1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Yeniçeri Ağalığı’ dönemi son bulacak mı?
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Yeniçeri Ağalığı’ dönemi son bulacak mı?

06 Ocak 2012 Cuma 23:58A+A-

[email protected]

Suriye’de yarım asrı aşan bir kesintisiz diktatörlük rejimi, hükûmet uygulamalarına karşı protesto gösteri yapan sivil kitleler üzerine, 16-17 sene öncelerdeki Bosna Trajedisi günlerinden hâfızâlarda kalan ‘sniper’ (snaypır) /keskin nişancı’ları hatırlatan sahnelerle kan ve ölüm kusması sürerken..

Kilise, sinangog ve mescidleri, Kur’an, ‘Allah’ın adının çokça anıldığı yerler’ olarak tekrîm ile andığı halde, Nijerya’da, kiliselere müslümanlar adına denilerek saldırılar yapılıp onlarca insanın öldürülmesi şeklindeki cinayetler devam ederken..

Irak’da da, hemen hergün devam etmekte olan bombalı patlamalar ve sair suikasdlerle onlarca insan can verirken.. Ve bu konuda, son bir örnek olarak, 5 Ocak 2012 günü de 80 kişinin daha canını aldığı haberleriyle dünya kamuoyu sarsılırken..

*

Ve rakib bildiği kişi veya güç odaklarını, hesablarını iyi yapamadığı denge oyunlarıyla bertaraf etmeye çalışırken; ortaya çıkan tablolarla ortaya daha bir çıkan Irak Başbakanı Nûrî el’Mâlikî’nin, ‘kanunları uygulamak’ adına diye, Cumhurbaşkanı Yard. Tarıq el’Hâşimî’yi tutuklatmak istemesiyle daha bir tırmanan ve bunu bir mezhebî tahakküm adına sergilemek istediği şeklindeki görüşlerin giderek güçlendiğinin ve bundan dolayı sahneyi alt-üst ettiğinin farkına varamadığı yeni örnekleri zihinlerde, ‘harekete geçirdiği masa-sandalyelerin altında ezilen’ sihirbaz çırağının, ‘harekete geçirdim de, durdurmayı başaramıyorum..’ mazeretine sığınmasını hatırlatırken..

Bir ince nokta..

Geçen sene İran televizyonunda yayınlandığı sırada, aylarca en çok izlenen dizilerden birisi olarak nitelenen ve bu günlerde Kanal 7’de de türkçe seslendirmesiyle yayınlanmakta olan ‘Muhtarname’  isimli tv. Dizisinden öğrenilecek çok şeyler var..

‘Muhtarnâme’nin konusu, özetle; ‘Hz. Huseyn’in, Ehl-i Beyt’inin ve bir avuçcuk yârânının, Kerbelâ’da Yezid güçlerince korkunç şekilde katledilmesi sonrasında, o büyük facia sırasında Hz. Huseyn’in yanında yer almamış olmanın verdiği pişmanlık duygularıyla, kitleleri harekete geçiren ‘Mukhtar es’Saqafi’nin de, sonunda,  Kerbelâ’daki o korkunç cinayete destek veren her kim varsa onları cezalandırmak adına çalıştırdığı korkunç bir intikam mekanizmasının etrafındadır. Ancak, Muhtar  ve harekete geçirdiği kitleleri, sonra nasıl durduracağını bilmemektedir.. Yakın çevresinden kimileri, ‘çekil, bırak; bizim hedefimiz hükûmet etmek miydi?’ derken, Muhtar da, harekete geçirdiği o kitleleri, o noktada başşız bırakmanın sorumluluğunun da daha ağır olacağını düşünür ve haliyle, önceden planında da yokken, toplumda herkesin keyfî bir şekilde, herkesi öldürme eğilimini hortlatan durumun önüne geçmek adına, hükûmet etmek kılıcını eline alır ve kendisi de çok sert ve kanlı uygulamaların pençesine düşer..

Dizide bir çok tarihî vak’alar ibret verici ve olabildiğince âdilâne sayılabilecek bir yaklaşımla işlenmektedir..

Ki, İran’da Rehberlik makamını belirleyen  Meclis-i Khubregân / Faqîhler Meclisi Başkanı Âyet... Muhammed Rızâ Mehdevîkenî de, Şubat- 1979 başında İslam İnqılabı gerçekleştikten sonra, etrafındakilerin ısrarlarına rağmen, (merhûm) İmam Khomeynînin, Hükûmet etme işine girmek istemediğini, ‘Biz hükûmet etmek için gelmedik..’  dediğini; ancak, daha sonra ortaya çıkan terör eylemleri ve karışıklıklar içinde, hükûmet etme işinin başına bizzat geçmeyi kabullenmek zorunda kaldığını dile getiriyordu, son günlerde verdiği bir röportajda.. Evet, her bir sosyal düzende, otorite sarsılıp yok oldu mu, toplum hayatındaki yönelişlerin nereye varacağını kestirmek mümkün olmaz..

*

Sosyal hâfızâmız bu kadar mı zayıf?

Em. Org. Mehmet İlker Başbuğ’un tutuklanması, medyada genel olarak, ‘Tarihte ilk kez..’ diye yer aldı, heyecanlı ifadelerlerle, ya da kocaman manşetlerle..

Halbuki, bırakınız daha eski dönemleri, henüz 52 yıl önce, 27 Mayıs 12960 İhtilali sırasında, dönemin Genelkurmay Başkanı (o zamanki resmî adıyla, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Reisi) Org. Ruşdî Erdelhun da ihtilalcilerce zindana gönderilip yargılanmamış ve mahkûm edilmemiş miydi?

Bu gibi başlıklarda yaşanan şaşkınlıkla birlikte, ‘böyle olmaması gerekirdi..’ temennisi / hayıflanması da dolaylı olarak hissettiriyordu kendisini..

İşin doğrusu, hiç kimsenin felaketine sevinmemeyi kendisine şiar edinen bu satırların sahibi de, M. İlker Başbuğ’un bu noktaya gelmiş olmasından üzüldüm ve onun yıkılmış bir durumda cezaevine gönderildiği kareleri görünce, bu neticeyi kendisi de hazırlamış olsa bile, ‘Keşke böyle bir noktaya düşmeseydi..’ demekten kendimi alamadım..

Ve onun, imlâ kaidelerine riayet eden bir öğretmen edâsıyla öğrencilerine âmirâne ve tane  tane söylediği cümleleri hatırlatan tumturaklı bir uslûb ile ve de ‘TSK benden sorulur ve ben TSK İmparatorluğu’nun başıyım..’  havasındaki konuşmaları gözümün önünde canlandı.. Tabiatiyle, ‘TSK’nın asla hata yapmayan bir temel devlet gücü olduğu’ ve geçmişte işlediği ve milletimizi sindirdiği ve bir ‘sürü’  gibi gütmeye çalıştığı, en azından son 100 yıllık uygulamaları kabullendiği, benimsediği konuşmalarını da.. O, bu sözleriyle darbeci geleneğin en afacan tiplerinden birisi olduğunun mesajını, rüzgarını veriyordu..

Halbuki, 27 Mayıs 1960’larda, 12 Mart 1971’lerde, 12 Eylûl 1980’lerde, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007’lerde ve sonrasında, ‘bütün bunlar 1923’den beri yapılmakta olanların tekrarıdır..’ diye efelenerek yapılanların ve yapılmak istenenlerin müslüman halkımızın kalbine birer hançer mesabesinde olduğu anlaşılmalıydı.. Sadece, milletim rey, irade ve sempatisiyle iktidara gelip 10 yıl başbakanlık yapmış olan Adnan Menderes ve arkadaşlarının, hangi ordu adına yapılmış olan bir askerî darbe ile nasıl devrilip, ne korkunç ve alçakça zulüm ve cinayetlerle nasıl öldürüldüğünü hatırlamak bile yetebilirdi halbuki..

