya meselesinin esasına bakacak olursak o da şudur ki: Müslümanların elinden elifbasından takvimine kadar hemen hemen her şeyini alıp alimlerini asan, ezanlarını yasaklayıp Kitab’ını öğrenmesine dahi engel olan ve bugün için de eline yeterli derecede güç geçse Meclis kürsüsünden söyledikleri gibi Sultanahmet’i -belki başka camileri de- müzeye çevirebilecek bu zihniyetle mücadeledir. Yani sizin bu ülkede İslami değerlere karşı yaptığınız küçük, büyük her icraatı  küçük büyük demeden tersine çevrilebiliyorsa çevirmek, zararlarını izale etmek bizim boynumuzun borcu! “Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret” vardır. Bu bağlamda da hayatı bu zihniyetle mücadeleyle geçmiş merhum Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi: Sevemedik müzeleri! 

Bu mücadele sulandırılmayı, yanlış bir zeminde yanlış argümanlarla savunulmayı hak eden bir mücadele değil. Bir Müslüman aslında sadece Müslüman sıfatını taşımakla belli bir ciddiyete sahip olmalı: Hayata karşı ciddiyet, davasında ciddiyet, eyleminde ciddiyet, söyleminde ciddiyet…

Ne yazık ki bugün bunun Müslümanların geneli için çoğu zaman böyle olduğunu söyleyemiyoruz. Norveçli yazar Knut Hamsun’un yazının başında alıntıladığımız Ayasofya Camii anısındaki talebenin işini ciddiye alışı ve vakarı bugün için maalesef Türkiyeli Müslümanların genelinin meselelere yaklaşımında göremediğimiz hasletler.

 

Dipnot:

*- Knut Hamsun, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah kitabının içinde “Hilalin Altında-Mücadeleli Hayat” bölümü Çev. Banu Gürsaler Syvertsen (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 2006), 31-32

YAZIYA YORUM KAT