1. YAZARLAR

  2. Süleyman Seyfi Öğün

  3. Aliya İzzetbegovic'i Gazze'ye götürmek
Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün

Yazarın Tüm Yazıları >

Aliya İzzetbegovic'i Gazze'ye götürmek

17 Ocak 2009 Cumartesi 01:24A+A-

Politika ile savaş arasında tuhaf, tuhaf olduğu kadar da şaibeli bir ilişkiler ağı mevcut. Politik akıl, cinnetle özdeş gördüğü savaşı, kendi tarihsel varoluş çizgisinin öncesine koyarak temayüz ediyor.

Savaşın, politika-öncesi bir durum olarak nitelendirilmesi mutattır. Bu bakışa göre, savaş veridir. Habil-Kabil'den bu yana, insanları kendi hallerine bırakırsanız, aralarındaki meseleleri halletmek için savaşacaklardır. Oysa bir uygarlık işçiliği olarak politika, meselelerin halli adına savaşın dışında kalan barışçı yolları işaret eder. Politikadan umutvar olmanın da gerekçesidir bu. Vergilius yüzyıllar öncesinde, tanık olduğu bir savaş hazırlığından irkilerek kaleme aldığı bir şiirde, "savaşa hazırlanıyor bu atlar, ama biz bunların sabana da koşulduğunu gördük" diyordu. Ama tarihsel serencamımız gösteriyor ki, politika savaşa karşı geliştirdiği tezlerinde ilkesel bir derinlik kazanmadı. Ahlakçıların tersine, savaşı bir olasılık olarak toptan reddetmedi. Sadece savaşı kendi logos'una tabi kılma iddiası güttü. Bir bakıma savaşı denetimi altına aldı. Kadim zamanlar itibarıyla bunun anlamlı olduğunu düşünmek mümkündür. Politik akıl tarafından denetlenen savaş, kan davaları ile günlük hayatı teslim alan savaşları engelliyordu. Bu da topluluk hayatlarının istikrarı adına yaygın bir destek bulmuştur.

Modern tarihlerde bu ilişki değişti. İlk olarak modern savaşların arka planında, kan davaları estetize edilerek belirleyici kılındı. Bunun Roma'nın Avrupa coğrafyasındaki çöküşü ve reel Avrupa tarihinin başlamasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Modern Avrupa kültür ideologları istedikleri kadar köklerini Grekoromen mirasa dayandırsınlar ikna edici olamazlar. Modern Avrupa tarihi kadim mirası temsil eden Roma'nın yıkımı üzerinden şekillendi. Roma'yı yıkıma uğratan güçler bilindiği gibi içleri kan davaları ile yüklü, dışa karşı ise acımasızlıklarıyla tanınan topluluklardı. Barbarik göçlerin getirdiği yeni kültürlerle kadim Roma-Hıristiyan mirasının sentezi meselesi ise bana hep şaibeli ve ikna edici olmaktan uzak gözükmüştür. Böyle bir sentez olduysa bile, bunun ana belirleyicilerinin yeni kıtaya yeni gelen kültür oluşumları olduğunu düşünüyorum. Yani masseden Barbarlık, massedilen Roma ve Katoliklik oldu. Feodal tarihin bunun göstergeleriyle yüklü olduğunu ve bu dönüşüm üzerinden okunursa daha doğru kavranacağını düşünüyorum. Yerel dinamiklere bağlanmış olan feodal savaşlar tarihi bir yana, sadece feodal kanonik tarih bu acımasızlığın repertuarıdır. Yetmedi; Kilise bile bundan nasibini aldı.

Savaş suçları olmazsa savaşlar meşru mu?

Feodal tarihin kapitalizme eklemlenmesi de bu noktada anlaşılabilir. Yeni zenginlik birikimlerinin Avrupa'da kabarttığı hırs ve rekabet duygusunun yol açtığı savaşlar kültürel kıvamını bu miras üzerinden bulmuştur. Biraz palazlanan Kastilya Krallığı'nın yaptığı ilk iş Endülüs mucizesini söndürmek; İberik coğrafyasının sakinlerini katletmek ve sürmek olmuştur. Buradaki biricik dayanakları Müslüman ve Yahudilerin "kendilerinden olmamasıdır". Bu sterilleştirme tutkusudur ve gerideki derin saikleri, barbarik geçmişten başkası değildir. Avrupa kendi içinde dört asır boyunca kan davası normlarıyla -Otuz Yıl Savaşları, Yüzyıl Savaşları- savaştı. Ada Avrupası Kıt'a Avrupasıyla, ve her ikisi kendi içinde sonu gelmeyen savaşları sürdürdüler. İspanyollar, İngilizler, Fransızlar, Alçak ülkeler birbirine girdi. Yetmedi, kıtalararası, mesela Yeni Dünya'da savaştılar. Buna din savaşları eklendi. Lutheryenler ve Katolikler savaştı. Fransa, kan davalısı İspanya'nın yaptığını kendi Protestanlarına yaptı. Saint-Barthelemy katliamında bir çırpıda yüz binlerce insanı katletti. Benzer şeyler Orta-Avrupa'da uniteryenlerin başına geldi. Protestanlar boş durmadı. Sadece Katoliklere karşı savaşmadılar. Biraz da gizlenen bir Reform tarihi, Kalvinciliğin başat meselesinin Katolikler değil, aynı ilkelerden hareket eden Servetiusçular olduğunu yazıyor. Kalvin'in külliyatının ağırlıklı bir kısmının kan davalısı olduğu Servetius ve mezhebinin lanetlenmesi olduğu çıkmıştır. Öte yandan anti-semitizmin Lutheryen düşünce üzerindeki etkisinin ne denli derin olduğunu biliyoruz.

Modern Avrupa tarihindeki kan davaları karşımıza çeşitlenmiş olarak çıkar. Din ve milliyetçilik modern kan davalarının ana malzemelerini oluşturur. Önemli olan, politik kültür tarihinde yarattığı ağır dönüşümlerle ilişkilidir. Artık modern politik tarih, kan davalarının güdümünde yapılanacak ve işleyecektir. Bunun modern literatürdeki karşılığı militarizmdir. Yani modern savaşlar, genel savaş tarihinin zincirine eklenen basit bir halka değildir. Savaş artık, üretim fetişizminin kamçıladığı ve politik aklın örgütleyip yürüttüğü; tüm iş ve işlemlerin son tahlilde kendisinde odaklandığı asri bir sinir merkezi olma niteliği kazandı. Modern Avrupa tarihinde akılcılık, şu ya da bu şekilde Amerika'ları, Afrika'yı, Asya'yı bitiren bir cinnetin örgütlenmesinden ari kalabilmiş değildir.

Estetizasyon bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Doktrinler bunu sağlayan yapılardır. Mesela düpedüz kan davası koduna oturan reel modern Avrupa tarihi, bunu "egemenlik", "ulusallık", "insanlık", "uygarlık" vb. güzellemelerle birlikte estetize etti. Gandhi, "Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna, insanın içine işleyen bir ironi üzerinden "eminim iyi bir fikir olabilirdi" diye cevap verirken, bu güzellemeleri hedef alıyordu. Bununla birlikte, sözü edilen güzellemeleri çok dikkate almak gerekiyor. Çünkü modernliğin diyalektiğini bu kültürel süreçler üzerinden daha berrak görebiliyoruz. Mesela Westfalya'nın sağladığı savaş normları ya da savaş suçları kavramına bir bakalım. Bu estetizasyon bizi savaşın bile uygarca yapılabileceğine ikna ediyor. Yani savaş, eğer savaş suçlarından uzak durulursa suç olmayacakmış gibi düşünmemizi sağlıyor. Böylelikle savaşı sindirmemiz sağlanıyor. Öte yandan barış bir ideal olarak yüceltiliyor. Barışın ideal olması onun ütopyalaşmasına, kör bir iman olmasına ve bizden uzaklaşmasına yol açıyor. Savaşsız geçen yıllar barış yılları olarak kutlanıyor. Oysa bu geçici kazanımların daha büyük felaketlerin hazırlıklarıyla yüklü olduğunu çoğu kez gözden kaçırıyoruz. Savaş konusundaki akıl tutulması savaşın periferileştirilmesi, yani çeperlere sürülmesiyle ilişkili. Bu kapitalizmin merkezileşme dinamiği üzerinden işleyen geleneksel yapısının dönüşümü ile ilişkilidir. Üretim nasıl dağıtılıp emek-sermaye ilişkisinde yatan çelişkilerin görmezden gelinebileceği, hatta sanki aşıldığı yolunda bir izlenim yaratıldıysa, militarizm de aynı şekilde merkez-kaç bir dinamikle yerkürenin ücralarına savruldu. Bu Avrupa'nın 1990'larda son aşaması tamamlanan yapılanmasıyla ilişlidir.