Ve gönül isterdi ki, İlker Başbuğ, bu karanlık ve acı geçmişe körü körüne bir ideolojik bağlılıkla veya bir meslek dayanışma adına sahib çıkmak yerine, milletimize çektirilen acıların, ihanetlerin bir muhasebesini yapsındı..  Çünkü, o hıyanet ve cinayetleri işleyenler de bu ordunun kocaman kocaman generalleri ve diğer seçkin subayları idi..

İlker Başbuğ’un hele de son yıllarda yaptığı orduyu ve emrindekileri korumak adına yaptığı konuşmaları hatırlamamak mümkün mü?  

Hele de Kur. Alb. Dursun Çiçekin müslüman halkın sindirilmesi için, irtica ile mücadele adına hazırlanmış olan ‘andıç’lardaki imzayı aylarca reddedip, ‘ıslak imza idi, değildi..’  tartışmalarıyla kamuoyunu bir yıldan fazla meşgul ettiği ve sonunda ise kabullendiği belgeler için, Mehmet İlker Başbuğ’un Gen. Kur. Baş. olarak, tv. Ekranlarından, ‘Bu bir kağıt parçasıdır..’ diyerek yaptığı açıklamalar nasıl unutulur?

Ama sonra bütün o ‘kağıt parçaları’nın gerçek olduğu ortaya çıkmadı mı ve herkes kendi paçasını kurtarmak isterken, ‘asıl emri veren en üst komutan’ olarak Başbuğ’u göstermediler mi?

Ya da, Poyrazköy’de ele geçirilen lav silahları için de, ‘bu bir boru yahu..’ diyen de aynı Başbuğ değil miydi? Ya, kamuoyunu yanıltıyordu, ya da kendisi yanılmıştı..

Her iki durum da bir Gen. Kur. Başkanı için bir faciadır..

Bunlar sadece birkaç örnek..

Keza, Başbakan Yard. Bülent Arınç’a suikasd iddiası üzerine. Kozmik Oda’da mahkeme kararıyla yapılmak istenen araştırmaya karşı önce direnmesi ve nice belgelerin yokedildiği iddiasından sonra, arama izni verilmesi üzerine, Başbuğ’un  Bruksel’de. NATO merkezinde vazifeli TSK subaylarına hitaben yaptığı tuhaf konuşmayı, ‘Ben izin vermeseydim, nah arayabilirdiniz..’  diye külhanbeyi ağzıyla yaptığı konuşmayı ve bu ses kaydı ortaya çıkınca onu nasıl kabullendiğini de hatırlamamak olmaz.. 

Şimdi, Başbuğ için hazırlanmış olan iddianâme oldukça ağır.. Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme - darbeye teşebbüs..’ suçlaması..

Bunlar karşısında, ‘Bir Gen.Kurmay Başkanı bunları nasıl yapar?’ denilebilmeliydi..

Esasen,  o da, ‘Ben bugünkü Hükûmet’in tayiniyle KKK. lığına ve oradan da Genelkurmay Başkanlığı’na getirildim.. Öyle bir niyetim olsaydı, emrimdeki 700 bin kişilik güçle herhalde başka türlü davranırdım..’  kabilinden sözler etmekte bugün..

Avukatının savunması ise, daha ilginç..  ‘Yani Hükûmet yıllarca anlamadı da, emekliliği üzerinden 1,5 sene geçen bir Gen. Kur. Başkanı’nın suç işlediğini savcılık ve mahkeme, birkaç saat içinde mi anladı?’  şeklindeki bu sözlere hangi tarafından bakılsa, hukuken tutarsız..

I. Ordu’nun eski komutanı ve şimdi tutuklu olan em. Org. Hasan Iğsız’ın ve Genelkurmay’ın Hukuk İşleri sorumlusu olan General Çubukçu’nun ve diğerlerinin kendilerini kurtarmak için, birileri suçlanacaksa o suçlanmalı diye hedef gösterdiği Başbuğ karşısında mahkemenin başka nasıl bir karar vermesi beklenmeliydi?

Daha da ilginç olan; Gen.Kur. Başkanlığı döneminde Başbuğ'un emrinde Karargâh'ta görev yapan Org. Hasan Iğsız, Korg. Mehmet Eröz ve firarî Tümg. Mustafa Bakıcı’nın, sözkonusu ’andıç’ın -tıpkı Alb. Dursun Çiçek gibi- Başbuğ'un talimâtı ve bilgisi dahilinde hazırlanan resmî bir belge olduğunu öne sürmeleri...

Nitekim, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen "İnternet Andıcı" davasıyla birleştirilen "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" davasının tutuklu sanıklarından Org. Hasan Iğsız, Korg. Mehmet Eröz ve Alb. Dursun Çiçek, andıcın yasal olduğunu ve Başbuğ'un talimatıyla hazırlandığını savunmuş, Başbuğ'un tanık olarak ifade vermesini istemişler ve  sanıkları, İnternet Andıcı isimli belgenin dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un talimatı ve bilgisi dahilinde hazırlanan resmi bir belge olduğunu öne sürmüşlerdi..  Davanın İnternet andıcı davasının ek klasörlerinde yer alan "Sn.K'a arz" başlıklı bir belgenin ise, İnternet Andıcı isimli belgenin Başbuğ'a sunulduğunun kanıtı olduğu iddia edilmişti.

Daha da ilginç olan ise, davanın tutuklu sanığı Korg. Mehmet Eröz'ün avukatı İlkay Sezer, mahkemeye verdiği dilekçede Başbuğ'un dinlenmesini taleb etmişken, yani onun davanın içine çekilmesine çaba harcamışken; şimdi Başbuğ’un avukatlığını da üstlenmesi!..

*

’Politika da, savaşın başka vasıtalarla devamından başka bir şey değildir!’

‘TSK asla hata yapmamıştır, yapmaz..’ diyerek, geçmişteki bütün ihtilalleri, darbeleri, müdahaleleri, cinayetleri yok sayan veya o uygulamaları benimseyen bir Genel Kurmay  Başkanı’nın emekli olduktan sonra bile olsa, çete kurmak suçlamasıyla tutuklanmasında hayret edilecek bir şey normalde olmaması gerek..

Ve ‘vatandaşlar kanun karşısında eşittir, ama bazıları daha eşittir..’ denilemiyecekse tabiî..

Evet, olması gereken bu..  Ortada anormal bir durum görülüyorsa, bu, normalleşme eğiliminin bu kadar sur’atli olmasıdır. Ama, bazılarınca bu bile çok yavaş işletilmiş bir süreç olarak değerlendirilebilir..

*

Başbuğ’un, ‘Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Milli Güvenlik Kurulu üyesi olarak bu hükümetin bakanlarıyla birlikte çalıştık. Şimdi elbette devletimizin istihbarat olanak ve imkânları var. Bu kadar sene beraber çalışıyoruz ki siyasi otoritenin en büyük makamlarıyla o dönemlerde benim bir silahlı terör örgütü kurmam ve yönetmem tespit edilememiştir ki bu üzerinde durulması gereken bir nokta. Tesbit edilmiş ve bu görevde tutulmuşsa bu da ayrı bir nokta.

Ben 30 Ağustos 2010 yılında emekli olduktan 1.5 yıl sonra ben böyle bir suçlamayla karşı karşıya kaldım. Çok üzücü, anlaşılması zor. Netice olarak böyle bir iddiayı duymak, işitmek silahlı kuvvetlere, ülkeye, şerefiyle, onuruyla görev vermiş birisi için çok ağır bir iddia. Bu iddianın bu şekilde dile getirilmesi bile benim için en ağır cezadır. Bundan daha büyük cezanın olabileceğini ben düşünmüyorum. Takdir mahkemenizindir, bizler gelip geçiciyiz ancak sizler tarihe not düşeceksiniz. Bundan sonra ne ceza verilirse bu beni daha fazla üzmez. Bu kanaate nasıl ulaşılmıştır. Savcılık sorgum esnasında ciddi bir soru ile muhatap olmadım. Eğer bunlarla bu sonuca varılarak suçlanıyorsam bu gerçekten çok acıdır. Bir iki basın açıklaması, ve bir iki internet sitesi haberiyle hükümeti yıkmakla itham ediliyorsam bu çok acıdır. Benim böyle kötü bir amacım olsa 700 bin kişilik gücü elinde tutan bir komutan olarak bunu yapmanın başka yolları da olabilirdi. (...) Üzerime atılı suçlamayı kabul etmiyorum, serbest bırakılmamı talep ediyorum.’  şeklinde yaptığı savunma, demek ki mahkemede ilk planda fazla itibar görmemiş.. 

