Ufukta Türkiye-İsrail savaşı görünüyor mu?
İki yıla yakın bir süredir Gazze’de devam eden vahşet ve katliamlar, sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın yüreğini kanatıyor. Ancak mesele sadece Gazze’yle sınırlı değil. İsrail’in saldırıları Lübnan, Yemen, İran ve Suriye hattına uzanarak çok katmanlı bir savaş stratejisine dönüşmüş durumda. Ankara açısından ise, özellikle Suriye üzerinden yürütülen bu stratejik hamleler beka meselesi olarak algılanıyor.
İsrail, tüm saldırganlıklarını ‘güvenlik’ ve ‘savunma’ argümanlarıyla hem kendi kamuoyunda hem de Batılı destekçileri nezdinde meşrulaştırmaya çalışırken; bölgede ise özellikle İslam coğrafyasına karşı bir güç gösterisi ve meydan okuma peşinde olduğu görülmektedir.
Suriye’deki etnik/mezhebi fayları tetiklemeyi stratejisinin merkezine alan İsrail; Suriye’nin kuzeyindeki PYD ile geliştirmeye çalıştığı partnerlik ilişkisi üzerinden Türkiye’nin güvenliğini doğrudan etkileyen bir politika yürütüyor. Dahası, Suriye’deki normalleşme ve gerilim süreçlerini kendi ajandasına göre şekillendirerek; ABD ve Avrupa’yı da yanında konumlandırıp, Türkiye’nin Suriye’nin istikrarı ve bütünlüğüne yönelik çabalarını boşa düşürmeye çalışıyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın; “Artık diplomasinin araçlarını kullanarak geleceğimiz noktanın sonuna ulaşmış oluyoruz” şeklindeki çıkışı, Türkiye’nin bundan sonraki adımlarını ve muhtemel yol haritasını anlamak açısından kritik bir işarettir. Zira Türkiye, bilindiği üzere uluslararası arenada İsrail’in Gazze’de işlediği soykırıma karşı yoğun bir mekik diplomasisi yürütüyor.
Şunu artık hepimiz biliyoruz: İsrail’in, Suriye’de devrimin başlamasının hemen ardından başlattığı ve sürgit devam eden saldırıları, İran–Esed–Hizbullah eksenini hedef almakla açıklanamaz. Aksine, Baas rejimi döneminde görmezden geldiği ya da ciddiye almadığı askeri ve stratejik hedefleri devrim sonrasında alelacele bombalaması, İsrail’in Suriye’nin ve genel olarak bölgenin geleceğine dair daha derin ve uzun vadeli hesaplarının bir yansımasıdır.
İsrail, Suriye’de güneyde Dürziler, kuzeyde ise PYD üzerinden geliştirmeye çalıştığı partnerlik ilişkisi üzerinden ülkeyi kalıcı bir istikrarsızlık zeminine çekmek istiyor. Bu politikalar yalnızca Türkiye’nin güvenliğini değil, bütün Ortadoğu coğrafyasının istikrarını doğrudan hedef alıyor. Ankara ise bu adımları, sadece Suriye sahasıyla sınırlı olmayan; tüm bölgesel dengeleri sarsma potansiyeli barındıran yeni kırılma noktaları olarak okuyor.
Türkiye, PKK ile on yıllardır süren ve bugün artık silahsızlanma ve fesih aşamasına yaklaşan mücadelesinin, Suriye sahasında örgüt lehine bir “askeri/idari teritoryal kazanıma” dönüşmesini bir kırmızıçizgi olarak görüyor. Bu nedenle ABD’nin bölgedeki varlığı ve “çekilme–çekilmeme” tartışmaları Türkiye açısından yalnızca bir diplomatik gündem değil, doğrudan bu hassasiyetin tetiklediği stratejik bir sinir ucu niteliği taşıyor.
Son günlerde devlet yetkililerinin en üst perdeden dile getirdiği sert uyarı ve kınamalara karşılık, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Osmanlı İmparatorluğu'nun 20. yüzyılın başlarında Ermenilere, Süryanilere ve Yunanlılara karşı işlediği soykırımı tanıdığını” söylemesi, iki taraf arasındaki restleşmeyi yeni bir boyuta taşımıştır. Şu an itibariyle Ankara–Tel Aviv hattındaki gerilim “siyaseten yüksek perdeden” yürümekte; ancak aynı zamanda “teknik olarak kontrollü ve esnek” bir mecrada seyretmektedir. Bu süreç, karşılıklı olarak kamuoyu ve diplomasi zemininde yürütülen, itibar aşındırma ve meşruiyet üretme mücadelesine dönüşmüş durumdadır.
Ancak bu kontrollü gerginliğin de sürdürülebilir bir sınırı vardır. Limitlerin aşılması, sabır ve tahammül eşiğinin sonuna gelmiş olan Ankara’yı, savaş dâhil farklı tedbirler almaya zorlayabilir. Dolayısıyla, bölgede giderek yoğunlaşan risk ve gerilim, Türkiye–İsrail hattında sıcak çatışma potansiyelini daha üst bir noktaya taşımıştır.
Türkiye, bugüne kadar attığı adımlarda dengeli ve kararlı bir çizgi izledi. Diplomasi ve caydırıcılık ekseninde yürütülen bu politika, sadece İsrail’i değil; vekâlet savaşlarının tüm aktörlerini dikkate alan kapsamlı bir stratejik hesap üzerinden işliyor.
Tüm bu gelişmeler ışığında, başta sorduğumuz soruya cevap vermek gerekirse: Ufukta Türkiye–İsrail savaşı görünüyor mu? Sorusuna ne kesin bir “evet”, ne de net bir “hayır” demek mümkün.
Sonuç olarak, Gazze’de yıkılan her ev, Suriye’de tetiklenen her yeni fay, bize önemli bir gerçeği hatırlatıyor: Savaşlar, gücü elinde bulunduranlar tarafından değil, meşruiyeti olanlar tarafından kazanılır. İşte Türkiye’nin gücü de burada ortaya çıkıyor. Gazze’deki yıkımın ve Suriye’de yıkıcı fay hatlarının karşısında durmak, ulusal çıkar değil; ümmet coğrafyasının güvenlik ve istikrarını gözeten bir gayretin ifadesidir. Türkiye, bu yöndeki gayretini adalet, merhamet ve kardeşlik ekseninde tesis edebildiği ölçüde meşruiyeti ve ahlaki üstünlüğü de elinde tutacaktır.
Kim ne derse desin, Birinci Dünya Savaşı hâlâ bitmiş değildir. Kullanılan araçlar, yöntemler ve biçimler değişti; ama savaş devam ediyor. Bölgemizde hangi sorunu kurcalarsanız, karşınıza en az yüz yıllık bir tarih ve mücadele geçmişi çıkıyor. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte elit kadrolar, Ortadoğu’yu bir “bataklık” olarak nitelendirip sırtlarını dönmüşlerdi. Oysa tarih bize gösteriyor ki, Ortadoğu sadece savaşların değil; aynı zamanda medeniyetlerin doğuş ve diriliş coğrafyasıdır. Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu asıl mesele, kendi tarihî ve coğrafi kaderine sahip çıkıp çıkmayacağı meselesidir.












YAZIYA YORUM KAT