Dikkate değer dönüşüm 1945 sonrası yaşandı. II. Dünya Savaşı, modern kan davaları üzerinden politika yapmanın sadece en ağır sonuçlarını değil, toptan yok oluşu ifade eden bir olasılığı (nükleer felaket) ortaya çıkardı. Bunun bir duş etkisi yarattığını ve merkez güçlerin arasında bir zımni anlaşmaya yol açtığını düşünüyorum. Bir kez, Avrupa kendisini bu fasit dairenin dışına çıkarmaya azmetti. Herder gibilerin 19. yüzyılda felsefi düzeyde işlediği bir Avrupalılık düşüncesi projelendirildi. Bu bir anlamda Avrupa'nın bir ev temizliğidir. Bu temizlik sömürgeciliğin tasfiyesiyle başladı. Bunun ardından savaş sicilleri her türlü ölçünün dışına çıkmış olan Fransa ve Almanya kendi aralarında artık savaşmamaya and içtiler. Avrupa barışına dair nihai krizler Duvar'ın yıkılmasından sonra Balkanlar ve Doğu Avrupa'nın entegrasyonunda yaşandı ve bir şekilde aşıldı. Artık Avrupa, militarist geçmişini bahçe sınırlarının içinde mahkum etmiş gözüküyor ve arılanmış, durulanmış yüzüyle bir medeniyet abidesi gibi profil veriyor. Evin dışındaki savaşlar artık Avrupa kamuoylarının vicdanında tınlamıyor. Bu duygu yoksunluğu önce refah, daha sonrasında ise tüketim toplumunun teskin ettiği kamuoylarında bir tür düşük profilli sosyopatinin yaygınlaşmasıyla ilişkili gözüküyor. Savaş sadece eğlenceli bir dünyanın tadını kaçıran, televizüel bir görüntüye indirgenmiş durumda. Burjuvaların övündükleri vicdan kültüründe bir nasırlaşması bu. Ama bu durum Avrupa'nın üretim yapısını değiştirmiş değil. Mesela İsveç gibi bir demokrasi cennetinin sanayisinin ağırlıklı bir biçimde militarist olduğunu görmek gerekiyor. Küçücük bir ülke olan Belçika devasa ölçekte silah üretiyor ve ihraç ediyor. II. Dünya Savaşı'nın günahkârı Almanya sözümona her türlü militarizmden arındırılıyor ama Almanya'nın dünya silah ticaretinde kesif bir ağırlığı var.

Leopard tanklarını leoparlar üretmiyor.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra savaşa fiilen müdahil olan ABD'dir. Kore, Vietnam, Panama, Küba, Granada ve nihayet Irak ve Afganistan da Kıt'a Avrupasından devraldığı militarist gelenekleri sürdürüyor. Bu ikili durum bir şaşılık ve akıl tutulması yaratıyor. İnsanları örtük ve açık olan militarizmi birleşik bir okumanın konusu yapmaktan aciz kılıyor. Örtük militarizmi bir barış umudu olarak yeşertiyor. Öte yandan savaşın çeperlere dağıtılması onun sürdürülebilir kılınması anlamına geliyor. Sömürgeciliğin tasfiyesi, savaşın yeniden üretilebilir kılınmasını sağlayacak kısa devre alanları bıraktı. Dünyayı ulusal sınırlarla tanımlamak ve organize etmek, sözümona bağımsızlıklarını kazananları her türlü savaşa uygun olarak yapılandırmayı hedefler. Çekilenler, çekilirken arkalarında savaşın fideliklerini bıraktılar. Cadı kazanlarını anımsatan politik coğrafya sorunları, alevlendirilmiş kan davaları, son tahlilde militarist amaçlarla taçlanmış bir ulusal kalkınmacılık ödevi bu fideliklerde büyütüldü.

Mazlumlar zalim olduğunda...

Geçen yüzyılın başlarında anti-militarizm etkili bir gündem maddesiydi. İdeolojisi bir yana duruşuyla gerçek bir 20. yüzyıl kahramanı olarak gördüğüm Rosa Lüksemburg'un insanlığın önündeki seçenekleri "Sosyalizm" ve "Kapitalizm" olarak değil de, "Sosyalizm" ve "Barbarlık" olarak formüle etmesi çok anlamlıdır. Militarizmi yeryüzünün her yerinde izleyebilen ve buna karşı bir duruş geliştirmekti bu. Anti-militarist miras 1970'lerin sonuna kadar devam etti. Ama en son kertede alabildiğine romantize edilerek içi boşaltıldı ve gündemlerdeki yerini kaybetti. Yukarıda işaret ettiğim bir tür düşük yoğunluklu ama yaygın sosyopati bunun yerini aldı. Bu aynı zamanda politik gündemlerin de içinin boşalması anlamına gelmektedir. Odağına bu sorunu ilişkili olduğu dinamiklerle birlikte almayan politik etkinliklerin anlamlı olacağına dair umut yaratması mümkün görülmüyor.

Kanımca anti-militarizm çok kapsamlı bir işçilik gerektiriyor. Bu işçiliğin orta ve uzun vadedeki açılımları üzerinde ahkam kesecek durumda değilim. Gazze'de kan gövdeyi götürürken bu bir lüks olur. Ama şu kadarını söylemeden edemeyeceğim: Anti-militarizm esasta, "haklı savaşlar-haksız savaşlar", "etki-tepki", "zalim-mazlum" gibi kolaylık sağlayan; ama o ölçüde de insanları fasit bir dairede odaklayan kavrayışların dışında bir meseledir. Anti-militarizm ilkesel olmalıdır. Eğer ilkesellik zayıflarsa, haklılık sürdürülebilir bir şey olmaktan çıkacaktır. Dünün mazlumlarını yarının zalimleri haline getiren de budur. Bugün Gazze'de kan döken İsrailliler dünün mazlumları değil miydi? Benzer tehlike Gazze'nin mazlumları ve onlar adına politik kampanyalar yürütenler için de geçerlidir. Çok sayıda anti-semitizm kokan yazılar bunun göstergesi. İsrail ordusuna karşı direnmek elbette Filistinlilerin hakkıdır. Ama bu direnişin her adımında İsrail karşısında haklılığın sürdürülebilir olmasına halel getirecek intikamcılığa dayanan eylemlerden kaçınmak gerekiyor. Anti-siyonizmin anti-semitizme dönüşmesi basit bir eşik sorunudur. Bu olursa, her şey kaybedilir. Unutmayalım ki, Bosna Gazze'den farklı bir şey yaşamadı. Ama Aliya İzzetbegoviç savaşın en acı boyutlar kazandığı sırada, herkesi şaşırtan bir şey söyledi: "Düşmana bir borcumuz vardır; o da adil olmaktır". Aliya cinnetin tırmandığı yerde, aklını kaybetmedi ve mensubu olduğu büyük medeniyetin sorumluluğunu duydu. Boşnakları onca kayıptan sonra bile var eden de işte bu sözün Boşnak direnişine sağladıkları oldu. Gün, bu sözün edildiği gündür aslında. Zor, ama Filistin davasına esenlik kazandıracak olan da bu yoldan başkası değil. İsrail askerlerinin sıktıkları her kurşun, attıkları her fosfor bombası sadece Filistinli öldürmüyor; anti-siyonizmi anti-semitizme çekecek tuzakları kuvvetlendiriyor. Maharet, bu tuzaklara düşmeden Aliya İzzetbegoviç'in mirasını Gazze'ye taşımak...

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT