1. YAZARLAR

  2. Alper Görmüş

  3. Taş atan çocuklar ve CHP
Alper Görmüş

Alper Görmüş

Yazarın Tüm Yazıları >

Taş atan çocuklar ve CHP

09 Şubat 2010 Salı 15:11A+A-

Tekel işçilerinin eylemleriyle iktidarı geriletmeleri ve kısmen de olsa sonuç almaları (şimdilik kısmen; belki daha fazlasını da alacaklar), itirazın ve muhalefetin etkili birer siyasi araç olduğunu hepimize bir kez daha gösterdi.

Fakat her muhalefet başarısı, bizzat o muhalefeti taşıyanların hanesine yazılır. Örneğimizde, hanesine “başarılı” yazılanlar, tekel işçileri ve onların sendikaları oldu.

Ülkemizin ana muhalefet partisinin, bütün eklemlenme çabalarına karşın direnişten fazla bir kazanç elde edememesinin nedeni, bu...

Fakat Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) önünde, başarısını doğrudan hanesine yazdırabileceği muazzam bir muhalefet imkânı duruyor: Taş atan çocukların haklarına, hukuklarına, çocukluklarına sahip çıkmak...

Sorunu biliyorsunuz, ama tekrarın önemine inanan bir gazeteci olarak bir daha hatırlatayım... İzninizle işin kolayına kaçacak, Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’nın (ÇİAÇ) en çalışkan üyesi Mehmet Atak’ın, çocuklar için bir şarkı besteleyen Nazan Öncel’den bir randevu almak ve onu bilgilendirmek için yazdığı kısa özeti buraya alacağım:

“CİAÇ farklı mesleklerden, farklı kesimlerden yedi bin civarında çağrıcısı olan, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) Mağduru Çocuklar olgusu çerçevesinde vicdani bazda biraraya gelmiş insanlardan müteşekkil bir kampanya beraberliği.

2006 senesinde değiştirilen TMK sebebiyle bugün TC’de 31 ilde (sadece Doğu’da değil İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da, Antalya’da, Bursa’da vd.) dört bine yaklaşan rakamda çocuk yetişkin koşullarında gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, yargılanıyor, ceza alıyor, hapsediliyor. 16 yaşında 90 seneye varan cezalar alanlar var. Mevcut kanuni düzenlemede örgüt üyesi bir yetişkin ya da cinayet işleyen bir çocuk bu çocuklardan daha az ceza alıyor. Bu çocuklar işkenceye-kötü muameleye maruz kalıyor, bazıları yetişkinlerle aynı koğuşlarda kalıyor, sağlık, eğitim vb. hakları gasp ediliyor (özellikle Doğu’dakilerin çoğu Fen, Anadolu Lisesi öğrencileri).

Bu çocukların yüzde 57’sinin dosyasında hiçbir somut delil yok, eylemlerden değil, evlerinden, okullarından alınan, asker ve polisin afakî ifadesi delil kabul edilerek yargılanan, ceza alan çocuklar. Yaşları 12-18 arası.”

İşte böyle bir tablo... Tek tek somut hikâyeler ortaya çıktıkça (15 yaşındaki Berivan’ın hikâyesini hatırlayın) “ne bu ya” dedirten, toplumdaki her kesimin desteğini almaya aday bir muhalefet imkânı...

CHP, Güneydoğu’da silinmiş bir parti, oralarda miting bile yapamıyor. En son “Dersim” kriziyle bir darbe daha yedi.

Peki, böyle bir partinin, bıraktık insani duyguları falan, böyle bir muhalefet imkânından yararlanmamasını, konuyu sahiplenmemesini, hükümeti sıkıştırmamasını izah edebilir misiniz?

Bunu yapmadıklarına göre vardır bir izahı ama, benim aklıma gerçekten de hiçbir şey gelmiyor.

------------------


İlhan abi, şunlara bi’şey söyle ya!

Bir ay önce, 8 ocakta, İlhan Selçuk’un hastane odasında Hikmet Çetinkaya’ya söylediği, onun da köşesinde kayda geçirdiği “Bu ülkeye şeriat-meriat gelmez artık” tesbitinden yola çıkarak bir soru sormuştum: “‘Sivil darbe’, ‘şeriat tehlikesi’ni ikame edebilir mi?”

Sorunun açılımı da şöyleydi:

“İlhan Selçuk’un tesbiti bir ihtiyacı da beraberinde getiriyor: Şeriat tehlikesi yoksa, şimdiye kadar bu ‘tehlike’ye dayandırılan korkularla mobilize edilen geniş ‘laik-kentli-çağdaş’ kitleler nasıl, hangi araç ve korkularla mobilize edilecek? Benim algılamama göre, ‘sivil darbe’, ‘şeriat tehlikesi’nin yerine en şanslı aday gibi görünüyor. Yaygın kullanımına bakarak, yeni korkutma adayının kullanım değerinin hiç de düşük olmadığını söyleyebiliriz. Fakat kanımca, ‘sivil darbe tehlikesi’nin kitleleri mobilize etme gücü, ‘şeriat tehlikesi’ kadar yüksek değil. Çünkü bu durumda ‘laik-kentli-çağdaş’ kitlelerin ‘hayat tarzları’nın tehlikede olduğu (ki onları asıl harekete geçiren şey budur) öne sürülemeyecektir.”

Bu yazıdan hemen sonra öyle bir “sivil darbe” rüzgârı estirildi ki, “şeriat tehlikesi” sakızını çiğnemekten yorulsalar da bunu bir türlü itiraf edemeyenler büyük bir umuda kapıldılar, yeni korku nesnelerine dört elle sarıldılar. Fakat rüzgâr çabuk dindi. Hemen ardından da “balyoz” gelince, işin tadı iyice kaçtı.

Peki, bu bir ayda İlhan Selçuk’un “şok” tesbitine nasıl tepkiler geldi? Hiçbir tepki gelmedi. Ekmeklerinin büyük bölümünü buradan çıkaran köşe sahipleri derin bir sessizliğe büründü. Sanki hepsinin en mühim yazarlık sermayesi, bizzat bu işin kurucu babası tarafından bir anda çer-çöp haline getirilmemiş gibi...

Kızan, sinirlenen, eleştiren de olmadı. Koca İlhan Selçuk’un yaşlılığına verilmiş gibi bir durum çıktı ortaya.

Ben onlara hak veriyorum doğrusu... İpliği ne kadar pazara çıkmış olursa olsun, malzeme malzemedir; hele ki yerine koyacak başka bir şeyin yoksa!

Zaten İlhan Selçuk da bir daha girmedi bu “tehlikeli” konuya... Bilmiyorum, belki bu arada birileri konuyla ilgili olarak yazmak yerine hastane ziyaretlerini ve konuşmayı tercih etmişlerdir...

---------------


Dink cinayetinde de mi “tuğla” sendromu

“Hanımefendi, kocanızı (Uğur Mumcu) devlet öldürtmüştür. O nedenle ancak devlet isterse çözülebilir...”

“Hanımefendi, bu bir duvar; alttan bir tuğla çekilirse yıkılır, benden bunu beklemeyin...”

Cinayeti çözmekle görevli savcı ve cinayet sırasındaki emniyet genel müdürü tarafından bizzat maktulün eşine (Güldal Mumcu) söylenmemiş olsaydı, kim inanırdı bu sözlere?

Hrant Dink’in katledilmesiyle ile ilgili olarak yürütülen dava ve soruşturmalar, giderek daha fazla “duvardaki tuğla”nın çekilmemesi için yürütülen bir mücadele biçimine bürünüyor.

İçişleri Bakanlığı’nın, 19 polisle ilgili olarak, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun raporuna ve Başbakan’ın “soruşturulsunlar” emrine rağmen aklanması, bu yönde çok derin bir şaibe yaratmış durumda.

Önce olan bitenin kısa bir özetini vereyim...

Biliyorsunuz, Dink ailesi ve ailenin avukatları, soruşturmanın başından bu yana, aralarında çok üst düzey görevlilerin de olduğu bazı polislerin kusurlarına, ihmallerine işaret ediyor. Ailenin bu yöndeki çabaları sonuçsuz kalınca, yani polislerle ilgili soruşturmalar “aklanma”yla sonuçlanınca, Rakel Dink Başbakanlık’a başvurmuştu. Başbakanlık Teftiş Kurulu (BTK) müfettişleri, incelemeleri sonucunda 19 polisi ihmalle suçlamış, bu yönde rapor düzenlemişti. Başbakan Erdoğan da, aralarında eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanları Sabri Uzun, Ramazan Akyürek ve eski Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ın da bulunduğu 19 polis hakkında disiplin işlemi yapılması istemişti.

Sözünü ettiğim İçişleri Bakanlığı raporu, işte bu talep üzerine yürütülen soruşturmanın sonuç raporu... Raporda, BTK müfettişlerinin “ihmal” olarak değerlendirdiği her nokta tek tek ele alınıyor ve müfettişlerin yanıldıkları belirtiliyor.

Benim anlamadığım ve buradan derin bir şaibe ürer dediğim nokta şu: İki kurul, ortada objektif kriterler varken nasıl baştan ayağa farklı iki rapor kaleme alabiliyor?

“Soruşturma” emri verdiğine göre, iddiaların ciddiyetine Başbakan da inanmış demektir. Peki şimdi, onların hiçbirinin “ciddi olmadığı” iddiası karşısında ne yapacak?

Hiç kendimizi kandırmayalım: Bu mesele böyle kapanırsa, kamuoyunda oluşacak algı “demek orada kilit taşına benzer bir tuğla var, çekilirse duvar yıkılacağı için ‘şaibe yaratır’a falan hiç bakmadan meseleyi kapatıyorlar” olur, başka da bir şey olmaz.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT