1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Irki Tarih Okumaları ve ‘Kürt Selahaddin’
Irki Tarih Okumaları ve ‘Kürt Selahaddin’

Irki Tarih Okumaları ve ‘Kürt Selahaddin’

Selahaddin, evet bir Kürt, ama yüzlerce yıl önce insanlar, mensup oldukları kavme ya da ırka bugün bizim kimliğe yüklediğimiz anlamları yüklemiyorlardı.

12 Şubat 2012 Pazar 00:23A+A-

Nazife ŞİŞMAN, Ulus ve ırki kimlik üzerinden tarih okumalarını analiz ediyor:

'Kürt Selahaddin' kime ait?

Günümüzde bütün çatışmalara rengini veren kültür ve kimlik.

Bir önceki yüzyılda bu renk ekonomi-politikti. Bugünse kültürel haklar ve kimlik mücadeleleri çoğu zaman siyasetin ve ekonominin üzerini örten bir perde gibi işlev görüyor. Mesela Avrupa'da göçmen politikaları ve işsizlikten doğan çatışmalar, "peçe" ve "minare" yasağı üzerinden, yani kültür ve kimlik üzerinden ifade ediyor kendisini. Yasaklara karşı çıkanlar da aynı şekilde kimlik üzerinden dillendiriyor bütün taleplerini. Dikkat edilirse Türkiye'de de bütün gerilimli alanlar kimlik üzerinden ifade buluyor. Dinî ve etnik kimlikler, son otuz yılın siyasal ifade araçları.

Ulus-devlet tecrübesinin üzerimize yıktığı etnik ve dinî sorunları bertaraf etmek isteyenler de, kimlik üzerinden bir geçmiş kurmak isteyenler de tarihe irca ediyorlar sorunları. "Zaten Kürtler hiç devlet kurmadı" suçlaması, eski haritalardaki "Kürdistan" arayışına itiyor bazılarımızı. Bazılarımız ise "Kürt, Türk bütün kimlikler tarihte el ele, kol kola yaşıyordu" cümlesinin konforuna sığınmak istiyor, bugünkü çatışmalı ortamdan kaçmak için. Halbuki her iki yaklaşım da hem anakronik hem de nostaljik. Modern öncesi dönemde kimliklerden bahsetmemiz mümkün değil zira.

Kim olduğumuz sorusu, esasında kadim bir soru. Mevlânâ "Kendi içine bak bir an, sor kimin eserisin? / Nereden geliyorsun, hangi yerden, sen nesin?" diye sorarken, Hölderlin "Nedir insan hayatı, Tanrı'nın bir yansıması" derken, insanın mensubiyetine dair ontolojik ve varoluşsal bir sorudan yola çıkarak cevap vermeye çalışıyorlar.

Bugünse kim olduğumuz, daha ziyade "kimlikler"in bölüp parçalayan kategorileştirme çılgınlığına bağlı olarak tanımlanıyor. Son 30 yıla kimlik savaşları ve kimlik siyaseti damgasını vurmuş durumda. Bosna'da 1990'lı yıllarda etnik bir grup bir başka etnik grubu tarih sahnesinden silme girişiminde bulundu. Ortodoks Sırplar, Müslüman Boşnakları soykırım diyebileceğimiz boyutlarda katletti. Bu savaşı sadece etnik bir kimlik mücadelesi olarak görmek tabii ki mümkün değil. Dinî kimlikleri ve uluslararası hesaplaşmaları da dikkate almak gerek. Soğuk savaşı sona erdiren Berlin duvarının yıkılışından itibaren onlarca yeni devlet katıldı Birleşmiş Milletler'e. Tam olarak kim oldukları ve neden ibaret oldukları tartışmalı pek çok grup, ya içinde yaşadıkları siyasi yapı dahilinde kültürel haklar elde etmeye çalıştılar ya da bizzat bağımsız bir devlet kurmaya giriştiler. Dağılan Yugoslavya'dan çıkan devletlere bir bakın: Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya, Kosova. Ya da Quebecliler mesela. Quebecliler, Kanada'da ortak dilleri ile tanımlanan bir grup. Kendi dilleriyle eğitim haklarıyla ve kültürel taleplerle ilgili ciddi bir mücadele sergilediler ve çok-kültürlülükle ilgili literatürün temel dayanağı oldu bu mücadele. Bu konuda yazdıkları paradigmatik kabul edilen Charles Taylor, çok-kültürlülükle alakalı görüşlerini bu mücadele üzerinden kavramlaştırdı.

Diğer taraftan kadınlar, gençler, yaşlılar, engelliler gibi pek çok toplumsal kategori, kendisini bir kimlik olarak tanımlıyor ve grup olarak haklar talep edecek yapılar oluşturuyor. Bunlar içinden en öne çıkanı belki de kadınlar. Artık kendisini "ben bir kadınım" diye tanımlayanların sayısı artıyor. Kadınlar ve erkekler her zaman vardı, ama kendini kadınlık üzerinden tanımlayanlar ya da feministler yoktu. Bu da yaşadığımız çağın bir veçhesi. BM, yaş dönemlerini bile "kimlik"leştiren bir dili benimsiyor. Çocuk hakları, çocuğunuzun elinde bir çocuk hakları kitapçığı ile karşınıza dikilip "haklarımı istiyorum" şeklinde bir kimlik tanımlamasına izin veriyor. Büyükannenizin akranlarıyla bir araya gelip ellerinde pankartlar emeklilik ve sosyal güvence ile ilgili sorunlarına çözüm için hak arayışına girmiş olabileceği aklınıza gelmez belki. Ama ben on yıl kadar önce böyle bir broşür görmüştüm. Amerika'da yapılan bir yürüyüşü konu ediniyordu. Gençler ve yaşlılar her zaman vardı. Ama bu yaş gruplarının kimlik olarak ifade edilmesi, yeni olan.

Yaş dönemi kategorileri, bir dili konuşanlar, falanca yerde doğanlar, Çemişgezekliler, Brüksel'deki Sivaslılar, kadınlar, eşcinseller örgütlenip kimlik üzerinden haklar talep ediyorlar. Benedict Anderson, etnik temelli örgütlenmelerin bile temelsizliğine işaret edip Hayali Cemaatler adını vermişti kitabına. Çağımıza ait baskın görüntülerden biri bu. Kimlikler pıtrak gibi bitiyor her yerden.

Bu arada sekülerleşen dünyada dinî kimlikler de dinî ve kültürel hak talepleriyle kendisini gösteriyor. Fransa'da, 1989'da ortaokula giden üç kız öğrenci okulda başlarını açmaya karşı çıktı. Böylece bugün de devam eden l'affaire du foulard diye adlandırılan başörtüsü sorunu başlamış oldu. 2004'te Fransa'da üniversitelerde ya da özel okullarda değil, sadece devlet okullarında başörtüsü yasağı yasalaştı. Ardından peçe yasağı geldi ve bu yasak, Avrupa'daki başka ülkelerde de yürürlüğe girmeye başladı. Son günlerde Hollanda'daki peçe yasağı üzerinden dile getirilen tartışma aslında kimlik/kültür talepleri ile göçmen politikalarının keskin uçlarında seyrediyor.

GEÇMİŞİ YENİDEN İCAT ETMEK

Biz ise Türkiye'de etnik kimlik üzerinden yakıcı bir sınav veriyoruz. Yüzleşmek, hesaplaşmak, ödeşmek ve bu arada da tarihe gitmek, oradan belgelerle dönmek... Sadra şifa olmak üzere en çok zikredilen öneriler bunlar. Peki tarihe gitsek bizi bekleyen nedir? Ernest Renan'ın yüz yıl önce söylediği şu sözü hatırlatıyor Eric Hobsbawm: "Tarihi çarpıtmak, bir ulus olmanın aslî öğesidir." Halbuki Hobsbawm, tarihçilerin araştırdıkları şeyin "gerçek" olduğu görüşünü hararetle savunuyor. Ama tarihin, "milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesi" olduğu tespitini yapmaktan da geri kalmıyor: "Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden icat edilebilir." Türk tarihi, Osmanlı tarihi, Selçuklu tarihi, salt bir etnik grubun tarihi midir ki, tarihte bazı grupların varlığı ya da yokluğu üzerinden yürütülüyor güncel siyaset? Abbasî sarayındaki Türkler, Osmanlı sarayındaki pek çok din ve ırktan devşirmeler "ulusal tarih" gözlüğünün dışından bakmamız gerektiğini hatırlatıyor tarihe.

Peki bugünün siyasal çatışmaları içinden geçmişe projektör tuttuğumuzda, siyasi kimlikleri güçlendirici deliller aradığımızda ne olur? Geçmişte de bugünün kimliklerinin izdüşümünü aramaya başlarız. Selahaddin Eyyubi'nin Türk mü Kürt mü olduğu tartışması, işte böyle bir arayışa işaret ediyor.

Reha Çamuroğlu "el-Kürdi" nispetiyle tanımlıyor Selahaddin'i yakınlarda yayımlanan romanında (Sultan Salahaddin el-Kürdî). Sanki bütün bu tartışmalara bir son vermek ister gibi. Ama "aşırı duyarlı" beklentilerimize cevap vermiyor roman. Çünkü nostaljik ya da anakronik bir yaklaşımdan uzak bir vurgu, kitabın kapağındaki "el-Kürdî". Buradan güncel Kürt kimlik politikalarına da, "şanlı Türk tarihi" söylevlerine de dayanak bulmak zor. Çünkü Selahaddin, evet bir Kürt, ama yüzlerce yıl önce insanlar, mensup oldukları kavme ya da ırka bugün bizim kimliğe yüklediğimiz anlamları yüklemiyorlardı. O yüzden Selahaddin önce bir Türk hanedanın hizmetinde, daha sonra kendisi Sünni olmasına rağmen Şii Fatımi halifesine bağlı olarak, maiyetinde Türk, Kürt, Arap pek çok askerle "küffara" karşı savaşan Kürt bir komutan olarak çiziliyor romanda.

Peki Selahaddin'in el-Kürdi olması ne demektir? Çok açık. O yiğit ve savaşçı gençleriyle nam salmış Revadi aşiretine mensup bir Kürt'tür. Kadınları da yiğittir bu aşiretin. Yüz yıldır yaşadıkları topraklardan göç kararı alan oğullarına "Yazık ki erkek sizsiniz!" diyebilen bir babaannenin torunudur Selahaddin. Amcası Şirkuh'tan askerlik, Türk hükümdar Nureddin Zengi'den ise siyaset öğrenmiş bir yiğittir. Ama her şeyden öte o, Kudüs'ü Haçlılardan kurtaran "merhametli" kumandandır. Selahaddin Eyyubi'yi "Kürt kimliği"ne atıfla tanımlamak, geçmişte bugünkü manada kimlikten bahsetmek mümkün olmadığı için anakronik bir tavır olduğu kadar, geniş aidiyetler dünyasını imha ettiği, etnik kimliğin dar çerçevesine sıkıştırdığı için de dikkatli olmamız gereken bir tavır.

Kimlik, modern bir kurgu. Aidiyetler ise daha geniş bir duygu dünyasını ifade eder. Bu noktada Süleyman Seyfi Öğün'ün, kimliğin aidiyeti bir çerçeveye sıkıştırarak imha ettiği şeklindeki tespitini hatırlatmak isterim. Kimliğin modern bir kurgu olduğunu unutursak ya Selahaddin'in Türk olduğunu ispat için tarihî bilgileri çarpıtmaya kadar varırız; ya da onun Kürt oluşunun üzerine öyle bir vurgu yaparız ki Selahaddin'i Haçlı ordusunu yenen ve hem bu zaferi hem de yenilenlere gösterdiği merhameti ile tarihe geçen bir kumandan olmaktan çıkarıp modern bir kimlik kurgusuna hapsederiz.

ZAMAN

HABERE YORUM KAT

4 Yorum