1. YAZARLAR

  2. Nazife Şişman

  3. Türkiye'deki başörtülüler göçmen mi?
Nazife Şişman

Nazife Şişman

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye'deki başörtülüler göçmen mi?

25 Haziran 2009 Perşembe 05:42A+A-

AB üyesi bir ülkede ilk defa başörtülü bir parlamenter önceki gün yemin ederek görevine başladı. Belçika'da Hıristiyan Demokratların listesinden Brüksel parlamentosuna seçilen Türk asıllı Mahinur Özdemir'in meclise girmesi, dini sembollerle ilgili bir tartışmanın da başlatıcısı oldu. Valon liberaller, yemin töreni öncesi parlamentoda dini ve felsefi sembolleri yasaklama isteklerini dile getirdiler, ama henüz herhangi bir kanun teklifi vermediler.

Yeşiller, sosyalistler, Hıristiyan Demokratlar ve onları destekleyen medya ve akademiden isimlerse, bu yasakçı girişimi kıyasıya eleştirdi. Bu eleştirilerde vurgulanan husus şuydu: Parlamentolar oy verenlerin çeşitliliğini yansıtan yerlerdir. Başörtüsü haç ya da kippa takmaları, kişilerin toplumu temsil etmelerine engel değildir. Hatta felsefi ve dini kanaatleri nedeniyle meclise seçilir, insanlar. Bu nedenle de onlardan, tarafsız olmaları talep edilemez. Demokrasi açısından bu farklılıkların izharı, sevindirici bir durumdur.

Belçika'da farklılıkların temsili vurgusu önemli görüldüğünden, parlamentoda dini sembollerin yasaklanmasıyla ilgili bir kanun teklifinin verilmesi zor görünüyor. Ama Mahinur Özdemir örneğinde kendisini gösteren üçüncü kuşak göçmenlerin dini kimlikleriyle her alanda yer almaları vakası, genel manada kamusal alanın düzenlenişi açısından yeni tartışmaların bir başlangıcı olacağa benziyor. Çünkü kanunen genel bir yasak olmamasına rağmen okullarda ve yargıç, polis gibi halkla yüz yüze temas halinde olunan mesleklerde dini sembollerin kullanılması yasaklanabiliyor. Bir işveren çalışanlarından dini semboller kullanmamalarını isteyebiliyor. İslamofobinin yükselişte olduğu, ekonomik krizin bütün faturasının göçmenlere, yabancı işçilere çıkarıldığı, bu nedenle de ırkçı sağ görüşün güçlendiği bir Avrupa düşünüldüğünde, kamusal alan düzenlemesi ile ilgili tartışmalarda başörtüsünün bundan sonra da gündem oluşturmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.

BAŞÖRTÜSÜ, BİR SORGULAMA ARACINA DÖNÜŞÜYOR

Bu açıdan bakıldığında Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin burka ve nikabın yasaklanması ile ilgili kanun teklifi hakkında yaptığı açıklama, Müslüman kadınların örtünmesinin Avrupa'nın İslam ve göçmenlerle ilgili politikalarında merkezi bir rol oynadığını gösteriyor. Sarkozy, bu tür örtünmenin dinle alakası olmadığını söyleyecek kadar İslam adına konuşma yetkisini kendisinde görüyor. Aynı zamanda da bunun kadın özgürlüğü ile çatışan yönlerine dikkat çekiyor. 2003'te zamanın Devlet Başkanı Jacques Chirac'ın hazırlattığı ve orta dereceli okullarda başörtüsü başta olmak üzere dini sembollere yasak getiren Stasi raporu da bu kadın hakları söyleminden besleniyordu. Diğer taraftan tartışmanın fluard'dan voil'e kaymasının, yani başörtüsünün değil peçenin konuşulmasının da kamuoyu tepkisini canlı tutmaya yarayan bir düşmanlaştırma ve yabancılaştırma efekti ile ilgisine dikkat çekilmeli.

Aslında Avrupa'nın içindeki İslam ve Müslümanlar meselesiyle ilgili sorunlarını, sorunlarını ele alış tarzını kadınların başörtüsü üzerinden takip etmemiz mümkün.

Laiklik, cumhuriyetçi eşitlikçilik ve demokratik vatandaşlık geleneğinin nasıl muhafaza edileceği de; Müslüman ülkelerden göç edenlerin Fransız topraklarında doğmuş üçüncü kuşak çocuklarının varlığı ile ortaya çıkan çokkültürlülük baskısına nasıl mukavemet edileceği de, başörtüsü sorunu üzerinden tartışıldı hep Fransa'da. Seyla Benhabib, küresel dönemde eşitlik ve farklılık konularını ele aldığı Claims of Culture adlı kitabında, Fransız milli kimliğinin küreselleşme ve çokkültürcülük çağında karşılaştığı bütün çelişkilerin, la affair de fluard yani başörtüsü meselesi üzerinden ifade edilebileceğini söylüyor.

