1. YAZARLAR

  2. Sibel Eraslan

  3. Rencide edici “su” kavgası...
Sibel Eraslan

Sibel Eraslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Rencide edici “su” kavgası...

03 Kasım 2010 Çarşamba 14:30A+A-

Biz bu terbiyeyle büyüdük; “su küçüğün, söz büyüğün”, kendini tutmak öğretildi bize... Rahmetli büyükannelerimizin sofra vasiyeti de böyleydi, önce küçükler, misafirler, hastalar yer içerdi, kedilerden kuşlara hatta kurtlardan karıncaların payına kadar, herkese yer açılırdı geleneksel sofra terbiyemizde... Bu sene, yaz mevsimi çok kızgın geçti İstanbul’da, Valilik sokaklardaki kuşlar ve kediler için pencere ve kapı önlerine su dolu kaplar bırakılmasını teklif dahi etmişti. Şehirleşmeyle birlikte yerüstünden akan akarsularının çoğunu kaybettik, modern şehircilik anlayışı gereği çeşme kültüründen uzaklaşmış toplu konut algısı, çevre hakları konusunda bizi oldukça totaliter bir konuma getirdi. Sadece söz değil, su da büyüğün, hatta ancak güçlü olan büyüklerin kontrolüne geçti...
Muharrem Ayına yaklaştıkça, kederli hatıralar, gözyaşı ve susuzluktan yarılmış gönüller yeniden gündemimize taşınıyor... Hz. Hüseyin ve ehline çok görülmüş suyun hikayesi, bizleri yeniden kendine çekiyor. Kerbela’da kıstırılmış Evlad-ı Resul’ün susuz bırakılışı, suya uzanan avuçlarından, dudaklarından hançerlenerek katledilmeleri, halen zihinlerimizde baş edemediğimiz bir soykırım travması olarak yaşıyor... Su hadisesi, Kerbela’nın ana bahislerindendir, ahlakın ve hukukun konusudur... Harp etmenin bile onur kurallarına bağlı olduğunu söyleyen bir Peygamberin ümmetiyiz; “suyla boğarak, ateşle yakarak harp olmaz” düsturunu belki çoğumuz unuttuk ama hâlâ unutmayanlarımız var şükür... Nitekim İran’daki nükleer çalışmalara yönelik en büyük otokontrol, zannedildiği gibi ABD ya da NATO üzerinden değil, bu konuda dini hassasiyetlerini defaatle dile getiren ulemadan çıkıyor... Çevre hukuku, belki bugün için oldukça naif, güçsüz, kırılgan bir ses üzerinden dillendiriliyor, ama ihtiyar gezegenimizin kaderi, üzerinde pek de durmadığımız bu hukuku ister istemez gündemimize sokuyor işte... Bozulan klimatif denge, yok olan akarsu kaynakları, yıkılmaya ramak kalmış doğal çevrim ve türler arası organik bağ zinciri gibi konular, sanki ilkokul çocuklarına has ev ödevi konularıdır...
Ne yazık ki her seferinde aynısı oluyor: Ne zaman çevre hukuku ile teknolojik gelişim konuları karşı karşıya gelse, biz meselenin özünü daha hissedemeden, kuruluyor politik kamplaşma düzenekleri... Yine ne yazık ki çevre hassasiyeti her zaman muhalefetin ya da garip gurebanın diline, teknolojik gelişim retoriği ise iktidardaki partilerin, müteaahitlerin hanesine işleniyor... Karadeniz’deki HES, hidroelektrik santralları üzerinden serinkanlılıkla yapılması gereken tartışmalar, bir gazeteciyle (O.E) Başbakan arasındaki gönül kırıcı polemiğe dönüşünce, ne su hakkı, ne de söz hakkı kalıyor geriye... Güya çevre hukukundan bahsedecek gazeteci, öyle galiz ve saldırgan bir öfkeyle ve konuyla alakasız biçimde, anne hakkı üzerinden dalıyor ki işin içine... Bize, değil çevre hukukundan, suya dair geleneksel birikimimizden, kurdun kuşun ağacın hakkından söz açmak... Susmak ve sinmekten başka kapı kalmıyor... Şimdi bu öfkeli gazetecinin yüzünden İkizdere’ye üç değil üç yüz hidroelektrik santral dikilse, hangimizde gık çıkaracak takat kaldı?
Tabiatı kontrol etme, hükmetme, planlama ve gelişim teknolojileri konusunda insanlık öylesine kibirli bir kariyer elde etti ki; fıtrat dediğimiz doğal ahenk ciddi bir imha süreci geçiriyor. Akan suyu, çeşmeler aracılığıyla şehirlere taksim ederken bile uzun felsefi, dini tartışmalar yaşamış bir medeniyetin çocuğuyuz oysa... Çeşmenin küçük mü büyük mü yapılması gerektiği, kurnalar aracılığıyla suyu kapamak ve açmak hadisesinin kul kısmını kibre ve gurura kaptırıp kaptırmayacağı gibi ince işler, ciddi yazışmalara, tartışmalara konu olmuş geçmişte... Şimdiki neslin ve özellikle müteahhitlerin gülüp geçeceği hatta derhal kovalayacağı garip şeyler gibi gözükse de... Bu, bir terbiye meselesidir... Su, Allah’ın insanlara ikram ettiği büyük bir nimettir. Su, hayattır. Su üzerinden her konuşmayı milli zenginliğe, dövize, kalkınmaya endeksleyenler, suyun üzerinden mülkiyet iddiası inşa ettiklerini farkındalar mı? Suyun özelleştirilmesi ne demektir? Gömlek dikip satmayı, inşaat yapıp satmayı anlıyorum da, parasını bastırıp Allah’ın akarsuyunu mülk edinmeyi anlayamıyorum...
Bize su ikram edene “sular kadar aziz ol” diyerek dua ederiz. Oysa güya kıdemli gazeteci (O.E) ne yaptı, ayağının altına cennet serili anneleri rencide etmeye kalkarak, su tasını da kırdı, söz yolunu da kapattı... Nasip dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Suyun nasibinin kapanmasından ürkecek kimse kalmadı aramızda. Ah Aziz, Ah Allah...

YENİ AKİT

YAZIYA YORUM KAT