1. YAZARLAR

  2. M. Şükrü Hanioğlu

  3. Bir asır sonra "İnkılâb-ı Azîm" -1
M. Şükrü Hanioğlu

M. Şükrü Hanioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir asır sonra "İnkılâb-ı Azîm" -1

02 Ağustos 2008 Cumartesi 04:01A+A-

Osmanlı coğrafyasında etkilerini bugün dahi hissettiğimiz değişimler yaratan ve izler bırakan "İnkılâb-ı Azîm" ya da "10 Temmuz İnkılâbı" yüzüncü yıldönümü nedeniyle uzun bir aradan sonra yeniden bir ilgi odağı haline geldi.

II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı Millî Günü olarak kutlanan 10 (23) Temmuz, Cumhuriyet'e kadar yakın tarihin en önemli olayı olma özelliğini sürdürmüştü. Nitekim, İstiklâl Harbi'nin en önemli toplantılarından birisi olan Erzurum Kongresi'nin bu anlamlı günde başlatılması bir tesadüf eseri değildi. Cumhuriyet sonrasında da bir süre kutlanmakla beraber yavaş yavaş tarihin pek de ehemmiyet arz etmeyen bir ayrıntısı haline gelen 10 Temmuz daha sonra dışlanmış ve eğer deyim yerindeyse kendi kaderine terk edilmişti. Bunun Cumhuriyet'in çağdaş tarihin 1919 ya da 1923'te başladığını, yakın tarihimizin bu yıllar öncesi ve sonrası olarak kalın çizgilerle bölündüğünü savunan ideolojik yaklaşımının tabii bir neticesi olduğu şüphesizdir.

Benzer şekilde daha sonra Yunan ve Portekiz ihtilâl/darbelerinin ilham kaynağı olan "İnkılâb-ı Azîm," 1911 Çin ve bilhassa 1917 Bolşevik ihtilâlleri sonrasında bu hususiyetini kaybetmiş ve ihtilâlci yazında kendisine nadiren atıfta bulunulmuştur. Karşılaştırmalı ihtilâl çalışması yapan akademisyenlerin, meselâ bu alanın en önde gelen isimleri olan Charles Tilly ve Theda Skocpol'un çalışmalarında da "İnkılâb-ı Azîm" kendisine atfettiği azamete yakışır bir yer bulamamıştır. Bu alanda tek ciddî istisnâ Nader Sohrabi'nin, 10 Temmuz, 1906 İran ve 1917 Bolşevik ihtilâllerini karşılaştırarak Chicago Üniversitesi'nde savunduğu ve yakında kitap olarak yayınlanacak doktora tezidir. Bu açıdan bakıldığında "10 Temmuz İnkılâbı"nın gerek toplumumuzun tarih yorumunda, gerek yerli ve uluslararası akademik literatürde ve gerekse de ihtilâlci yazında hak ettiğinin oldukça altında ilgi uyandırdığı, aksinin iddia edilmesi pek de kolay olmayan bir gerçektir.

Ancak yüzüncü yıldönümünün idraki nedeniyle bu harekete gösterilen yeni ilgi, onun bir "burjuva devrimi" olduğunu kanıtlama amaçlı uluslararası kongreler tertibiyle de ortaya konulduğu gibi anlamsız kavramsallaştırmalar yapılmasına ya da "10 Temmuz'un, Türk 1789"u olduğu benzeri abartılı tezlerin ortaya konulmasına neden olmuştur. Halbuki "İnkılâb-ı Azîm"in tarihselleştirilmesi ve kendi bağlamında değerlendirilmesi bize bu tür ideolojik yaklaşımlardan daha anlamlı bir çerçeve çizebileceği gibi, onun günümüze yansıyan etkilerini kavrayabilmemizi de kolaylaştırabilir. Bu kısa değerlendirmede "10 Temmuz İnkılâbı"nın böyle bir tahlilinin yapılmasına gayret edilecektir.

10 (23) Temmuz'da ne oldu?

ünümüzde yaygınlık kazanan bir yaklaşımın tersine 10 Temmuz kitlesel bir eylem ya da sıklıkla atıfta bulunulduğu gibi bir "halk hareketi" olmadığı gibi, biriken toplumsal tepkinin patlamasıyla da ortaya çıkmamıştı. İhtilâlin son iki günü olan 22 ve 23 Temmuz günlerinde gösterilere katılan kitleler ve Firzovik'te Avusturya askerinin Kosova'yı işgal edeceği propagandasıyla İttihad ve Terakki ve Başkimi Cemiyetleri tarafından toplanan binlerce Arnavut belirgin toplumsal talepler ortaya koymamışlar, ancak Makedonya'nın elden gitmesinin ve yabancı müdahalesinin durdurulabilmesi için son çâre olarak görülen Kanun-i Esasî'nin yeniden uygulamaya konulması arzusunu dile getirmişlerdi. Nitekim 10 Temmuz sonrasında kalabalıklar toplantı ve taleplerini sürdürdüklerinde İttihad ve Terakki "Herkes İşinin Gücünün Başına Dönsün" başlıklı beyannâmelerle bu eylemlere son verilmesini istemişti. Bu zannedildiğinin tersine 1908 hareketinin ciddî değişimler yaratmasını önleyen bir hususiyet değildir. Bu anlamda "10 Temmuz İnkılâbı," 1905 sonlarında Kastamonu ve Trabzon ile Doğu Anadolu vilâyâtında başlayarak, Erzurum gibi bâzı yerlerde İran ihtilâli sonrasında ortaya çıkan halk encümenlerinin benzeri yapıların tesisine neden olan ayaklanmaların tersine, kendiliğinden gelişen, vergileri reddetme benzeri toplumsal gerekçelere dayanan bir hareket değildi. 1908 İhtilâli bu tür taleplerin dile getirilmesinden ziyade status quo'nun korunmasını, düvel-i muazzama tarafından Makedonya için geliştirilmek istenen ve Mürzteg programına nazaran çok daha radikal olacağı tahmin olunan yeni bir ıslahât projesinin Osmanlı yönetimine dayatılmasını önlemek amacını taşıyordu.

Tarihçiliğimizin genellikle savunduğunun tersine 10 Temmuz İnkılâbı sadece Kanun-i Esasî'nin yeniden uygulamaya konulması amacıyla başlatılan bir eylem değildi. Zaten bu istem de temelde radikal bir karakter taşımıyordu. Bu açıdan bakıldığında 1908 İhtilâli, Devlet Duması'nın açılması neticesini doğuran 1905 Rus İhtilâli ve benzeri bir kurumun tesisini sağlayan 1906 İran İhtilâli'ne kıyasla radikallik düzeyi oldukça düşük bir hareketti. Bu anlamıyla 1908 hareketi Tanzimat gibi düzenin değerlerini baştan aşağıya sorgulayan ve değiştirmeyi amaçlayan bir fikrî arka plâna da sahip değildi.

Uygun bir deyimle "Bütün İhtilâlleri Sona Erdirecek Bir İhtilâl" olarak mevcut status quo'yu muhafaza ve yabancı ıslahât projelerinin reddini amaçlayan 1908 İhtilâli, Osmanlı entelektüel mehâfilinde güç kazanan ve "muhafazakâr eylemcilik" olarak tavsifi mümkün bir yaklaşımın ürünüydü. Bu yaklaşımı ideolojisi haline getiren Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti (örgüt ihtilâl sonrasında yeniden Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti unvanını kullanmaya başlayacaktı) de temelde ihtilâlciliği değil, böylesi bir muhafazakâr eylemciliği savunuyordu. 10 Temmuz bu örgütün ortaya koyduğu bir eylemdi ve muhafazakâr eylemciliğin status quo'yu koruma amacıyla gerçekleştirdiği bir hareketti. Bu nedenle ihtilâli gerçekleştiren örgütün ideolojisi ve bu ideolojinin geçirdiği evrimin tahlili bize ilginç ipuçları verebilir.

Muhafazakâr Eylemcilik ve İttihad ve Terakki

ylemcilik fikri, kökleri 1908 İhtilâli'nden nerdeyse yirmi yıl önceye götürülebilen Jön Türk hareketinin temel tartışma konularından birisi idi. Harekete uzun süre egemen olan ve Ahmed Rıza Bey'in şahsında kişiselleştirilen pozitivist, ihtilâlcilik karşıtı düşünsel yaklaşımı şiddetle eleştiren bir grup Osmanlı muhalifi, kurdukları İntikamcı Yeni Osmanlılar, İstirdat, İstikbâl-i Vatan ve Millet Cemiyet-i Osmaniyesi, İstirdat Cemiyetleri ile Osmanlı İttihad ve İcraat Şubesi ve neşrettikleri Vatan, İstikbâl, İstirdat, Darbe, İntikam ve Tokmak benzeri dergilerle anarşizme varan bir eylemcilik ve kan dökülmesini savunmuşlardı. Kendilerini "icraatçılar" olarak tanımlayan bu kimselere göre kansız ihtilâl mümkün değildi ve hareket sosyolojik tartışmalar, pozitivist tespitlerle uğraşmak yerine suikast ve bombalama türü eylemler ortaya koymalıydı. İcraatçılar, 1902 Osmanlı Hürriyetperverân Kongresi'nde Sabahaddin Bey ile Ermeni, Rum ve Arnavut ayrılıkçılar tarafından oluşturulan ittifaka karşı Ahmed Rıza etrafında toplanan Türkçü ve pozitivistlerle koalisyon kurmalarına karşın eylemciliklerini hareketin resmî görüşü haline getirmeye muvaffak olmamışlardı. Ancak ne Ahmed Rıza ve Sami Paşazâde Sezaî beylerinin eylemcilik karşıtı, temel tezlerini pozitivist, natüralist fikirlerle destekleyen yaklaşımı ne de icraatçıların anarşist fikirlerle takviye edilen eylemciliği ciddî bir eylem plânı sunmuyordu. 1905 yılı sonlarına değin böylesi bir eylem plânından yoksun kalan Pozitivist-Türkçü/İcraatçı koalisyonu bu tarihte geçirdiği düzenleme sonrasında muhafazakâr-eylemci bir nitelik kazanmıştı.

Dr. Nâzım Bey'in yardımlarıyla Dr. Baheddin Şakir Bey tarafından gerçekleştirilen bu düzenleme sonrasında Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti adıyla temel ideolojisi "muhafazakâr eylemcilik" olan bir örgüt ortaya çıkmıştı. Örgütsel yapısı İhtilâlci Ermeni Federasyonu (Daşnaktsutyun) ve VMORO (Makedonya-Edirne Dahilî İhtilâlci Örgütü)'nun nizamnâmelerinden esinlenerek oluşturulan bu yeni örgüt, söz konusu çerçevede eylemci bir karakter taşıyor; ancak zikredilen ihtilâlci yapılanmaların tersine muhafazakâr bir ideolojiyi savunuyordu. Örgüte göre II. Abdülhamid rejiminin temel sorunu onun Osmanlı anâsırı arasındaki dengeleri ve uluslararası status quo'yu muhafazada yetersiz kalmasıydı. Diğer bir ifadeyle Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin savunduğu "eylemcilik" ihtilâlci değil onun karşıtı bir fikrî arka plâna sahipti. Bu cemiyet, Daşnaktsutyun gibi 1907'de İkinci Enternasyonal üyesi haline gelen ya da VMORO gibi sosyalizmi savunan teşkilâtların tersine status quo'yu yıkmayı değil onu korumayı amaçlayan bir eylemciliği savunuyordu. Terakki ve İttihad Cemiyeti de 1908 yılında çeteler kurma kararı alacaktı (1908 İhtilâli yirminci asırda çeteciliğin iktidar değiştirdiği ilk eylem idi) ama Osmanlı zabitleri idaresindeki bu eylemci gruplar, Daşnaktsutyun fedaîleri ya da VMORO çeteleri gibi devlet güçleriyle çatışmayacak, tersine, devleti koruma, onun dağılmasını önleme amacıyla eylemcilik yapacaklardı. Eylemin amacı ise milliyetçi-ayrılıkçı tezlerle ortaya konulan Makedonya ve Ermeni komitecilikleri, henüz rüşeym halinde bulunmakla beraber ileride devletin bekasına yönelik tehdit oluşturabilecek Arap, Arnavut öncü (proto) milliyetçilikleri, Çerçiz Topulli şahsında kişiselleşen eylemciliklerle, bu Türk olmayan Osmanlı anâsırınca sağlanmaya çalışılan yabancı müdahalesinin önüne geçmekti. Anayasal rejim, II. Abdülhamid rejiminin engelleyemediği bu gelişmeleri durdurma konusunda son çâreydi.

1908 öncesinde fedaî teşkilâtı ve çeteleriyle eylemci bir karakter kazanan Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti temelde devletin dağılmasını önlemeye çalışan bir gizli asker-sivil bürokrat örgütüydü ve bu toplum katmanlarında egemen olan muhafazakâr, devlet merkezli, onu yüceltmeyi her şeyin üzerinde tutan fikirlere dört elle sarılmaktaydı. 1856 Paris anlaşmasıyla temami-i mülkiyeti (toprak bütünlüğü) büyük devletlerin kolektif güvencesi altına alınan Osmanlı Devleti'nin daha sonra yaşadığı ciddî toprak kayıpları, Düyûn-i Umumîye ve Mürzteg programı sonrasında oluşturulan yabancı jandarması benzeri yapılanmalarla sınırlanan Osmanlı egemenliği, bürokratik kadrolar ve subaylar arasında "herkesin bizi bölüp yok etmeye çalıştığı bir dünyada, bunu önlemek için eylemciliğin gerekli olduğu" düşüncesinin tedricen içselleştirilmesine neden olmuştu. İlginçtir ki İttihadçılık büyük devletler müdahalesini sağlamaya çalışan enternasyonalist Daşnaktsutyun ve sosyalist VMORO'ya nazaran çok daha kuvvetli bir anti-emperyalizmi savunuyor, ama muhafazakâr, devlet merkezli ideolojisi nedeniyle işçilere grev hakkı verilmesi benzeri toplumsal taleplere şiddetle karşı çıkıyordu. Bu anlamıyla 1908 İhtilâli, ideolojisi ihtilâlciliğe karşı, devleti yücelten, status quo'yu koruma amaçlı bir örgüt tarafından gerçekleştirilmişti. Bu cemiyetin teşkilâtlanmasının ihtilâlci örgütleri takliden gerçekleştirilmiş olması söz konusu ideolojik yaklaşımı değiştirmiyordu.

İttihad ve Terakki bu yaklaşımını İkinci Meşrutiyet döneminde de sürdürdü ve devletin temsilcisi olarak ihtilâlci hareketleri bastırmaya çalıştı. Pek çok eski ihtilâlci örgütün aksine gerçekte hiçbir zaman ihtilâlci olmadığı ve muhafazakâr eylemciliği benimsediği için bu alanda ideolojisinde ciddî bir değişime gitmeye de gerek duymadı.

Türkçülük ve İttihad ve Terakki

avid Kushner'in Türk milliyetçiliğinin kökenleri ve doğuşu üzerine yaptığı çalışmalar, II. Abdülhamid döneminde "Türkçülük" olarak adlandırılması mümkün bir proto milliyetçiliğin ciddî bir ivme kazandığını ortaya koymuşlardır. Bu genel eğilim çerçevesinde Jön Türk düşüncesinde de benzeri bir gelişme yaşandığını belirtmek yanlış olmaz. Nitekim 1903 ilâ 1907 yılları arasında Kahire'de yayınlanan ve Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin önde gelen üyelerinden bâzılarının da katkıda bulunduğu Türk dergisi, bu tür düşüncelerin (Yusuf Akçura da daha sonra risâle olarak basılarak Osmanlı entelektüel mehâfilinde kapsamlı bir tartışma yaratacak olan 'Üç Tarz-ı Siyaset' denemesini de ilk olarak bu dergide yayınlamıştı) oldukça radikal biçimde dile getirilmesine aracılık etmişti. Bizzat Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin merkez yayın organı Şûra-yı Ümmet de Türkçü tezleri savunmaktan geri kalmamıştı. Terakki ve İttihad Cemiyeti muhaberatında dile getirilen "Adriyatik sahilinden, Çin hududuna" uzanan bir Türk dünyası fikri zannedildiğinin tersine düşünsel düzeyde İttihadcılığın Türkçülüğü 1912-13 Balkan harplerinden oldukça önce içselleştirdiğini gösterir. Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin erken örgütlenmesini, yurtiçinde teşkilâtlanmanın zorluğu nedeniyle, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Dobruca, Kafkasya gibi bölgelerde gerçekleştirmesi, cemiyetin Müslüman ve Türklerin baskıcı kimlik siyasetlerine muhatap oldukları bu eski Osmanlı topraklarında gelişen Türkçülükten etkilenerek âdetâ Türk diasporasını temsil eden milliyetçi bir örgüt haline gelmesine neden olmuştu. Dolayısıyla bir yandan İttihadçılar bölge Müslümanlarını harekete kazanmaya çalışırken, öte yandan da dünyayı baskı altında tutulan Türk diasporasının gözleriyle görmeye başlamışlardı.

Yeniden örgütlenme sonrasında Terakki ve İttihad Cemiyeti merkez komitesinde sadece Bulgaristan Müslümanlarının Talha Kemalî Bey aracılığıyla temsil edilmesi bir tesadüf değildi ve bu çevrenin hareketin ideolojisi üzerindeki etkisini gösteriyordu. Tedafüî karakterli, tüm Avrupa ve Batı dünyasını düşman olarak gören Türkçü ideolojinin İttihadçılığın eylemciliğine ciddî bir ivme kazandırdığı şüphesizdir; ancak bu ideoloji, gerek Makedonya merkezli bir ihtilâlin hazırlanmasında ve gerekse de çok uluslu bir imparatorluğun idaresinde ciddî sorunları beraberinde getiriyordu. Bu anlamda 1908 ihtilâli, İttihadçılığın Türk unsuruna ağırlıklı bir rol vererek yeniden tanımladığı "Osmanlıcılık"ı merkezine yerleştiren bir iktidar ve bunu "Türkleştirme" olarak tanımlayarak şiddetle reddeden unsurların milliyetçi muhalefetini doğurmuştu.

1908 İhtilâli İttihadçılığı iktidara taşıdığı gibi diğer Osmanlı unsurları içinde de radikal ve milliyetçi unsurları cemaatleri adına konuşur hale getirmişti. Osmanlı Yahudi Cemaati'nin ihtilâl sonrasında cemaat içi bir darbe ile muhafazakâr hahambaşını görevden uzaklaştırması, Sultan'a baba mbret (baba padişah) şeklinde hitab eden sadık Arnavutların yerini Latin harflerinin kabulü benzeri taleplerle ortaya çıkan Başkimi komitesinin alması, amira sınıfı yerine Daşnaktsutyun'un Osmanlı Ermenilerinin sözcüsü haline gelmesi bu değişimin ilginç örnekleriydi. Dolayısıyla İkinci Meşrutiyet siyaseti, kendi Osmanlıcılık tanımı dışındakileri ayrılıkçılık olarak yorumlayan bir iktidar ile bunu Türkleştirme politikası olarak reddeden milliyetçiler arasındaki mücadeleye dönüşmüştü.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT