1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Türkiye’yi Mükemmel Örnek Gibi Görme Hafifliği...
Türkiye’yi Mükemmel Örnek Gibi Görme Hafifliği...

Türkiye’yi Mükemmel Örnek Gibi Görme Hafifliği...

Selahaddin E. Çakırgil gündemi yorumluyor...

25 Ağustos 2014 Pazartesi 20:13A+A-

Bir defa, şu hususu baştan tekrarlıyalım; mâlumu ilâm kabilinden de olsa..

Her bir müslüman için,  en ideal örnek, Hz. Peygamber (S)’in hayat tarzıdır. Müslüman kültüründe Asr-ı Saadet diye isimlendirilen zaman dilimi..

Yani, hayalî, felsefi, ütopik bir dünyadan değil, yaşanmış bir örnekten söz ediyoruz  müslümanlar olarak.. ‘Yaşanmış bir örnek olduğuna göre, Kur’an’ın ışığında o örnek esas alınara, dünya hayatının aynı yönde tekrarlanması hedef edinilebilir’ inancı...

*

Ama, sonrasında, ilk dört halifeden, son üçünün, özellikle Hz. Alinin katledilmesinden sonra müslüman toplumların hayatını tanzim eden güç de, sulta gücü, zer ve zor gücü olmuş, kuvvetli kılıçlar dönemi başlamış ve mensub olduğumuz İslam Milleti’nin / ümmetinin 13 asrı aşan tarihi, yazık ki, sulta güçlerinin, saltanat sistemlerinin, güce ve servete dayalı güçlerin pençesinde geçmiştir. Yani, konunun bugün daha iyi anlaşılabilmesi için, beşerî hukuk diliyle söylemek gerekirse, ortaya ’de facto’ (fiilî duruma göre şekillenen bir hukukî yapı anlayışı) tablosu  çıkmıştır. 

Halbuki ideal olan, ’de jure’ (hayatın fiilî durumlara göre değil, hak ve adâlet ölçüsü kabul edilen çerçeveye göre şekillenmesi) durumudur.

Bu ’de jure’ idealinden tabiatiyle ve tarif gereği de uzak olan ’de facto’ durumu büyük çapta henüz de devam etmektedir. Böyle olunca da, haklı olmanın genel kriteri olarak, güçlü-kuvvetli olmak şeklinde esas alınmış; kimin kılıcı veya gücü hâkim olmuşsa, Allah’ın takdirinin o yönde olduğu anlayışına göre bir tarihî sosyo-politik kültür gelişmiştir.

Kerbelâ’da kesilip bir sırığa takılarak Şâm Sarayı’nda Yezid’in önüne götürülen Hz. Huseyn’in başı karşısında Yezid, kimin haklı olduğuna delil olarak o tabloyu göstermişti. Çünkü, de facto / fiilî ve zâhirî ölçülere göre o galib gelmişti.

Müslümanların yönetimi de artık ’de jure’  ilkesine göre değil, ’de facto’ şartlarına göre belirmeye başlamıştı.

Bugünkü durumumuz da  gerçekte, 1300 yılı bulan tarihimizden özü itibariyle daha farklı değildir. Belki vasıtalar değişti, ama, iktidarın ele geçiriliş ve terkediliş şeklinde bir takım yeni yöntemler geliştirildi..

Hani, meşhur sözdür.. Bir sultan demiş ki: ’Cemiyetler / toplumlar iki yolla idare edilir: Birisi ilimledir, diğeri zulümle..’  Ve sonra mütevazî bir şekilde kendi durumunu beyan ve itiraf etmiş: ’Benim ilmim yoktu!..’

Sadece geçmiş yüzyıllardaki yönetimler açıkça saltanat sistemleri halinde ortaya çıkarken, bugün, halkın temsilciliği adına, halkın irade ve reyiyle ortaya çıktığını ilan eden sistemler de devreye girmiştir, ama, yığınla krallık, padişahlık, meliklik, şeflik vs. sistemler yanında..

Bu arada, müslüman halkların, ekseriyet halinde yaşadıkları coğrafyalarda, ferdî ve sosyal hayatlarını kesin doğru olduğuna inandıkları inanç ölçülerine göre düzenlemek yönündeki arzuları, emelleri sosyal şuûrlanmayı giderek daha bir yükseltti ve o şuûrlanma da, talebleri daha bir güçlü şekilde dile getirmenin yollarını zorlamaya başladı.

Ama, bir müslüman toplumun, doğruluğuna aklen ve kalben inandığı değerlerin sosyal hayata, sosyal hayatın yönetimine nasıl yansıyacağı, henüz de net olarak ortaya konulabilmiş değil.. En fazla gidebildiğimiz, tarihteki şanlı örnekler.. Ama, o şanlı örneklerden niceleri bile kan gölü üzerinde filizlenmiştir.

Yazının Devamı >>>