1. HABERLER

  2. HABER

  3. BİYOGRAFİLER

  4. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u

24 Ocak 1962’de hayatını kaybeden Ahmet Hamdi Tanpınar hala Türkiye’de çok konuşulan bir isim. Bu durumun sebepleri Huzur romanı üzerinden incelenebilir.

26 Ocak 2021 Salı 13:34A+A-

Abdurrahman Güner / HAKSÖZ HABER

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u

Ahmet Hamdi Tanpınar 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda doğdu. Doğduğu ev Muhtesib Karagöz Mehmed Efendi Camisi’nin karşısında eski bir evdi. Babasının görevi gereği Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulundu ancak çocukluğu ve -eserlerinden anladığımız kadarıyla- belleğinde iz bırakan anıları İstanbul’a aitti. Onda ki eski-yeni, doğu-batı mevzuu çağdaşları gibi çocukluğu, ilk gençlik yıllarına kadar dayanmaktadır. Bu durum en çok otobiyografik bir roman olan Huzur’da hissettirir kendisini. Ahmet Hamdi’nin öğrencisi olan Mehmet Kaplan romanın başkişisi Mümtaz’ın Ahmet Hamdi’nin kendisi olduğunu söyler.

ahmet-hamdi-tanpinartanpinar50-1.jpg

Huzursuzluğun Huzuru

1949’da yayımlanan Huzur romanı yazarın ikinci romanıdır. Roman dört büyük kahramanının isimlerini taşıyan dört bölümden oluşur. Romanda iki farklı zaman vardır: birinci zaman olayın asıl geçtiği aktüel zaman, ikinci zamansa Mümtaz’ın hayal evreninde canlanan anılardan oluşan nostaljik zamandır. Mümtaz’ın anılarında oluşan zamana giderek romanın kurgusunda bir genişleme ve yoğunlaşma sağlanmıştır. Hikâyenin anlatıcısı üçüncü bir kişi olan yazar-anlatıcıdır. Ancak burada enteresan olan bu yazar anlatıcının olaylara Mümtaz hassasiyetiyle yaklaşmasıdır. Yazar-anlatıcı bazen Mümtaz’ın gördüklerini, Mümtaz’ın bakış açısıyla anlatmaktadır sanki. Bu yöntemin seçilmesinde daha evvel değindiğimiz gibi romanın otobiyografik olması etkilidir. Yazar, Mümtaz üzerinden kendi yaşantısını bir başka evrene -yazı evrenine- aktarmaktadır. Ancak burada Ahmet Hamdi romanın içeriğini kendisinden uzaklaştırmak, nesnelleştirmek için yazar anlatıcıyı tercih etmiş olabilir.

Romanda birçok yan olayla desteklenen konu asıl olarak Mümtaz ve Nuran’ın aşklarıdır. Bu aşk her zaman beden-madde dünyasını aşarak ruh-sezgi âlemine ulaşmak için çabalayan Mümtaz’ın üst algısı sayesinde diri tutulur. Mümtaz deruni varoluşsal, Nuran ise dış çevrenin etkisine dair problemler yaşamaktadır. Aşkla birlikte kitapta yükselen motif müzik-musikidir. Ahmet Hamdi’nin daha başka birçok eserinde yer alan bazısına ismini veren klasik musikiye dair birçok değini vardır. Aynı zamanda Batı müziğine de aynı hislerle bağlılık söz konusudur. Dede Efendi onu nasıl sarsıyorsa Beethoven da Wagner de onda aynı tesiri bırakmaktadır. Burada önemli olan musikiden yola çıkarak Ahmet Hamdi kendi zaviyesinden, Mümtaz’ın yarı-aydından tam-aydına geçişini sağlamaktadır. Çünkü o kendi geleneklerinden geleni bildiği tanıdığı gibi batı kültür (müzik) mirasına sahip çıkarak bir gerçek aydına dönüşüyordu. Buradan da Ahmet Hamdi ucuz bir senteze ulaşıyordu aslında. Tabii ki bu Ivan Illich’in belirttiği gibi “zihni Kur’ân ayetleri ve doğu anılarıyla dolu” bir toplumda yaşayan aydın için büyük bir krizi de beraberinde getiriyordu: kimlik bunalımı. Bu durumu Nuran, Mümtaz’a “niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.” diyerek izah etmeye çalışsa da bu sorunsal bir tek Mümtaz’ın değil bir toplumun sorunu haline gelecektir. Kimlik bunalımı roman temel kalkış noktalarındandır. Berna Moran roman için “Huzur, huzursuzluğun romanıdır.” demiştir. Modernleşmenin doğası gereği bir sonuç olarak ortaya çıkan modernleşmeye çalışan insan tipinin kimlik bunalımı Ahmet Hamdi’nin fikir dünyasının da asli meselelerinden birini oluşturmaktadır. Tanpınar bu krizi şöyle açıklar: “Debussy’i, Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.” Bu durumun neticesi ise Ahmet Hamdi'nin günlüklerinde geçen bir ifadeden hareketle 'kendi kendisiyle aşikâr şekilde tezatta' karakterler ortaya çıkartılmış olmasıdır. Tanpınar'ın 27 Mayıs'ta takındığı tavır ise bambaşka bir yazının konusu olacak kadar vahimdir.

Gelenek Meselesi

Ahmet Hamdi çağdaşı radikal aydınlanmacı yazarlar gibi geleneğin reddini tercih etmemiştir. Onun belki de muhafazakâr camia tarafından sevilmesi ve okunmasındaki büyük etken de buradan gelmektedir. Sözü edilen camianın ilgisini izole edilmişlik, yalnız bırakılmışlık hali ile anlamlandırabiliriz. Ahmet Hamdi’deki Osmanlı kültür ve geleneğinden yararlanma ve onun birikiminden beslenme durumu bu kesimlerde ilgi odağı olmasına sebep oluşturur. Ahmet Hamdi, Bergson’dan aldığı ilhamla bugünün ışığında maziyi görme keyfiyetindedir. Ondaki gelenek; ulu çınarların dibinde bir vakit doğu ezgilerinin tadına varmak, ataların sembol ve simgelerini ötelemeden bugünün mevzularının aydınlatılmasıdır. Aslında bu çaba ve formlar ile Ahmet Hamdi. gelenek tartışması bir yana ulus kimlik yaratma çabasında kendisine de bir misyon belirlemiştir. Ancak bu ulus kimlik yukarıda değindiğimiz gibi geleneğin birikiminden beslenerek yapılmalıdır. Çünkü değişimin birdenbire-radikal bir biçimde değil belirli bir süreklilik içinde gerçekleşmesini ister. Bunu da: ”Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” sözüyle ifade eder. Bundan dolayı Ahmet Hamdi dönemin radikal değişimci yazarlarının (Yakup Kadri, Reşat Nuri, Falih Rıfkı) aksine batılılaşma düşüncesine farklı bir zaviyeden bakmıştır. O, inkılapların taraftarıyım demiştir fakat harf inkılabını hariç tutmuştur. Ahmet Hamdi’nin geleneğe yaklaşımı tam anlamıyla şekilcidir. Ezanı sever ama onu felaha/ kurtuluşa yönlendiren bir çağrı olarak değil manevi bir ezgi bir adet olarak kabul eder. Onun gözünde camiler ibadethaneler değil, heybetli/ulu mimari-sanat eserleridir. Bu yönüyle Mümtaz tipik bir cumhuriyet aydınıdır, bizce bilinçli olarak bir temsil görevi de görmektedir. Batini anlamda tasavvuf inancını içselleştirmiştir Mümtaz. Yerlilik algısı bu şekilde Mümtaz’da inşa edilmeye çalışılır. Din algısı da bu bağlamda gelenekteki gibi şekilseldir. Örneğin; dini, toplumsal ve siyasal bir düşünce biçimi olarak gören Mehmet Akif’le ilgili: “Mehmet Akif’le yol arkadaşlığı, asla!” diyerek tavrını kesinkes ortaya koymuştur. Dinsellik cinsi ilişkinin temel kalkış noktasına indirgenir. Nuran’ın bedeni/aşkı “Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz bu dinin tek abidi, mabedin en mukaddes yerini bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan başrahibiydi.” Bundan dolayıdır ki Nuran’ın gidişi Mümtaz’ı tamamıyla yıkar. Nuran kitapta Mümtaz için varoluş sebebi haline gelir. Mademki Mümtaz kendi zihninde değil Nuran’ın vücudunda yaşamaktadır artık Nuran’ın vücudu Mümtaz’ın düşüncesinin evidir. Nuran onda artık ilahi bir makama sahiptir. Romanda bunun gibi dini olanın ve bir yönüyle geleneksel olanın formlarıyla çelişen hal, durum ve duygular çokça yer almaktadır. Ahmet Hamdi gibi geleneği oluşturan bütün bir tarih künhünün, din/İslâm künhünün sınırlandırıldığı, şekilciliğe, sembollere indirgendiği parçalanmış bir zihinden bütüncül bir yapı-fikir oluşturmasını beklemek ne kadar doğrudur? Oradan ancak ucuz bir sentez ve batının iyi yanlarını alacaksın klişesi çıkar.

ahmet-hamdi-tanpinarkimdir-nereli-56188.jpg

Sonuç Olarak

Bu yazıya başlık olan ve yazının bütününde yer alan esas mesele Ahmet Hamdi’nin kendi kendisine karşı düştüğü çelişkilerdir. Bu çelişkilerin sebepleri arasında, içinde yaşadığı devrin muğlâklığı, ülkenin geçirdiği sıkıntılı süreçler de etkilidir tabi ki. Ahmet Hamdi de bunun farkındadır: “Vuzuhtan kastım… bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım. Yunus gibi bağırırım, size hakikati getirdim, derim. Hakikat de bu üzerinde ilk düşünecek olanın halledeceği bir şey değildir. Fakat burada da yapılacak birkaç şey bulabiliriz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar… Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.” Ancak onun durduğu yerden insanın birleştirilmesi çok zor görünmektedir. Bu çelişkili durumun bir diğer önemli sebebi ise muhafazakârlık düşüncesinin ve bu düşünceyi oluşturan fikrin temellerinde yatan ikilik ve muğlâk unsurlardır. Muhafazakâr düşüncenin amorf halinin yarattığı insan tipinin en güzel örneklerini yine Tanpınar’ın eserlerinde bulmak mümkündür. Dolayısıyla Tanpınar’ın romanları, romanlarındaki kimlik krizleri üzerine düşünmek, modern Türkiye’nin modernleşemeyen insanını ve muhafazakârlığın ne olduğunu anlamak açısından verimli okumalar sunabilir. Tanpınar'a bundan daha fazla anlam yüklemekte bir başka çelişkili durumu ortaya çıkartacaktır!

HABERE YORUM KAT

1 Yorum