Onun temize çıkması temenni edilir.. Ama, geçmişi hatırlayanların hâfızâlarında temize çıkması o kadar kolay olmayacaktır..

Nitekim,  Başbuğ’un halefi olan Gen Kur. Başkanı Işık Koşaner’in Temmuz-2011 sonunda diğer Kuvvet Komutanlarıyla birlikte topluca istifa etmeden, 2011 seçimlerinden önce yaptığı bir konuşmada dile getirdikleri de, TSK’nın nasıl bir yeniçeri ocağı mantığıyla yönetildiğini ve hesab vermenin hatırdan bile geçirilmediğini gözler önüne sermedi mi?

Haa, ‘Burada Başbuğ’un selefi olan em. Org. Büyükanıt niçin yok?’ denilebilir..

Onu, (Jand. İstihbaratı’nın sorumlusu olan ve yakalanacağını anlayınca önce Rusya’ya kaçan ve sonra tedavi için tebdil-i kıyafetle gizlice döndüğünde yakalanan) em. Tümg. Levent Ersöz’e aid olduğu bildirilen bir ses kaydından anlayabiliriz..

O, ağır hakaretler ettiği Büyükanıt’ı, 27 Nisan 2007 Muhtırası’nı yayınladığı halde, sonra Başbakan Erdoğan’ın çağırması üzerine Dolmabahçe’ye tıpış tıpış gittiği ve orada da, kendisini kurtarmak için, TSK’nin en seçkin komutanlarını satmakla, ele vermekle suçluyordu..

Onun orada gereçekten arkadaşlarını ele verip vermediğini bilmiyoruz.. Ama onun emekli olduktan sonra, üstelik taltif edilmesi ve kendisine bir zırhlı araba bile alınması düşündürücüdür..

Hatırlayalım ki, Büyükanıt da Genel Kurmay Başkanlığı’na getirildiğinde, kemalist-laik çevrelere büyük umutlar şırınga etmişti..

Ve amma, sonunda.. Kuzu kuzu gitti, (ya da, paşa paşa..)

Arkasından, İlker Başbuğ’a umut bağlayan mâlûm çevreler, bu kez de elleri boş döndüler.. Ve dahası, Başbuğ, o pohpohlamalarla kanunlar arasında sıkışıp kaldı.

orduevlerinden çıkmayan, askerî mekanlarda dolduruşa gelen ve amma, sosyal hayatın gerçeklerinden uzak bir hayat yaşıyorlar; bu gibi sonuçlarla karşılaşmalarına şaşılmamalı..

Gelinen noktanın ülkemizin geleceği açısından hayırlı gelişmelere vesile olmasını dileyelim.. Yalnız, bunlar olurken, Irak’da Mâlikî’nin duruma hâkim olamayışı bir yana, buhranı daha da derinleştirici adımlar atması gibi bir noktaya gelinmemesi konusunda ferasetli davranılması gerektiği açık..

Şunu da hatırlıyalım ki, miladî- 19. Yüzyılın ünlü savaş teorisyeni Carl von Clausewitz, ‘savaş, politikanın başka vasıtalarla yapılmasından başka bir şey değildir..’ demişti..

Tabiatiyle, politika da, savaşın başka vasıtalarla devamından başka bir şey değildir..

*

Gelişmelerin, ilm-i siyasetin istediği inceliklere göre yönlendirilmesi ve hayırla sonuçlanması ve TSK’da Yeniçeri Ağalığı anlayışıyla komuta etme döneminin kesin-kes sona ermesi temennisiyle..

YAZIYA YORUM KAT

4 Yorum