Bir açıdan bakıldığında Türkiye için de aynı şeyler söylenebilir. Avrupalılığımız, modernliğimiz, laikliğimiz, rejime sadakatimiz, hep başörtüsü meselesi üzerinden sorgulanıyor ve ifade ediliyor. İşin ilginç tarafı, Türkiye'de başörtüsü yasağına taraftar olanların da, yasağa karşı olanların da Avrupa'yı referans göstermesi. Yasağa taraftar olanlar AİHM kararına sarılırken, karşı olanlar, AKP'li siyasetçiler başta olmak üzere, "gerçek Avrupalılık" iddiasını ortaya atıp oradaki uygulamaya, yani üniversitede örtünün serbest oluşuna sığınıyor. Elbette bu karar dolayımından AİHM'nin kendi iç çelişkisi tartışılabilir. Fakat, Avrupa'nın kendi içindeki Müslümanlarla yaşadığı sorunlar, eşitlik, kimlik ve dinin kamusal izharı gibi konularda yaşadığı sancılar görmezden gelinemez.

Çokkültürlülük, farklılıklara saygı gibi kavramların bugün tartışılıyor oluşunu, Avrupa evrenselciliğinin sorgulandığı geç modern dönemin dinamiklerinden bağımsız değerlendirmek mümkün değildir. Modernlik projesinin dünya çapında girdiği kriz, pek çok etik ve politik eleştiriye meydan verdi. Bu çerçevede "evrensel akıl", "özerk birey" gibi politik ideallerin, "öteki" ile iletişim kurmayı engelleyen boyutuna dikkat çekildi. "Eşitlik"in ötekinin kendini ifadesine imkan vermeyen boyutu eleştirilirken, kamusal alanda farklılıklara izin veren yeni bir siyasal etiğin oluşturulması yolunda tartışmalar derinleşti.

Avrupa ülkelerinde bu tartışmalar, daha ziyade, göçmenler, eski sömürgelerden gelenler ve onların farklılıkları üzerinden dile getirildi. Bu sebeple arka plandaki ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi vakalar dikkate alınmaksızın bu kavramları zeminine oturtmak mümkün olmaz. Başörtüsü meselesine çözüm önerirken, Avrupa tecrübesinden neşet eden kavramları doğrudan Türkiye'ye uyarlamak isteyen liberallerin hiç dikkate almadığı bir tarihî arka plandır bu. Bir diğer husus ise farklılıkların temsilinin, dinin kamusal temsili ile bağlantısıdır, ki bu da Avrupa'daki devlet-kilise ilişkilerinin tarihinden bağımsız düşünülemez.

Mesela Fransa'da merkezde eşitliğin yer aldığı bir yaklaşım hakimdir. Herkes eşit eğitimden geçmelidir ki böylece homojen bir vatandaşlık söz konusu olabilsin. İşte bu yüzden etnik, dini ve lisani farklılıklar eşitsizliğe yol açacağı için kamusal alanda yer almamalıdır, bu anlayışa göre. Almanya'da ise yabancılar, geçici konuklar olarak telakki edildikleri ve Alman milletine dahil olmaları söz konusu olmadığı için, kendi dini ve etnik farklılıklarını sergileyebilirler. Fransa'nın aksine asimilasyonist değildir, hoşgörülüdür Almanya, dini farklılıkların kamusal temsiline. Fakat onların daimi olmadığı güvenine dayanır bu hoşgörü. İngiltere ise eski sömürgecilik tecrübesinden kaynaklanan, dini ve kültürel farklılıkları tanıma hususiyetine sahiptir. Bu nedenle İngiliz yaklaşımını çokkültürlülük adı altında ifade etmek mümkündür.

AB BİR YERE KADAR ÖRNEK OLABİLİR

Diğer taraftan dikkate almamız gereken bir başka gelişme söz konusu. 11 Eylül tecrübesi, 2004 Madrid patlamaları gibi olaylar, Avrupa'daki bu çokkültürlülük ve farklılık politikalarının sorgulanmasına yol açtı. Müslümanların varlığı liberal demokrasinin ilke, değer ve normlarına bir tehdit olarak yorumlanmaya başlandı. Bu nedenle de mesela Hollanda hükümeti, etnik ve dini azınlıklara kültürel otonomi veren politikalarında geri adımlar attı. İtalya'da açıkta namaz yasaklandı, Brüksel başta olmak üzere bütün Avrupa'da "Avrupa'nın İslamlaştırılmasına hayır" eylemleri etkinliğini artırıyor.

Kısaca ifade etmek gerekirse, genelde dinin kamusal temsili, özelde başörtüsünün kamusal alanda yer alması ile ilgili olarak Avrupa'daki farklı ülkelerin birbirinden farklı tavırlarının arka planında, öncelikle söz konusu ülkelerin devlet-kilise ilişkilerinde yaşadığı farklı tecrübe, ikinci olarak da göçmen politikaları ile ilgili farklı yaklaşımları yer alıyor.

Geçen hafta sonu Abant Platformu'nun "Siyasal partiler ve demokratikleşme" konulu toplantısında da gündeme geldi. AB süreci, demokratikleşmemiz için elverişli bir süreç olabilir. Mesela Mahinur Özdemir'in milletvekilliğini, Merve Kavakçı örneği ile karşılaştırarak başörtüsü sorununun çözümünde Belçika tecrübesinden yararlanabiliriz. Ama bütün demokratikleşme sürecimizi AB sürecine bağlamak bizi çözümsüz bir noktaya götürür. Çünkü Avrupa'da İslam, bir göçmen sorunu olarak başladı, demokratik vatandaşlık çerçevesinde tartışılmaya devam ediyor. Türkiye'de ise İslam, bir göçmen problemi değil. Müslüman kadınlar, eski sömürgelerden gelmiş değiller.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT