1. YAZARLAR

  2. Nazife Şişman

  3. Tüketim kültürü herkesi kardeş kılar mı?
Nazife Şişman

Nazife Şişman

Yazarın Tüm Yazıları >

Tüketim kültürü herkesi kardeş kılar mı?

27 Haziran 2010 Pazar 05:51A+A-

Bilinen her toplum, küçük veya büyük çapta tüketiciydi. Ama biz günümüz toplumunun tüketim toplumu olduğunu söylüyoruz. Ve "tüketim kültürü" terimini kullanıyoruz.

Neden? Çünkü günümüz toplumunun anlaşılması açısından ürünler dünyasının ve bunların yapılanmasının önemli, hatta merkezî bir yer işgal ettiğini vurguluyoruz böylece. Toplumumuzun bir tüketim toplumu olduğunu söyleyerek, bu toplumun tüm bireylerinin tüketici olduğu gerçeğine, yani bu alelade, bu sıradan gerçeğe mi işaret etmiş oluyoruz? Tabii ki hayır. Günümüz geç modern toplumunda bireylerin tüketici rolünün örnek bir norm olduğuna, bu rolü oynama yetenek ve arzusunun kimlik kurucu bir öğe olduğuna dikkat çekiyoruz.

Dikkat çekmemiz gereken bir başka nokta daha var. Tüketim toplumu denilen vaka da, hızlı teknolojik değişim ve bireyselliğin hayat tarzı üzerinden ifadesi gibi gelişmeler de sadece belli bir kesimi etkilemiyor. Nasıl ki güneş herkesi ısıtıyor, yağmur herkesi ıslatıyorsa teknolojik gelişme, kapitalist ekonominin yükselişi, küreselleşme vb. süreçler, dindarlar ya da İslami camia denilen kesim de dahil herkesin, her kesimin hayatını hızlandırıyor, etkiliyor ve yeni bir terkibe zorluyor. Bu nedenle dindarların hayat tarzında dikkat çekici değişiklikler gözlemliyoruz.

Bir tarafta bu farklılaşan tezahürleri gözlemliyoruz, diğer taraftan bu tezahürler üzerinden bir kimlik çatışması ve hayat tarzı karşılaşması yaşanıyor. Cip kullanma, piyano ya da gitar çalma, bazı seçkin eğlence-dinlence mekânlarına gitme, alternatif tatil mekânları oluşturma vb. örnekler üzerinden yapılan tartışmalar sık sık gündem oluşturuyor. Bu tartışmalar, kimliksel ve sınıfsal bir çatışmanın da göstergesi olduğu için, dindarların hayat tarzı ile imtihanı zor bir süreç olarak cereyan ediyor.

"Şişli'de bir apartman"dan ankastre mutfağa

İlk olarak tüketim üzerindeki vurgunun, modernleştirici süreçlerle bağlantılı olduğuna işaret etmemiz gerek. Tüketimcilik ile modernleşme arasında güçlü bir bağ söz konusu. Özellikle 1920'lerden itibaren dünya büyük ölçüde tüketim kanalıyla modernleşti. Çünkü tüketim kültürünün kendisi, gündelik hayatın modern olabileceği fikrine yaslanıyordu. Modernizme giden parlak yolun tüketim kanalından geçtiği fikri hakimiyetini ilan etmişti. Reklamlar insanlara evlerini, ulaşım araçlarını modernleştirmelerini tavsiye ediyordu. Dönemin araçları, evlerdeki elektrikli aletlerdi: buzdolabı, çamaşır makinesi, telefonlar ve otomobil... 1920 sonrası Avrupa ve Amerikan toplumunda tüketim mallarına kavuşma ile modernleşme arasında kurulan bağ, Türk toplumu için 1950'li yıllarla başladı, ama daha ziyade 1980 sonrası liberal ekonomi rüzgârıyla ivme kazandı.

20. yüzyıl başlarında Şişli'de bir apartman ile sembolize edilen modernliğin temsiline, aynı yüzyılın sonlarında ankastre mutfak ve içindeki elektronik aletler ilave oldu. Fakat bizim toplumumuzu farklı kılan husus, hem modernleşme sürecini hem de postmodern hayat tarzı çatışmalarını eşzamanlı olarak yaşamamızdı. Kentleşmeye paralel bir şekilde ev, araba, elektrikli aletler üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan modernleşmeye, hayatı üsluplaştıran "seçim, kimlik, özgürlük" gibi hususları da ihtiva eden hayat tarzı stratejileri eklendi.

Tükettiklerinden kurulan kimlik

Zaten bir süredir (Bourdieu-1984, Bauman-1997 ve Giddens-1991 ile birlikte) sosyolojideki tüketim sahası, fark, seçim, kimlik, zevk, hayat tarzı, özgürlük vb. fikirler eşliğinde ele alınıyor.

Çünkü insanlar, satın aldıkları nesneleri sadece kullanım değeri için almıyorlar, onlara başka bazı değerler atfediyorlar. Baudrillard "meta-gösterge" kavramlaştırmasıyla açıklıyor bu süreci. Yani tüketim ekonomisinde, kullanım değerinin yerini mübadele değeri alıyor. Mallar doğal kullanım değerleri nedeniyle değil, onlara atfedilen birtakım başka değerler nedeniyle kıymet arz ediyorlar. Ve esasında tüketilen şey, mallar değil, onların işaret ettiği göstergeler.

Yoksa Mike Featherstone'un da sorduğu üzere, bulaşık makinesi ve otomobil gibi "sıradan tüketim mallarına romantik bir sevda, arzu, güzellik, özgürlük, bilimsel ilerleme ve iyi hayat gibi imgelerin iliştirilme"sini başka türlü nasıl açıklayabiliriz?

Bir malı sıradanlıktan, mesela bir otomobili sadece bir otomobil, cep telefonunu sadece bir cep telefonu olmaktan çıkaran şey, tüketim kültürünün ona yüklediği bu saygınlık, prestij, özgünlük gibi imgeler. İşte bu imgelerle silahlanan tüketim kültürünün yeni kahramanları, hayat tarzını bir hayat projesi haline getiriyor; ve bir araya getirdikleri ürünlerin, giysilerin, pratiklerin, tecrübelerin, görünüşlerin ve bedensel özelliklerin farklılığında kendi bireyselliklerini ve üslup arayışlarını teşhir ediyorlar, diyor Featherstone.

Yani tüketim ile hayat tarzı arasında ciddi bir bağlantı söz konusu. İnsanlar kim oldukları sorusuna, nasıl bir hayat tarzına sahip oldukları üzerinden, nasıl bir hayat tarzına sahip oldukları sorusuna ise tükettikleri nesneler ve bu nesneler arasında kurdukları kombinasyon ve üslup üzerinden cevap veriyorlar artık.

Dindarların hayat tarzı ile imtihanı

1990'lı yıllar İslamcıların para-pul ile buluştuğu yıllar olarak kabul edilir genelde. Söz konusu yıllar, kamusal alanda dindarlıklarını bir şekilde görünür kılan kimselerin de tüketim ekonomisiyle irtibata geçtiği bir dönem oldu. O zamandan beri de ister İslamcılar ister dindar Müslümanlar deyin, bu kesim hem dindaşları hem de kendilerini laik olarak konumlandıranlar tarafından eleştiriye tabi tutuluyorlar. Beş yıldızlı otel iftarları, kadınlara özel havuzlu tatil beldeleri, tesettürlü kadınların şık ve marka giyinmesi, cip kullanması, bazı servet sahiplerinin her yıl hacca, umreye gitmesi... Bu listeye daha pek çok şey ilave edilebilir.

Bütün bu davranış, tavır ve uygulamaları tüketim ve israf üzerinden bir eleştiriye tabi tutmak mümkün. Ama bu muhasebeyi kişinin kendisi için yapmasını engelleyen birtakım gerilim alanları var toplumumuzda. Çünkü Türkiye'deki laik-şeriatçı kutuplaşması ne zaman yoğunlaşsa, kendini laik gruba ait hissedenler, bu uygulamaları samimiyet sınavında kırık not için gerekçe olarak kullanmaya tevessül ediyor.

Kimi "Gerçekten samimi Müslüman olsalar bu kadar israfa batarlar mı?" şeklinde bir eleştiri getiriyor. Kimi dinî alana müdahale ettiğinin farkına varmadan içtihatlar ortaya koyuyor. Mesela hac yerine sadaka öneriyor. Ya da tesettürlü kadını derviş gibi bir hayata teşvik ettiğini zannederek, birkaç yüzyıl öncesinin toplumsal şartlarına geri gönderiyor.

Bu eleştiriler, karşı savlarını da doğuruyor. Dindarlarla sekülerler arasındaki sınıfsal fark çok vurgulandığından "Müslümanlar her şeyin en iyisine layıktır" şeklindeki görüş, kendisine geniş bir yer buluyor. "Bir lokma bir hırka" şeklindeki ideal kod, modernleşme önünde bir engel olarak görülebiliyor. Böylece tüketimin her şekli sorgusuz sualsiz meşrulaştırılmış oluyor ve israf ve kanaat gibi kavramlar, dünyayı ahirete bağlayan süreçte terbiyevi imkânlarıyla birlikte hayatımızdan çekiliyor. Eric Fromm'un 'olmak ya da sahip olmak' şeklinde formüle ettiği modern insanın gerilimine, bütün dinler 'olmak' üzerinden cevap verirler. Böyle olunca şükreden zengin de sabreden fakir de 'olmak', yani manevi yükseliş açısından adil bir düzlemdedir. Fakat bugün zaman ve mekân algımızı değiştiren, bu nedenle de manevi derinleşmeyi zorlaştıran bir teknolojiyle muhatabız. Her şeyi çokluk ve büyüklük üzerinden değerlendiren, kişiyi bugüne ve âna kilitleyen bir tüketim sarmalının içinde yaşıyoruz. Teknoloji ve tüketim durumu yeterince karmaşıklaştırmışken,kimlikler üzerinden kurgulanan çatışma, dindarların tüketim karşısındaki sınavlarını daha da zorlaştırıyor.

Bir tarafta kapitalist tüketim ekonomisinin tüketiciden bekledikleri ile dinin bir müminden iktisadi alanda beklediklerinin telif edilebileceğini iddia edenler var. Diğer tarafta ise içinde yaşadığımız ortamdan hiç etkilenmeden fanustaymışçasına dinimizi tecrübe edebileceğimiz zannına kapılanlar. Ve bu ikisinin söylemleri birbirine karışmış durumda.

İnsan bir zaman ve bir mekân içre doğar. Zaman ve mekânla, beden ve ölümlülükle sınırlı bir varlıktır insan. "Ben yeryüzünde bir insan yaratacağım" iradesinin sonucu olan insanın varlık macerası, cennette başladı. Ama bu hikâyenin yeryüzünde devam etmesi takdir edilmişti. Bu sebeple Müslümanlar, dünyanın bir gurbet olduğuna inanırlar. Yirminci yüzyılın düşünürlerinden Ortega y Gasset bu varoluş acısını şöyle ifade eder: "Yaşamak bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır. İnsan ancak burada ve şimdi yaşar."

Bu nedenle şimdiyi ve burayı anlamak önemlidir. Bugün gündelik hayatı şekillendiren unsurları anlamak için ihtiyaç duyduğumuz çerçeveyi, tüketim kültürü ve hayat tarzı stratejileri belirliyor. Bu sebeple tüketim kültürünün, kimlik çatışmalarının, hayat tarzı stratejilerinin bir çerçeve olarak belirleyiciliğini idrak etmeksizin, ilm-i halimizi tam olarak kavramamız mümkün olmaz.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT