1. YAZARLAR

  2. Leyla İpekçi

  3. Taş atan çocuklardan önce, açlık grevinden sonra
Leyla İpekçi

Leyla İpekçi

Yazarın Tüm Yazıları >

Taş atan çocuklardan önce, açlık grevinden sonra

05 Mayıs 2009 Salı 21:42A+A-

DTP’lilerin açlık grevindeki fotoğraflarına baktım dünkü gazetelerde. Birçok parti yöneticisinin tutuklandığı operasyonlara tepki amacıyla binlerce kişi biraraya gelmişti Diyarbakır’da. İki günlük bu eyleme DTP’li milletvekili ve yöneticiler de destek veriyordu.

Onların birarada oturduğu bir fotoğrafa takıldım. Kimi zaman AKP karşıtı siyaset üretebilmek için son derece kışkırtıcı söylemlere de başvurabilen –nihayetinde politikacı hepsi- bu insanlar, takım ceketleriyle, boyunlarında kırmızı kurdeleleri ve ellerindeki kırmızı güllerle bir kez daha eylemlerden bir eylem gerçekleştiriyorlardı.

Kızdığım, katılmadığım birçok yöntemleri vardı. Ama anladığım, hatta daha çok anlarsam daha da iyi kavrayacağımı da sandığım birçok yönleri ve yaklaşımları da vardı kuşkusuz. Mazlumiyetin dilini konuşmak ve gasp edilen haklarını aramanın yolunu, hükmedenin diline başvurmadan bulmaya çalışmak kimse için kolay değildi.

DTP’lilerin fotoğrafına bakarken, hemen hepsinin yüzünde gördüğüm bir ifadeye bakakaldım. Burada ama sanki burada değil gibiydiler. Belki açlıktan şekerleri düşmüştü denilebilir. Ama sadece bu değildi. Zamanın geçişi, anların sonsuzlukla olan ilişkisi kuşatmıştı yüzlerini. Daha kaç kuşak böyle geçecekti?

O vakit, onların çocukluk yüzlerini tahayyül etmeye çalıştım. Güneydoğu’nun çeşitli kasaba, köy ve mezralarında bir ay boyunca yaşı on ile on iki - on üç arasında değişen çocuklarla birlikte dolaşmıştık aylar önce. O günlere götürdü bu açlık grevi fotoğrafı beni.

Çocukların hiçbirinin ağzından kendisine ısrarla sorulmadan önce Kürt olduğuna dair bir cümle, bir kelime, bir ima çıkmıyordu. Kimi “biz İslamız abla” diyordu. Kimi “babamız bilir” diyordu. Ama çoğu söz birliği etmişçesine aynı kalıbı tekrarlıyordu: “TC vatandaşıyız.”

O günlerde ne asit kuyularının sözü ediliyordu daha, ne de kayıp annelerinin yeniden oturma eylemi başlamıştı İstanbul’da. Çocuklar panzere taş atmamış, ağır hapis istemiyle yargılanmak üzere cezaevine konulmamışlardı. Ama panzerin ezdiği bir çocuk uluorta can vermişti.

Yanımızda bu yanıta kulak misafiri olan bir diğer ‘Batılı’ ziyaretçi kendini alamayıp şöyle dedi: “Bir bakıma sevinmek gerek. TC üst kimliği burada da kabul görmüş işte.”

Evet, elbette demiştim. Yol boyunca geçtiğimiz dağlarda, tepelerde bütün çevreye hâkim bir biçimde yazılmış “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarının burada doğup büyümüş, henüz ‘terör’ yapacak yaşa ulaşmamış, hapse girmemiş, dayak yememiş bu ilk ergenliğindeki çocukların algısına nasıl etki ettiğini gözlemeye çalışmıştım.

Bu yazılar orada yokmuş gibi davranıyorlardı mesela. Okuma yazma bilmiyormuş gibi. Türkçe anlamazmış gibi davranıyorlardı bazen de. (En azından bizlere karşı böyleydi.) “Kürtçe yer isimlerinin iade edilmesi ve bölgede Türk milliyetçiliğini öne çıkaran sloganların silinmesi” gündeme gelmemişti daha.

***

Güneydoğu’daki büyükçe bir kentin bir ilçesinde, sokakta yürürken bir oğlan yanıma yaklaşıp şarkı söylemeye başladı. Yedi-sekiz yaşlarında olmalıydı. Tartı ile dolaşan, mendil veya çiklet satan çocuklardan farklı olarak güzel sesini pazarlamaya çalışıyordu. Para vermem gerektiğini fark ettim. Ama onun yerine konuşmaya başladık onunla.

Havadan sudan, bir abla kardeş gibi konuştuk. Benim ona ciddiyetle yönelttiğim sorulara büyük insan gibi cevaplar verdi uzun uzun. Bir gece önce onların mahallesinde kavga çıkmış. İki oğlan birbirini dövmüş, hastanelik olmuşlar. Kavgasız bir gün yoktur burada dedi, yetişkin birinin ağzıyla.

Tam bu sırada başka oğlanlar sardı etrafımızı. Ona para verdiğimi sanıp kendileri de para istemeye başladılar hep bir ağızdan. Bu sefer, beni onların kötü emellerinden koruması gerektiğini düşünen arkadaşım, Kürtçe bir şeyler söyledi. Bir saniye içinde tartışma çıktı.

Oğlanları ayırmıştım ayırmasına, ama bu sefer de etraftaki esnaf, bana zarar verdiklerini düşünüp hepsini birden kovalayarak yanımdan uzaklaştırmayı kendilerine borç bildiler.

Sonra birlikte meyve suyu içtik bu güzel sesli arkadaşımla. O kadar gururluydu ki, meyve suyunu içerken karşımıza oturmak istemiyordu. Biz otururken ayakta durmayı yeğliyordu. Onu zorla oturttuk. Biraz daha konuştuk. Gözleri dolu dolu olmuştu.

DTP’lilerin açlık grevi fotoğrafına baktığımda güzel sesli arkadaşımı bir kez daha düşündüm. Tanıklıkların sahici dili siyasetin dilinden çok daha yakıcıydı. Yıllar, vakitler, saatler ve anlar birbirine girdi. Daha böyle nereye kadar...

TARAF

YAZIYA YORUM KAT