Yılgınlığı ve karamsarlığı değil, umudu büyütelim!
Gençlik yıllarımızda ezberlediğimiz rahmetli Sezai Karakoç’un “Biz, yarış bittikten sonra da koşan atlarız.” dizesi, o günkü heyecanımızı, dünyayı değiştirme azmimizi ve sarsılmaz inancımızı öylesine güçlü bir şekilde yansıtıyordu ki, her okuduğumuzda kalbimiz yeniden çarpıyordu.
Karakoç burada, ümmetin bitmeyen yürüyüşünü anlatıyordu: Dünya ölçeğinde ‘yarış bitti’ denildiğinde bile imanla yoluna devam eden bir topluluk olduğumuzu, yenilgi sanılan yerde sabrı, çöküş zannedilen anda dirilişi büyütmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Çünkü gerçek zaferin, dünyevi başarılarla değil; Allah’a olan bağlılık ve sarsılmaz imanla ölçülmesi gerektiğini biliyorduk.
Karamsarlığı besleyen tahripkar zemin
Zaman ilerledikçe, yaşadıklarımız, biriktirdiğimiz tecrübeler ve kimi hayal kırıklıkları bizleri daha “gerçekçi(!)” hayaller kurmaya, daha “ayağı yere basan(!)” uğraşlarla yetinmeye yöneltti…Sırtladığımız yükle, takatimiz arasındaki uyumsuzluk arttıkça, aynı oranda hedef küçültme hızımız da arttı. “Ne de olsa artık daha rasyonel düşünüyorduk(!)”
Kimisi bununla da yetinmedi; enerjisini ve zamanını ümmetin perişanlığını sayıp dökmeye, Müslümanların nasıl “işe yaramaz” insanlar olduğuna dair karamsar tablolar çizmeye adadı.
Oysa karamsarlık, zihinleri felce uğratan sinsi bir tuzaktı. İnsan zihninde hangi tasavvur varsa, onun yansıması diline ve kelimelerine sirayet eder. Bu nedenle dildeki karamsarlık, aslında ufku daralmış bir zihnin en yalın ifadesidir.
Burada temel ayrım oldukça nettir: Karamsarlık teslimiyetin, umut ise imanın tezahürüdür. Rabbimiz Kur’an’da, “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” (Zümer 39/53) buyurarak, umudu diri tutmanın imani bir duruş olduğunu bize hatırlatır. Zira insanın Allah’ın yardımına duyduğu güven, O’na olan bağlılığının ve inancının düzeyiyle doğru orantılıdır.
Umut, sadece zihinsel bir farkındalık ya da ruhsal bir dirilik değil; aynı zamanda stratejik bir tercihtir. Onu diri tutmak, geleceği inşa etmenin ilk adımıdır. Zira öncü konumunda olan insanların asli görevi, zaaf ve çarpıklıkları teşhir etmek değil; yarınları inşa edecek iradeyi güçlendirmektir. Nitekim en güçsüz, en kuşatılmış olduğu dönemde Hz. Peygamber’in (as) Kisrâ ve Kayser’in saraylarını ve hazinelerini ümmetine müjdelemesi, işte bu sarsılmaz inancın en muhteşem örneğidir.
Gerçek şu ki, karamsarlık; mücadele azmini kaybedenlerin ruh hâlidir. Ümmet coğrafyasına baktığında yalnızca yıkım görenler, aslında enkaz altında kalan kendi tartılarını sorgulamaları, nehre bırakılan Musa’nın, kuyuya atılan Yusuf’un saraya giden yolculuklarını yeniden okumaları gerekir. Çünkü “her tarafta yangın olduğunu” söyleyen birinin, çoğu kez aslında kendi paçası tutuşmuştur.
Tarihsel yenilgilerden diriliş yolculuğuna
Unutmayalım ki İslam medeniyetinin son üç asırlık serüveni, çoğu zaman yenilgi ve geri çekilmelerle sonuçlandı. Buna mukabil Batı’nın Aydınlanma ile başlayan ve sanayi devrimiyle tahkim edilen küresel hâkimiyet hikâyesi, yalnızca bilim, teknoloji ve ekonomi alanlarında değil; aynı zamanda İslam coğrafyası üzerine sömürgecilik zincirleri, yerli ve işbirlikçi tiranların tahakkümü ve ulus-devletlerin parçalayıcı sınırları olarak çöktü.
Evet, birkaç asırdır sürmekte olan topyekûn bir kuşatma altında olduğumuzu ve bu ağır kuşatılmışlıktan çıkışımızın kolay olmayacağının elbette farkındayız. Daha düne kadar yaşadığımız ülkede, sokak ve caddelerin kamusal alan mı, sivil alan mı olduğu, dolayısıyla, başörtülülerin cadde ve sokaklara çıkmalarının yasaklanıp yasaklanmayacağı tartışılıyordu.
Bugün coğrafyamızda yaşanan krizlerin tümü, aslında yüzyıllarca önce kaybedilen medeniyetimizin tarihsel yönünü ve rotasını yeniden asli mecrasına döndürme gayretinin sancılarıdır.
Bu diriliş sancıları, yalnızca bir idealin hayallerde kalan yansıması, sloganik bir söylem ya da tepkisel bir refleks değildir. Bugün Suriye'de, Gazze'de, Afrika’da, Türkiye’de fiilen yaşananların tamamı; tevhid ve adaletin inşa edici prensipler olarak öncülük ettiği bir öze dönüş ve küllerinden yeniden doğmanın sancılarıdır. Bu gün Gazze’de tanık olduğumuz azim ve kararlık sadece kendi topraklarını savunma değil; ümmetin “boyun eğmeme” kararlılığının en güzel örneğidir.
Karamsarlık; gerçekliğimize ve tarihimize değil, düşmanlarımızın beklenti ve hayallerine aittir.
Bugün yapılması gereken, yenilgilerden bir kader ve teslimiyet üretmek değil; tarihsel süreklilik içinde sabrı, direnci ve yeniden inşa iradesini yeniden keşfetmektir. Çünkü umut, Müslüman yürekte soyut bir beklenti değil, imanla birleşmiş akidevi bir tercihtir.
Daha düne kadar uluslararası ilişkilerle ilgili yapılan bütün analizler, güç dengelerine dem vuran ve dünyayı alıştırıldığı güç dayatmaları eşliğinde okumaktan başka yol bilmeyenlerin bütün analiz ve değerlendirmeleri çöp oldu.
Suriye'de destansı bir direniş ile yükselen halk hareketi, görkemli bir devrimle neticelendi. Baas rejimi bir daha geri dönmemek üzere tarihin tozlu sayfaları arasına gömüldü. Bu devrim sadece Suriye halkının zulümden kurtulması değil, ümmet coğrafyasının kendi tarihsel yürüyüşüne yeniden başladıkları tarihin bir kırılma noktasıdır.
Suriye’de toplumsal destekleri zayıf, tarihsel ve ontolojik dayanakları çürük, önderlik makamları şaibeli ve ahiret inancı da olmayan kesimler bile Suriye’nin geleceğinde kendileri açısından göz kamaştırıcı hikâyeler, yaldızlı ve ütopik bir gelecek tasavvuru oluştururken; Müslümanların önüne yepyeni bir ufuk açan Suriye Devrimini; İsrail ve ABD’nin psikolojik harp aygıtlarının ürettiği algılar üzerinden okuyarak karamsarlık tablosu çizenlerin en azından, ontolojik köksüzlükleriyle malul seküler kesimlerin sergilediği kadar bir yaşam belirtisi vermeleri beklenirdi.
Bizler, varoluşunu Rabbine imanla bağlamış insanlarız. Ne bugün yaşadığımız fırtına, ne de daha evvel benzerlerini yaşadığımız fırtınaların hiçbiri bu gemiyi batıramadı. Bizi yok etmek için nice uğraşlar verildi, nice planlar yapıldı; fakat her defasında küllerimizden yeniden doğduk. Bugün dünya güç dengeleri ve ulus-devletlerin dayattığı sınırlar çökmekte, ümmet coğrafyası yeniden kendi tarihsel yürüyüşünü inşa etmektedir.
Bu inşa çabası, sahada verilen destansı mücadeleler ve toplumsal zeminde gerçekleşen tebliğ ve davet çabalarıyla somutlaşan kapsamlı bir tarihsel dönüşümün sonuçlarıdır.
Hiç şüphesiz bu süreç, tepkisel, eklektik veya öykünmeci bir tasavvurun değil; güçlü bir tevhidî anlayıştan neşet eden, tarihsel sürekliliği ve toplumsal meşruiyeti olan bir medeniyetin yeniden inşasına yönelik bir dönüşüm çabası olarak ortaya çıkmaktadır.
Daha da önemlisi; gençlerin öncülük ettiği bu direnişin, anlam arayışının, adalet talebinin ve ümmet bilincinin yeniden tesis edilmesi yönündeki tüm gayret ve çabalar, çok daha güzel yarınları müjdelemektedir.












YAZIYA YORUM KAT