1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Deprem ve İlahi İradeden Bağımsız Telakkiler
Deprem ve İlahi İradeden Bağımsız Telakkiler

Deprem ve İlahi İradeden Bağımsız Telakkiler

Nida dergisinden Fatih Bütün, Van depremi üzerinden, deprem ve felaketlere Müslümanların bakışlarını Ramazan Yazçiçek’le konuştu.

12 Ocak 2012 Perşembe 13:32A+A-

Röportaj: Fatih Bütün

Muhterem hocam, Van Depremini konuşacağız. Şöyle bir soruyla başlayalım: 17 Ağustos depreminde bir manşet atılmış ve çokça tartışılmıştı: ‘İlahi ikaz deprem!’ Kimi yazarlarca da deprem ‘Allah’ın intikamı’ diye yorumlanmıştı. Türkiye yeni bir depremle daha karşı karşıya, Van Depremi! Sizden Van Depremini yaşayan ve İslâm mefkûresiyle yoğrulan biri olarak sizin yorumunuzu, hissettiklerinizi almak istiyorum. Deprem veya doğal afetler sıradan bir "doğa olayı" mı, İlahî bir ikaz mı? Yoksa toplumlara isabet eden Allah'ın bir azabı mı?

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Muhakkak ki hamd Allah’a mahsustur. Selam ve selat Peygamberimiz (as)’a ve yolunu hakkıyla takip edenlere olsun.

Konu şu ana kadar farklı yönlerden tartışıldı. Meselenin öncelikle Allah’a kulluk cihetiyle; bir imtihan vesilesi yönüyle değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

İnsanoğlunun yaratılışıyla birlikte başlayan imtihanı kıyametin kopuşuna dek devam edecektir. Bu imtihan özünde kulluk imtihanıdır. Her birey ve toplum kendi zamanının imtihanına tabi tutulmuş ve tutulmaya devam etmektedir. İmtihan sürecinde takınılan tavır, ebedi mutluluğu kazandırabildiği gibi azap üstüne azabı da getirebilir. Kur’an’da insanın ve toplumların imtihanlarına dair çokça örnekler/ayetler vardır. Bunlar, malla, canla sınanma olduğu gibi itham ve suçlamalara maruz kalma, zorluklara karşı sabretme şeklinde de olabilmektedir. Daha farklı imtihanlar da vardır. Bunlar da bir takım afetlere maruz kalma ile alakalıdır.1 Kur’an kıssalarında verilen geçmişlerin haberleri, insanların ibret alması içindir. Yaşanılan her imtihanla, müminlerin imanının arttığından müşriklerinse sapkınlığının ziyadeleştiğinden bahsedilir. İmtihan süreklilik arz etmekte olup mümin, müşrik ayrımı olmaksızın herkesi kuşatacak şekilde tekrarlanmaktadır.

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”2

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz… Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”3

Yaratılan hiç bir şey gereksiz ve başıboş yaratılmamıştır. Her bir mahlûk insanın emrine verilmişken, insan ise Allah’a kullukla mükellef kılınmıştır.

“Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi.”4

“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O, diriltir, öldürür. O, her şeye gücü yetendir.”

“O, Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”5

Bizler, hayatı ve ölümü, yaratılan her şeyi bu zeminde anlamlandırma ve öylece kıymetlendirme sorumluluğuna sahibiz. ‘Dünya, bu dünya hayatından ibarettir’ gafletinde olanlara gelince, yaşanılan hiçbir hadise onları kendilerine getirmez. Onlar, gaflet perdesi aralanmadıkça imtihandan geçirilmekte olduklarını kabullenmez, kendi kendilerine yetme gafletinde debelenip dururlar.

Ne zaman ki hesap günü gelir çatar, herkes kendi gerçeğini eksiksiz söyleyen kitabıyla karşılaşır, işte o gün, suçluların, “Vay halimize!” diyecekleri haberi verilir.6

Kur’an’da bir sureye isim ve konu olan deprem, nefislerin muzdarip olması, büyük bir sarsıntıya duçar olma anlamında bir imtihandır. Kur’an’da deprem, “şiddetli bir şekilde sarsılmak”, “Yeryüzünün kendine has bir sarsıntıya uğraması” (zizal) diye tasvir edilir.7 Bu tasvir, Kur’an’dan habersiz olduğu halde depremi yaşayanların yaptığı ortak tasvir olarak da manidardır. İlgili ayetlerin ardından yaratılan hiç bir şeyin; yer, gök ve içindekilerin başıboş olmadığından ve kendi lisanlarıyla o gün şahitlik edeceklerinden, insanın ne oluyor diye şaşkınlığından bahsedilir. Ve yine o gün için insan, zerre kadar hayrın ve zerre kadar şerrin karşılıksız kalmayacağı bilgisiyle uyarılır. Dolayısıyla insanın yaşadığı her şeyin bir sebebe dayandığı, buradan ibret alması ve imtihan olarak değerlendirmesi gerektiği son derece çarpıcı tasvirlerle anlatılır. Günün sonunda kalıcı ve anlamlı olanın, hayır ve şer namına yapılanlar olduğu bildirilir.

Sorunuzun, ‘İlahi ikaz deprem’ veya ‘Allah’ın intikamı’ tanımları üzerinden yöneltilmesi takdir edersiniz ki anlayış problemini mahfuz bir durumdur. ‘Allah’ın intikamı’ ifadesinin yanlış olduğunu ve İslamî bir değerinin de olmadığını düşünüyorum. Çünkü biz, geçmiş kavimlerin helakini vahiy ile öğreniyoruz. Bugün her dinden insanın içinde bulunduğu toplumların maruz kaldığı farklı afetleri adeta helak anlamında ‘Allah’ın intikamı’ gibi değerlendirmeye kalkmak, doğru değildir ve dinden yana delilden yoksundur. Helak olmayı hak etme anlamında günümüz toplumlarının durumu, gayb mahallindedir ve dolayısıyla böyle bir yargıda bulunulamaz. Haliyle bu anlayışın tekzip edilmesi gerekir. ‘İlahi ikaz deprem’ ifadesi ise salt negatif anlam yüklenmesi durumunda izaha muhtaçtır. Keza bizler her an her şeyle ‘İlahi ikaza’ muhatabız. Ancak bu uyarılar, negatif ceza yüklü olabileceği gibi pozitif rahmet/mükâfat potansiyeline de sahiptir. Dolayısıyla konuyu bu fasit daireye hapsetmeden değerlendirmek gerekir.

Her yaşanılan hadisede olduğu gibi deprem de kulluk bilinciyle karşılanmalıdır. İçinde bulunulan zamanın bir imtihanı olarak bilinmesi gereken deprem, Allah’a tevekkül vesilesi kılınmalıdır. Ne isyan sebebine dönüştürülmeli ve ne de İslam ahlakıyla örtüşmeyen uçuk kaçık anlamlar yüklenmelidir. Deprem, yeniden silkinerek kendine gelme, Allah’ı tekrarla anma, takvayla kazanıma çevirme çabası içinde değerlendirilmelidir. Deprem mesajının belki en can alıcı noktası, insanî sınırlarımızın bir kez daha kendisiyle hatırlanmasıdır.

Bizce hiçbir şey yoktur ki ‘ilahi iradeden bağımsız’ değerlendirilebilsin. Meseleleri, ‘yalnızca ilahi iradeyle açıklama’ya gelince, şayet bu bakış, insanî sorumlulukları erteleyen/örten bir perdeye dönüşüyorsa, kuşkusuz bunun İslam’la alakası yoktur. Ancak biz, meseleleri, ‘yalnızca ilahi iradeyle açıklama’yı bölünmüş bir bilinçten ziyade bütüncül bir Kur’an okumasıyla yapabilirsek, hatalı değil bilakis çözümün ta kendisini yakalamış oluruz. Seküler tasavvur, dinî ilimler dünyevî ilimler ayrımı yapınca, bu tür fasit okumalar da kaçınılmaz olmuştur. Oysa İslam bütüncül okumayı emreder. Hayattaki sorumluluklarımızı din işleri dünya işleri diye cüzlere/parçalara ayırmayı kabul etmez. Zaten din ile siyaset ayrımı da bu bozuk anlayışın neticesidir. Yine dinî ve dünyevî ayrım yaklaşımı, sebepleri, yaratanından ayrı düşünmeye götürür. İslam, beşerî sorumlulukların yerine getirilmesini ertelenemez bir kulluk vazifesi olarak görür. Bu yönüyle de hiç bir şeyin meydana gelmesini ilahî iradeye rağmen mümkün görmez. Kur’an’ın ortaya koyduğu “el-hayâtü’t-dünyâ” tasavvuru, “ed-darul-âhire”’den kopuk değildir. Oysaki din hayatı-dünya hayatı, dinî ilimler dünyevî ilimler, din işleri dünya işleri gibi birçok alandaki yanlış tasavvur, modern bakışın sonucudur ve bölünmüş bir bilince işaret eder. Bunun da İslam’la alakası yoktur. Burada, ‘doğal afetler!’ ifadesi dahi aktüelde, adeta kendiliğinden oluşan manasında kullanılmaktadır. İslam itikadında Allah’tan bağımsız, sıradan bir "doğa olayı" diye bir şey de yoktur. Her bir iş Allah’ın iradesi dâhilindedir. Ancak altı çizilmesi gereken bir nokta, “Allah’ın bilmesi/irade buyurması” demek, kulların sorumluluğunun, suçunun ortadan kalkması demek değildir. Keza Allah’ın ‘bilmesi’ demek, ‘mesul olması’ demek de değildir. Zira rabbimiz hiç kimseye zulmedici değildir.8 Farklı bir ifadeyle, İlahî iradeye rağmen bir iş oluş yoktur. Beşerî sorumsuzlukları İlahî iradeye fatura etmek ise dini doğru anlamamaktır ve İslam’a göre de boş fasit bir anlayıştır.

Bu tür felaketlerde iki kavram öne çıkıyor: Ölüm ve imtihan… Ölüm ve imtihan gerçeği nasıl bir anlam ve derinlik kazanıyor böyle ortamlarda? Ve kimler için?

Resulullah’ın yağmur, fırtına gibi bir takım olaylar karşısında duyduğu tedirginlik ve ardından “geçmiş kavimlerin de böylesi vakıalarla helak edildiklerini; onları helak eden Allah’ın kendilerini de helak etmeye muktedir olduğunu” hatırlatması, Allah’ı tespihtir ve müstağni olmamaya dair bir duyarlılıktır. Bugün tam da burada bize dönük bir hatırlatma vardır aslında. Depremle insan, geride kalanların, vefat edenlerden ölüme daha bir uzak/emniyette olmadığı gerçeğini yaşar. Resulullah’ın tavrı/uyarıları, burada, imtihanın nirengi noktası olarak bir duyarlılık oluşturmalıdır içimizde.

İnsan, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”9 demelidir. “Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.”10 tanımına uyan güruhtan olunmamalıdır. Ve şunu da unutmamalı insan: Gerçekte ölümü unutmak Allah’ı unutmaktır. Ölümü unutan insan artık Allah’ı hesaba katmadan yaşamaya başlamış demektir. Bu gaflet, yeniden dirilmeyi, hesabı, ceza ve mükâfatı düşünmeden yaşama gafletidir. Deprem gibi imtihanlarla insanlar tekrarla ölümün acısını tatmakta, hayatta kalanlar vefat edenlerden ölüme daha bir uzak olmadıkları gerçeğini yaşayarak hatırlamaktadırlar.

Malumunuz Kur’an, yol gösterici, rehber11 ve dolayısıyla yaşanılan her bir mesele karşısında kişinin imanını artırıcı veya küfründe daha bir katılaşmasını sağlayan hakikat12 olarak kendini tanıtır. Aslında her bir kevnî ayetin insan yaşamında aldığı rolde de aynıdır. Sakınmak ve arınmak isteme, bunu sağlayacak duruş, yaratılış fıtratı üzere bulunma halini muhafazayla alakalıdır. Bu gerçekten hareketle şunu öğrenmiş oluyoruz: Yaşanan hiç bir afet ve olay, özü itibariyle ne bir ikram/lütuf ve ne de ceza ve azaptır. İnsan, Allah’ın kevnî ayetleriyle farklı imtihanları yaşadığı gibi depremi de bir imtihan olarak yaşar.

Rabbimiz depremle neyi murad ediyor? Bilmiyoruz. Durum sadece yer sarsıntısı gibi gözükmesiyle birlikte çok farklı sonuçları beraberinde getirmektedir. Olayı salt sarsıntıdan ibaret görmek, kendi merkezinden “âlemleri keşfettim!” demek kadar abestir. Aslında bu tespit, hemen her olay için düşünülmeli, Allah’ın bununla neyi murad ettiği tefekkür edilmelidir. Depremle yer yer harita üzerinde değişikliğe varıncaya dek coğrafi farklılaşmalar oluyor. Akıl almaz oranda göçlerle nüfus yapısı, ekonomik dengeler, sosyal doku değişimi, kültürlerin transferi ve daha başka değişimler olmaktadır. Depremi yaşayanlar acı ve ıstırap içindeyken, şahitler ise körelen ibret alma ve merhamet duygularıyla canlanıyor. Afet neticesinde psikolojik ve sosyolojik açıdan değerlendirmeye konu birçok önemli durum ortaya çıkmaktadır. Onlarca evi apartmanı olan zengin birisi, bir anda barakamsı barınağın sahibine gıptayla bakabilecek duruma geliveriyor. Mal-mülk sahibi olduğunu düşünen biri, evine giremez bir vaziyette ve evine yaklaşamayıp hasretle uzaktan bakakalmaktadır. Derme çatma barakamsı yaşamı, gıptayla seyredip, ideal sığınak olarak görebilme duygusu yaşıyor aynı insan. Mülkün sahibinin gerçekte Allah mı yoksa kendisi mi olduğunun farkına varıyor aslında. Melik olmayanın gerçekte Maliklik iddiasının ne kadar da boş olduğunu düşünüyor. Bunlar, teorinin öngördüğü uygulamalar değil deprem gerçeğiyle bizatihi yaşayanların tecrübeleridir.

Depremle insanlar, farklı karelerde ölümün soğuk yüzünü yakinen yaşarlar. Bu gerçek, insanın fıtrat zeminine dönüp yaklaştığı andır. Bu şartlarda insan, Allah’a koştuğu ortakların hiçbir şeye yaramadığını; o ana kadar güç ve kuvvet atfettiklerinin çaresiz ve yardıma muhtaç olduklarını görür ve tekrarla Allah’a yönelir. Kur’an’da buna dair çokça misal vardır. Tarihçiler de örneğin Fil Vakası neticesinde Kâbe’yi Rabbinin koruması ve Ebrehe’nin ordusunun helâk olmasının akabinde, müşriklerin birkaç yıl putlara tapmaksızın Allah’a yöneldiklerini bildirirler. Bütün bunlar, ölüm gerçeğiyle karşılaşan insanın, Rabbine yöneldiğine dairdir. Bu durum süreklilik arz ettiği takdirde imtihan kazanılmış, tekrar gerisin geri dönüldüğünde ise kaybedilmiş demektir.

Özellikle bu konularla birlikte ‘tabiat bilimlerini tebcil etme’, tabiat bilimleriyle açıklamaya çalışırken ‘ilahi iradeden koparma’ tehlikesine(!) dikkat çekilir. Sizce dikkat edilmesi gereken böyle bir ikilem söz konusu mudur?

Bir musibet karşısında insanların Allah’a yönelimi hızlı ve çarpıcı olur. Bu yönelim, fıtrat zeminine dönüştür dedik. Bilindiği gibi temiz fıtrat, Allah’ın tevhid edilmesini ister. Sekülerleşen insanlar Allah’ı gereği üzere hatırlamazlar. Deprem gibi afetlerle Allah’ı hatırlama, çoğu kez duygusal yakarış tonlamasında olur. Bu hatırlama, ‘farkındalıkla düşünmek’ten uzak olduğu için kısa sürede buharlaşır. Bu bağlamda dikkat çekilmesi gereken nokta, daha çok medyanın ve dolayısıyla kamuya mal olan seküler dilin köksüzlüğüdür. Allah’ı unuturcasına yapılan deprem yorumları; modern bilimin yüceltilmesi, sebepleri muktedir güç gibi görme yaklaşımı, seküler akla esir olmaktır.

Malumunuz Sekülarizm, amelde, itikatta bilinçte bozulma; dünyevîleşme yönünde değişim, hayatın her alanında dinsel düşünmeyi devre dışı bırakma, dinî sembolleri anlamsızlaştırma ve dini ancak vicdanî tahayyül olarak konumlandırmadır. Sekülarizm, her şeye matematiksel bakışı öngörür ve hiç bir işinde Allah’ı hesaba katmaz. Oysa eşyanın işleyişinde fıtrat kodlarıyla sebepleri de yaratan Allah’tır. Bizatihi sebepleri konuşup müsebbibi unutmak, Allah’ı unutmaktır. Bu şekilde bir okuma, eksiktir ve insanı yanlış sonuçlara götürür. Olması gereken, Sünnetullah’ı anlamaya çalışmak, sınırlı olanı sınırsız olan Allah’ın emir ve yasaklarıyla birlikte değerlendirmektir.

Nitekim Japonya depreminde (8,9 şiddetinde), Allah’ın hesabı Allah’ı yok sayanları fena çarptı. ‘Şöyle sağlam, böyle sağlam; şu şiddetteki zelzelede bile yıkılmayan evler’ vurgusuyla salt aklı kutsayanlar, tsunamiyle şaşkına uğradılar. Sağlam denilen evler, ummadıkları bir şekilde zeminiyle birlikte sürüklenip çerçöp yığınına döndü. Evler yürütüldü, yangınlar çıktı, nükleer tehdit yaşandı. Dalgalara set olsun diye yapılan duvarların sağlamlığı, setleri aşan dalgaların geri dönüşünü engelleyince, birçok insanın ölümü de o şekilde gerçekleşti.

O halde denizde hırçın dalgaların rabbi olan Allah’ın karaların da rabbi olduğu unutulmamalıdır. Denizde hırçın dalgalara kapılıp batmaktan kurtulunca Allah’ı yok saymak ve “bu zaten elimizin, aklımızın emeğiydi, hak edişimizdi” putçu söylemi, Allah’tan müstağni olmaktır.13 Oysa Allah dilediği takdirde insanı ve sahip olduğunu zannettiklerini karalarda da yere batırıverir. Geçmiş kavimlerin helak sebeplerini düşünmeliyiz ve bizi bundan müstağni kılacak bir gücümüzün olmadığını da itiraf etmeliyiz.

Kur’an ayetlerinin tefsirini ‘tabiî’ denilen olayların keşfine endekslemekte bir başka yanlıştır. Tefekkürle hikmeti anlamaya çalışmak ayrı, vahyin güvenilirliğini adeta seküler aklın insafına terk etmek ayrıdır. Bu yönüyle de ‘tabiat bilimleri öğretilirse Allah’ın da bilineceği’ tezi yanlıştır. Kevnî ayetler insanlığın karşısında dururken Allah (cc) risalet ve şeriat göndermiştir. Bu irade, münzel ayetlerle muhataplığın mükellefiyete dönüşmesi içindir. Aklın bir konuyu bilmesi, inanma için yeter sebep değildir. Bunun yanında inanmayı gerçekleştirecek başka unsurlara da ihtiyaç vardır. Burada bize düşen, ne “tabiat bilimlerini yüceltip” nokta koyucu kabul etmek ve ne de zulümleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri örtmeye İlahi iradeyi bahane etmektir.

Yaratılmışlar arasında hiçbir şey yoktur ki varlığı/hayatiyeti bir takım sebepler çerçevesinde devam etmemiş olsun. Bu sebepleri anlamaya/tefekkür etmeye çalışmakta kuşkusuz mahsur yoktur. Ve hatta Sünnetullahı anlama çabası olarak gereklidir de. Ancak sorun, Allah’ın eşyaya yüklediği fıtrat kanunlarını (sebepleri) bizatihi müsebbip kabul ederek yaratıcı gibi yüceltmektedir. Aslında bu, yaratılmış olan eşyayı ve sebepleri ait olmadığı yere koymaktır. Şirkte zaten budur. Nasıl ki İsa (as) kendine rağmen ilahlaştırılıp put haline getirildiyse, sebepler de aynen öylece kendi lisanı haliyle ancak yaratanını zikrettiği halde birileri tarafından putlaştırılabiliyor. Bununla kendisine dönülen put, yüceltilerek merkeze konulan insanın aklı yani kendisidir. Bugün modern bilimin nokta koyucu edasıyla serdettiği çoğu şey, bir odadakilere kıyasla toz zerreciğinin oranı gibidir. Nitekim Allah her an yaratma halindedir ve eşyaya yüklediği işleyiş sebeplerini de her an yeniden yaratma ve yarattığı sebepleri de değiştirme iradesine sahiptir.14 Ateşi yakma istidadında yaratan Allah, "Ey ateş! serinlik ve esenlik ol!"15 buyurmasıyla ateşe verdiği özelliği dilediğinde değiştirir. Farklı bir örnekte, “sen atmadın fakat Allah attı”16 buyurarakta sebeplerin inşa edicisinin özünde kendisi olduğunu bize bildirmektedir.

Maneviyattan kopan, dünyevîliğe bağlanan insanların değerlendirmeleri münhasıran seküler bir okumaya mahkûmdur. Her olayda olduğu gibi bu olay da bizleri Kur’anî bir tefekkürle bakmaya, ibret alıp ders çıkarmaya sevk etmelidir. Ne yazık ki depremin ardından içinde bulunduğumuz toplumsal ahlakî ve imanî çöküntülerden bahsedilmezken herkes işin teknik ve araçsal boyutuna kilitlenmiştir.

Yukarıdaki soruya şunu ekleyelim: ihmaller hesaba katıldığında ölüm ve imtihan kavramları istismar edilen iki kavram da olabiliyor! Tarihte de bugün de zulümlere, haksızlıklara, adaletsizliklere bu gibi kavramlar üzerinden kılıf bulunmuştur. Yani haksızlıkları, ihmalleri örtmek için işlev gördürülmeye çalışılmış, istismar edilmiş… Bakış açısındaki denge nasıl kurulmalıdır?

Haklısınız. Buraya kadar değindiğimiz hususlar, sorunun ve sorumluların araştırılması lüzumunu ortadan kaldırmaz kuşkusuz. Bahsettiklerimle ön plana çıkarmaya çalıştığım husus, işin diğer kısmını önemsizleştirmez. İşin bu yönü de kullukla alakalı olup Allah’ın emirlerini eksiksiz yerine getirmeyle alakalıdır. Deprem gerçeğini anlamaya çalışırken, “ölçü ve tartıyı tam yapma” gereği üzerinde mutlaka durulmalıdır.

Şuayb (as)’ın Medyen’e uyarısı aslında her peygamberin kavmine uyarısı gibidir.

“Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.”17

Burada “ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın” emri, bulgurun, mercimeğin, nohudun tartılmasında gösterilmesi gereken hassasiyete münhasır değildir. Bu uyarı, hayatın içinde yer alan her bir iş için dikkate alınmalıdır. Beton kalitesinde c 25 kullanılması gereken yerde c 20 kullanma, ölçüyü ve tartıyı eksik yapmadır. Statik, zemin etüdü konusunda gereğini yapmama da Allah’ın emrine muhalif davranma olup ölçüyü ve tartıyı eksik yapmadır. Bu örnekleri genişletebiliriz. Herkes kendi ölçü ve tartısını düşünmelidir. Tam bir denge üzere olan kâinattın işleyişine dönük her ifsat edici müdahale, eksik yapmadır. Zira âlemler üzerinde hiç bir şey başıboş olmadığı gibi gereksiz ve de ölçüsüz yaratılmamıştır. Nitekim “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”18“Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu.”19 diye buyuruyor Allah (cc). Burada emredileni gereği gibi yapmama, ölçüyle olanı ölçüsüzleştirme hadsizliğidir. Mîzanı (dengeyi) Allah koyduğu halde sorumlulukları yerine getirmemek, dengeyi bozucu fesada kalkışmaktır. Mesele bu denli önemlidir. Emredilenin aksini yapanlar akıllarını kullanmayanlardır. Ve dahası akidede aklını kullanmamanın ameldeki yansımalarıdır. “Akletme” sorumluluğu/zorunluluğu, bireyle birlikte toplum için de gereklidir. Ve İslam bunun kontrolüne dair emredici bir yapıya (Şeriat) sahiptir.

“O (Allah), akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar.”20

“Ve şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık.”21

Kur’an ısrarla insanı aklını kullanmaya, düşünmeye sevk eder. “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Bunları düşünemiyor musunuz?”, “Düşünüp hakikati anlayasınız”22 diye uyarılarda bulunur.

Maalesef bugün ifsat sadece binaların beton vs. kalitesinde değildir. Bozulma, çevrenin korunmasından fikrî kirliliklere varıncaya dek yaygındır. Emperyal güçler tarafından defalarca tekrarlanan nükleer denemeler, çevreye zarar veren kimyasal atıklar gibi dengeyi bozucu unsurlar, felaketlerin sebebi olarak varlık âlemine müdahaledir aslında. Bu felaketler dünyanın dört bir yanında sürekli insanlığı tehdit etmektedir. Bugün ifsat, GDO’lu gıdalardan tutun da ilaç sektörüne varıncaya dek birçok alanda sürmektedir. Allah’ın yarattığı denge ve ölçünün dışına çıkıldığı müddetçe, yaratılan her şey, bir biçimde tepki verecektir. Kur’an’ın tanımı ile bu, neslin ve ekinin ifsadıdır.

İfsadın farkında olup müdahale etmek ve bu müfsitlerin yaptıklarına mukabil Musa (as.)’ın diliyle şöyle demek gerekir: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!”23

Evet, ölçü ve tartıyı eksik tutmak bir ifsat ameliyesidir. Allah’ı unutup salt sebeplere ve o sebepleri de bizatihi yaratan İlah gibi kabul etmeye kilitlenmek ise daha büyük bir ifsattır. Zira Allah’ı unutma, ölçüyü tartıyı doğru tutmama ifsadının da sebebidir.

Depremde imkân sahibi olup da duyarlı olanlar, acıyı hissedenler yardım için kolları sıvıyorlar. Yardımlar konusundaki gözlemleriniz? Böyle durumlarda ‘yardım ve duyarlılık’ anlamında nelere dikkat edilmeli? Burada yeterli bir duyarlılık gösterildi mi? Van Depremi’nde yeterli bir duyarlılık gösterildi mi sizce?

Yardımlaşma duygusu temiz fıtrata dayanır. Musibet anında bunu yaşanılan tecrübe ile değerlendirmek daha bir mümkün. Kendisini afete maruz kalanların yerine koyan her insan, “nasıl yardım edebilirim?” söyleyerek yetebildiği her şeyiyle yardım etmelidir. Bugün ensar olmaya koşan, kucak açan insanların varlığı beni geleceğe dönük ümitlendiriyor. Teoride ensar olmayı bilmek yetmiyor elbet. Malî ve fikrî her konuda yardımcı olmak gerekir. ‘Yaş ciğeri sulamak’ kuşatıcılığında ensar bilincine ihtiyaç vardır.

Vahim manzara karşısında düşünmekten kendimi alamadığım nokta, Müslümanların tebliğle beraber temsilde de ensar olma imtihanı ile karşı karşıya oldukları gerçeğidir. Bırakın istemeyi ihtiyaç içinde olduğu halde başkalarına vermeye çalışanlara şahit oluyorum. Almaktan sakındığı gibi yüreğinin bütün cömertliğiyle “ben ne yapabilirim, kime nasıl yardımcı olabilirim!” diye çırpınan depremzede insanların varlığı yüreğimi burkuyor. O tipleri gördüğümde Aman Allah’ım! Nasıl bir yüce gönüllülüğe sahip! diye düşünüyorum. Ensar ahlakı ne kadar önemliyse burada, muhacir ahlakı da bir o kadar önemlidir. Sabır telkin ettiğim kardeşlerime bir de çarşı pazarı işaret ediyorum. Arap Atasözüdür, “istemek zillettir, velev ki, “bu yol nereye gider?”den ibaret olsa dahi.” diyorum. Bunun tecellisini onurlu insanların ihtiyaç içinde oldukları halde istemeyip yetinmesinde, onursuz insanların ise ihtiyacıyla orantısız açgözlülüğünde görmek mümkün… Yani imtihanın farklı bir cephesi, tam bir test ortamı… Turnusol kâğıdı gibi… Kişiliği dışa vuruyor. Muhtaç olanı da, hassasiyetle vereni de, verirken farklı şeylere tahvil etme basitliğinde olanları da faş ediyor bu imtihan. Evet, bu tür afetler, vitrindeki insan kumaşının imtihan terzisi elinde gerçek değerini bulmasına vesile oluyor. Vitrinden tezgâha inen insan kumaşı, musibet karşısında rengiyle, dokusuyla kalitesini belli ediyor. Kalp parayla gerçeği ayırt oluyor böylesi afetlerde.

Son cümlenize istinaden ise kanaatim, içinde bulunduğumuz toplumun bütün bozulmuşluğuna rağmen Van depreminde son derece âlicenap bir sınav verdiği yönündedir. İslamî hassasiyeti olan birey ve çevrelerin organize çabaları başta olmak üzere hemen her kesim kanaatimce son derce duyarlı davranmışlardır.

Bu tespitim, beni, farklı iyiliklere ve iyiliklerin özü olan tevhide yürek açmaya dair fıtrî safiyet konusunda daha çok umutlandırıyor. Bu olay vesilesiyle kardeşlik duygusunu ihya edip arayan, yardıma koşan ve “buradayız!” diyen evini ve dahası yüreğini açan kardeşlerimizden bilhassa Allah razı olsun. Kardeşlik duygusunun ihyası, acıların mutluluğa dönüşmesine vesile olmuştur kanaatindeyim.

Bir takım kavmiyetçi, faşizan düşünceleri de ortaya çıkardı Deprem. İlk soruda da kısmen değinmiştik ama yorumlamada ‘dil’ sorunu önemli bir sorundur. Gerçekleşen bir vakıa asıl zihniyet ve bilinçaltını bir anda fâş ediyor. İnsanın meramını anlatma aracı olarak ‘dil’, kritik zamanlarda zihniyeti ve asıl şuuru fâş edip sere serpe ortaya döküyor. İnsan aksini savunduğu şeyi savunur hatta yaşar hale geliyor. Üzerinde durmak ister misiniz?

Uzun bir konu ancak burada izninizle çok kısa cevap ile yetinmek istiyorum. Böylesi bir afeti bile etnik ve bölgesel tanımlar üzerinden yorumlamaya kalkışmak değer adına tam anlamıyla dibe vurmuşluktur. Ulusalcıların bu okuması, çağa ve insanlığa verecek bir mesajdan yoksun olduklarının; çağı şekillendirmeye dair sermayesizliklerinin tescilidir. Bu tutum, ahlakî değerlerden uzak, her şeye her işe pragmacı bir zeminden bakma hastalığıdır. Modern seküler bir hastalık olarak kavmiyetçilik burada da ifsat edici olduğunu teyit etmiştir. Hem ifsat etmiştir hem de ifsat etikleri üzerinden dahi fayda devşirmeye çalışmaktadır. Bu, tam anlamıyla müfsid bir mantıktır. Kendisinin doğurduğu karşı kavmiyetçi mantıkta aynı hesap yani müfsit bir duruş üzeredir. Şayet sevmediğiniz, musibetinden zevk duyduğunuz birisinin başına musibet geldiğinde, “Allah dağına bakar kar yağdırır”, sevdiğiniz ve musibetinden eza duyduğunuz birileri içinse, “Allah, sevdiği kuluna dert verir” mantığıyla yaklaşırsanız insanî, şerî bir tespitten ziyade iç duygularınızı açığa vurmuş, bir anlamda Allah’a kasıt dayatmaya kalkışmış olursunuz. Hep iyiler bize kötüler başkasına gibi… Bu bakış, kişinin kendisini kendilerini müstağni görmesidir ve bu, büyük bir felakettir.

Depremin genel atmosferini birde sizden dinlemek, izlenimlerinizi duymak istiyoruz.

Yaşadığımız deprem24 afetinden aklımda kalan en belirgin sahneler, çığlık çığlığa koşan ve nereye koştuğunu bilmeyen, birbirine sarılan, ağlayan insan manzaralarıdır. Kendimizi korkuyla dışarı attığımızda, tekbir getiren insanlar… Sökülmüş gözler, yanındaki yavrusunu görmeyen anne babalar… “Yavrum nerede!”… “Anaaa!” diye bağrışmalar birbirine karışmıştı. Her tarafta ve sadece Allah’ın anıldığı, O’nun yüceltilerek tevhid edildiği bir ortam. Mal-mülk, makam, ev, araba, eşya anlamsızlaşmıştı o an.

Dünyalık hiçbir şeyin işe yaramadığı, enkazdan iniltilerin geldiği anlar, verenin de alanın da Allah olduğu tespihi tekrarla duyulmaktaydı. İşte o an, insanın fıtrat üzere olduğu andı. Kur’an’daki kıyamet sahnesini yaşıyorsunuz adeta.

”Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı”

”Toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı”

”Ve insan "Ne oluyor buna!" dediği vakit”25 Ayetlerinin ardından verilmek istenen mesaj geliyor aklınıza:

”Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür.”

”Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”26

Deprem sonrası geçmiş olsun için arayan bir dostumun, “dünyaya sarılmak, düşmekte olan uçağın, yolcunun koltuğuna sıkı sıkıya sarılması gibidir” tasviri beni çok etkiliyor. Evi barkı yıkılan; dünyada sahip olduğu her şeyi toprak altında kalanlarla ilgili dertleştiğim bir kardeşimin, “bir varmıış bir yokmuş…” masal tekerlemesini hatırlatması, yaşananların buğulu gözlerle ifadesine dönüşüyor.

Depremi yaşayan herkes, yaşadığı tecrübeyi en kayda değer tecrübe olarak anlatıyor. Yaşadıklarını anlatanlar her seferinde yeniden yaşıyor heyecanını gizleyemiyorlar. Trafikte aracıyla seyir halinde depreme yakalanan biri, aracının kontrolü dışında karşı şeride geçtiğini söylüyor. Dışarıda apartmanları seyredenler, binaların kavak ağacı gibi sallandığını ve adeta birbirine değdiğini söylüyorlar. Evlerinde depreme yakalananlar ise duvarların üzerlerine kapandığını hissettiklerini farklı tecrübelerle anlatıp duruyorlar. Binaların alt katında olanlar kendilerinin daha çok sarsıldığını anlatırken üst kattakiler ise korkunç sallanmayla birlikte saniyelerin bitmek bilmeyen bir aşağı iniş paniğine döndüğünü anlatıyorlar. Depremi, Erciş’in girişinde yamaçtaki çay bahçesinde yaşayan arkadaşıma, “dışarıdaymışsınız fazla etkilenmediniz her halde?” diye soruyorum, yüz kaslarının korkuyla gerildiğini, sesine yansıyan bir ürpertiyle, “olur mu abi! Herhalde en fazla biz hissettik, tarifi imkânsız müthiş bir ses duyduk. Arkamı döndüğümde dağ üzerimize geliyor sandım ve yer ayağımın altından kaydı” diye anlatıyor. Bu anlatım karşısında, Kur’an’daki korkutma ayetlerini hatırlıyor, vücudumun diken diken olduğunu hissediyorum.

Kadın ve Çocuk Hastanesi’nden bir doktor arkadaşım, çoğu annenin bebeklerini bırakıp kaçtıklarını daha sonra da bebeklerini dışarıda feryatla aradıklarını anlatmıştı. Tam da kıyamet sahnelerini andıran kareler bunlar. Depreme ameliyathanede yakalanan kendisi de hasta olan bir cerrah doktorun, korkuyla, ağlayarak başladığı ameliyatı tamamladığını ve sonrasında dışarı çıktığını dinlediğimde çok etkilenmiştim. Sağlık hizmetlerindeki fedakârlık hemen her alanda gözüküyordu.

Bir başka arkadaşımın depremin olduğu saatlerdeki gözlemi, küçük kıyameti andıran bir şaşkınlık hali olarak daha bir ibret vericiydi. Büyük bir kalabalığın kovalanırcasına Erek Dağı yönüne koştuklarını, “nereye koşuyorsunuz“ diye kolunu tutup durdurduğu birinin, “Van gölü yükselmiş tusunami geliyor!” dediğini tekrarla anlattığını dinlemiştim.

Enkaz altından yaralı çıkanların, anlaşılması zor korku ve acı anlarını tekrar yaşıyor ürpertisiyle anlatmaya çalışmaları dehşet vericiydi. Yakınları enkaz altındayken çıkarılmalarını bekleyenlerin boş gözlerle etrafa bakışları ayrı bir ibret sahnesi… Soğuktan titreyen birinin, arkadaşımızın, “eldiven ister misin?” sorusuna, bitkin sesiyle, “yoo üşümüyorum” derken hissetmez bakışları, yürekleri burkuyordu. Bir iki kelime konuşma isteğimizi anlayınca da, “ben kurtarma ekibindenim, mühendisim” demişti. Genç mühendis bayan, nereden geldiniz sorusuna ise Anadolu’nun belki de ismini duymadığımız ilçelerinden birini söyleyerek cevap veriyor. Mehmet kardeşimin, “kar yağabilir, bu şemsiyeyi alınız lütfen” ısrarını geri çevirmiyor. Sağlık ve arama kurtarma ekiplerinin başarısı, mesleki sorumluluktan ziyade fedakârlık örneği olarak yürekleri ısıtıyor. Güngörmüş, hali vakti yerinde birinin kendisine yardım paketi uzatan eli geri çevirmeme adabıyla alırken, bakışlarında ezildiğini gözlüyorum. Enkazı adeta perdeleyen bu insan manzaraları gözümün önünden gitmiyor.

7.2’lik depremin geride kaldığı ikinci ayda Van sokaklarını tekrar geziyorum. Tam bir hüzün hâkim. Hasar görmemiş hiçbir bina yok. Neredeyse hiçbir apartmanda da insan yok. Terk edilmiş virane bir şehir görünümünde. İçimden, “tam anlamıyla korkuyla imtihan yaşanıyor” diye tekrarlıyorum. İnsanlar gülmeyi unutmuş mahzun gözlerle birbirine teselli veriyorlar. Çarşı Pazar sessiz ve sakin… Az sayıda vatandaşı çokça göze çarpan arama kurtarma elemanları, sağlık görevlileri gölgeliyor. Ekiplerin guruplar halinde hala Van’da olmaları, devam eden artçı sarsıntıların korkusunu hafifletiyor havasını hissediyorum. Havanın kararmaya başladığı anlarda aş evinin yemek sırası telaşsız bir bekleyişle ilerliyor. Hayatı bir yolcu gibi görenlerin ve evini sırtında taşıyanların gerçek zenginler olduğunu itiraf ediyorum. Geceyi geçirmek üzere sessiz çadırımıza geldiğimde, ‘pekâlâ böyle de yaşanabilir’ diye içimden geçiriyorum. Gecenin sessizliğini dışarıda kar üzerinde yürüyenlerin ayak sesleri dağıtıyor.

Son olarak konuya dair paylaşmak istediğiniz notlar ve yine varsa tavsiyelerinizi almak istiyoruz.

Allah için yaşanılmamış hayat, boşa geçirilmiş bir hayattır. Yaşanılan her bir tecrübe, karşılaşılan her bir olay imtihan cihetiyle değerlendirilmeli, kişinin kendisini Allah’a kulluk cihetiyle yeniden gözden geçirmesine vesile olmalıdır. Anlamlı olan da bu tefekkürdür zaten. İnsanın, yaşanan her imtihan karşısında yaratılmış olarak eksikliğini idrak etmesi ve bunu bütün samimiyetiyle itiraf etmesi son derece önemlidir.

Musibetin ilk anında sabır göstermek ve kulluğu unutmamak önemlidir burada. Her şeye güç yetirenin Allah olduğunu bir kez daha tekbir etmeli ve Musa (as)’ın diliyle, “Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım,”27 denilmelidir.

Yine yaşanılan bütün acılar karşısında İbrahim (as)’la birlikte olan müminlerin diliyle, ”Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.”28 söylenmelidir.

Ya'kub (as)’ın diliyle, “Ben gam ve kederimi sadece Allah'a arzediyorum.”29 tevekkülü gibi bir teslimiyetle derdini ancak Allah’a arz etmeli; kendisine verilen her bir nefesin aslında yeni bir imkan ve kulluk için iyi bir fırsat olduğunu düşünmelidir.

Sorumluluklarını yerine getirmeyenler ise insanların ölümüne sebep olabilirim endişesiyle işlerini tam yapmanın mesuliyetini bir kez daha düşünmelidirler.

Bilinmelidir ki Tevhid, eşyayı ait olduğu yere koyma, şirk ise yaratılanları ve yaratanı olması gereken yerden uzaklaştırmadır. Tevhîd, Kur’an’ın ana mesajı olduğu gibi bütün meselelerin de mihveridir. Bu gerçek her bir imtihan vesilesinde olduğu gibi burada da unutulmamalıdır. Keza kulluğu Allah’a has kılmanın ertelendiği her bir iş fasittir. Bu kaygıyı erteleyecek hiçbir çaba şer’an hüsn-i kabul görmez. Yaşanılan her mesele akidevî olmayabilir ve hatta inançla ilgisinin olmadığı düşünülebilir. Ancak hiçbir mesele yoktur ki akideyle münasebeti koparılarak ele alınabilsin. Bu meselenin de akideye bakan çokça yönleri vardır. Hem de tasavvurdan neticeye varıncaya kadar. Ve yine bilinmelidir ki her yeni günün yeni okumalara ihtiyacı vardır. Yaşanan her musibet, bela ve imtihanın da yeni okuma ve tanımlamalara; hülasa fıkhedilmeye ihtiyacı vardır.

Bir kardeşimin ifadesiyle deprem, diğer imtihanlar gibi Rabbimizin zaman zaman kullarına, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”30 diye kendisini bir ayeti üzerinden hatırlatmasıdır. Bizleri de,  “Evet (buna) şahit olduk” diyenlerden kıl Allah’ım. Aslında değişen bir şey yok. Soru hep aynı, cevaplar da hep aynıdır. Ancak sorunun zamansal tercümesi farklıdır. Şimdilerde hepimize bu soru deprem ayeti üzerinden soruldu.

Deprem ve deprem gibi imtihanların zorluklarına karşı bizlere sabır ve metanet ver Allah’ım. Desteğini üzerimizden esirgeme. Bizleri sana tevekkül edenlerden kıl. Vekil olarak sen bize yetersin. Muhakkak ki hamd sana mahsustur Allah’ım.

Kaynak: Nida Dergisi, Ocak-Şubat 2012, s: 151

 

Dipnotlar:

1- Bkz. Enfâl, 8/28; Kehf, 18/7; Enam, 6/ 53; Tegabün, 64/ 15; Bakara,2/ 155; A'râf, 7/ 94-95; Âl-i İmran, 3/179, 186.

2- Mülk, 67/2; Ankebut, 29/ 2.

3- Ali İmran, 3/186; bkz. Hud, 11/117.

4- İbrahim, 14/33.

5- Hadid, 57/2-4.

6- Bkz. Casiye, 45/ 29; Kehf, 18/ 49.

7- Bkz. Ahzab, 33/11; Zilzal, 99/1-5.

8- Kehf, 18/ 49.

9- A’raf, 7/23.

10- Tevbe, 9/126.

11- Bakara, 2/2.

12- Bakara, 2/26.

13- “Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak: «Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız» diye Allah’a yalvarırlar.” Yunus, 10/22.

14- Rahman, 55/29.

15- İbrahim, 21/69.

16- Enfal, 8/17.

17- Hud, 11/84.

18- Kamer, 54/ 49.

19- Rahmân, 55/ 7; Bkz. Enbiya, 21/ 47; A’raf, 7/ 8-9.

20- Yûnus, 10/100; “Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” Enfâl, 8/22.

21- Mülk, 67/10.

22- Bakara, 2/44, 76, 170, 242; Bkz. Hûd, 11/51; Kasas, 28/60; Yûsuf, 12/109; Mü’min, 40/67.

23- A’raf, 7/155.

24- 23 Ekim 2011 Van-Erciş depremi, saat: 13: 41. 7,2 şiddetinde olan depremde, 600’den fazla ölü ve binlerce yaralı var, taş üstünde taşın kalmadığı beldeler köyler var. 9 Kasım 2011 Van-Edremit depremi, saat: 21: 23. 5,6 şiddetinde bir sarsıntı daha oluyor. Ölü sayısı 700’ü geçiyor, Van’da birçok bina yerle bir oluyor ayakta kalan binalar devam eden artçı sarsıntılar ile oturulamaz hale geliyor. Vanlılar, kışı başka şehirlerde geçirmek üzere adeta toplu göç ediyorlar. Artarda gelen binlerce artçı sarsıntının ardından 30 Kasım 2011 gecesinde 02: 47’de olan 5,0 şiddetindeki deprem ile yaşam adeta tıkanıyor. İbret verici bir nokta ise depremin bu kez merkez üssü, zemininin güvenli ve sağlam olduğu söylenen şehrin taşınacağı alan diye açıklanan, Kurubaş, Kevenli ve Edremit bölgesinin olmasıydı.

25- Ez-Zilzâl, 99/1-4.

26- Ez-Zilzâl, 99/7-8; Bkz. Casiye, 45/15; A’raf, 7/8; Bakara, 2/81.

27- Kasas, 28/24.

28- Mümtehine, 60/4.

29- Yusuf, 12/86.

30- A’râf, 7/172.

HABERE YORUM KAT