1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. Öksüz Çocuklar Galerisi: Teyelleyen Anılar
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Öksüz Çocuklar Galerisi: Teyelleyen Anılar

24 Nisan 2008 Perşembe 00:16A+A-

Anı kitapları ve günlükler, son dönemde okurların oldukça ilgisini çekiyor. Ülkemizde 90’lı yıllarda başlayan nostalji tutkusu eskiye ilişkin ne varsa kıymete bindirdi. Yaşamın her karesinde ‘eski’yi görmek mümkün. Bu süreç, hiç kuşkusuz, en çok anı kitaplarının işine yaradı. Anı yazma geleneği bulunmayan ülkemizde son zamanlarda giderek artan sayıda anı kitabı, toplumumuzun tarihî ve sosyal yaşamının aydınlanmasına katkı sağlıyor. Bir yandan  geçmişte yaşamış kimi edebiyatçı, siyasetçi, felsefeci, sanatçıların anıları, günlükleri bugün bir bir gün yüzüne çıkıyor. Öte yandan yaşayan yazarlar da  anılarını ve günlüklerini yayımlayarak yaşadıkları döneme ayna tutuyorlar.

Nurettin Durman’ı ne zaman tanıdığımı daha doğrusu bilmeye başladığımı düşününce aklıma ilk geliveren şey post modern kapatılma akabinde Metin Önal Mengüşoğlu editörlüğünde hazırlanan ve belki de camiamızın en nitelikli şiir dizilerinden biri olmayı fazlasıyla hak eden Beyan yayınlarının şiir dizisi içinde yer alan Hoşçakal Hüzünbaz Çocuk adlı küçümen şiir kitabıdır. Ardından yine post modern kapatılmanın edebiyat dünyasındaki nabzını tutmayı deneyen ilk metinlerden biri olması bakımından hayli önemsediğim Postmodern Darbe ve Edebiyat başlıklı yazısı gelir. Onun şiirinin yaşla sınırlanamayan kendi kuşağının şairleri arasındaki yeri hakkında bir değerlendirmesinin yapılması durumunda çok farklı kanaatler belirebilir. İlk zamanlar hiçbir yerde şiirleri yayınlanmayan Durman “Bıktım artık, vazgeçeyim ben şiirden” dediği bir gün İsmet Özel, şiirlerine bakıp, “Sade ve anlaşılır yazıyorsun, hayret, neden yayınlamıyorlar?” der. Şiir serüveninin nereden başlayıp,  şiirinin ne dediğine, nereye yöneldiğine bakılarak yapılacak bu değerlendirmeler için bir tür ilk kıvılcım olan Vural Kaya’nın şu değerlendirmelerini hatırlamak gerekecektir:“Nurettin Durman şiiri belli bir dinginliğe ulaşmış, söyleme rahatlığı elde etmeye başlamış bir şairin metinleri olarak okuru yormuyor. Özlem ve anılara sığınma eğilimine sahip çok yerde.” İşte onun şiiri ile düzyazısının birleştiği ortak izlek özlem ve anılardır.

Öksüz Çocuklar Galerisi’nde Nurettin Durman edebiyatımızın 1970'lerden özellikle de seksenlerden sonraki ‘derinleşme dönemi'nin göz önünde tutulması gereken tanıkları arasında ilk akla gelenlerden biri olduğunu kanıtlamış oldu. Kitapla ilgili pek çok değerlendirme yapıldı. Eserin yaşantı birikimine yapılan vurgular atlanmayacak kertede önemli. Onun kendi şairleri ve arkadaşları üstüne tutkuyla yazdığı yazılar edebiyatımızın yazılamamış tarihini kayıt altına alan nitelikli ama eksik yazılar arasında öncelikle anılacaktır kuşkusuz. Tek tek şairler üstüne yoğunlaşan yazılı hatırlamaların hatta genel olarak bu hatırlamaların sosyal tarihimizin sözellikle içli dışlı oluşu da hatırlandığında bu anıların önemi bir kez daha ortaya çıkar ve onun öncelikle edebiyat bağlamında bir şahit yazar olarak alınması gereği de su götürmez.  Öksüz Çocuklar Galerisi’nde genel olarak anı türündeki yazılar/kitaplar anımsandığında hayli eksikliğin olduğu da su götürmez bir başka gerçektir. Bunun yazarın kendine has  'bakış açısı'nın bir sonucu olduğunu hatırlatarak deneme ile hatıra zaman zaman da portre ve günce yazma çabasının ürünü olan bu yazılar toplamına anı edebiyatı çerçevesinde okumayı denediğimizde hayli ‘sorunlu’ bir eserle karşılaştığımızı da ifade etmek isterim. Zaman zaman anı yazarlığından sıyrılıp, kendi iç dünyasını ve yaşadıklarını hatıra türünün olanaklarını zorlarcasına denemesel bir biçimde anlatır. Burada kısaca anı türüne değinmekte yarar görüyorum.

Edebî bir tür olarak anı, bir kişinin aklının erdiği dönemden itibaren görüp yaşadığı, kendisi ve toplum için önemli gördüğü olayları ve durumları belli bir sistem içinde yazıya döktüğü, genellikle, otobiyografik metinlerdir. Anıları otobiyografi ve günlüklerle bir tutamayız. Bu iki türle benzerlikleri olmasına karşın anı bu iki türden tamamen farklı bir yerde durur. Otobiyografi kişinin yalnızca kendisiyle ilgili bilgileri verirken anı, hem bireysel hem de sosyal anlamda bilgi içerir. Günlük ise yazarın, sıcağı sıcağına o günün olay, yaşantı ve düşüncelerini aktarır. Anı yazarı, tarih olmuş eski zamanların olaylarını belleğe ya da belgelere dayalı olarak ortaya koyar. Türkçe’de anı yazma geleneği, Tanzimat döneminde, kimi devlet adamlarında batıdaki meslektaşlarına olan özentisiyle başlamış ve giderek günümüze kadar gelmiştir. Anılar konuları itibariyle genellikle siyasî ve edebi olmak üzere iki kategoride değerlendirilmektedir. Bunlar kesin sınırlandırmalar değildir elbette. Bir edebi anı kitabında siyasi anılar da olabilmektedir. Kimi anı kitapları da toplum içinde belli özellikleriyle seçilmiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Halit Fahri Ozansoy’un Edebiyatçılarımız Geçiyor’u (1939), Yahya Kemal Beyatlı’nın Siyasî ve Edebî Portreler (1968); Yusuf Ziya Ortaç Portreler’i (1960); Hakkı Süha Sezgin’in Edebî Portreler’i (1997); Beşir Ayvazoğlu’nun Defterimde 40 Suret’i (1996)… gibi. Peki Öksüz Çocuklar Galerisi andığımız bu edebi anılar içinde nereye oturmaktadır? Hem hepsine hem de hiçbirine diye cevap vermek mümkün bu soruya. Çünkü portre tadı taşıyan bölümler var kitapta.Örneğin Cahit Zarifoğlu ile ilgili yazılanlar böyle.Burada hemen şunu da belirtelim  henüz başı bağlanmış bir kitap değil Öksüz Çocuklar Galerisi.İleride bu kitaba gireceğini düşündüğüm yazılar yazmaya devam ediyor Nurettin Durman.Bir Nokta dergisinin  yetmiş dördüncü sayısında yer alan Beylerbeyi’ne Uğrayan Şairler-Yazarlar başlıklı yazının omurgasını oluşturan Sıddık Ertaş değerlendirmesi de portre tadında/türünde bir yazı.Yine Yedi İklim dergisinde yayımlanan Erdem Bayazıt yazısı da aynı kapsamda görülebilecek bir başka yazı.Kitapta günlükten alıntılanmış sayfalar var.Anlatıcının  İstanbul’a gelişi, şiirlerini yayınlatmak için ortaysa koyduğu çaba ve utangaçlığı ise anı türünün özelliklerini taşıyan bölümlere örnek olarak verilebilir: “Yıllarca dostlarımın, tanıdıklarımın, yakınımda olanların, çok samimi müşterilerimin haberi olmadı benim şiir yazdığımdan. Zaten temelde utangaç biriydim gençken. İlk gençlik yıllarımda öyle bir şeyi ifşa etmek çok zor geliyordu bana.”

 Nurettin Durman’ın adım adım hüzünle ve iyi niyetle yoğrulmuş hayat anlayışıyla uyumlu anı yazılarına  geçmeden önce genel olarak anı edebiyatının zorluğuna değinen Emma Goldman’ın Hayatımı Yaşarken adını taşıyan anılarının girişinde yer alan şu ifadelere dikkat kesilmek kaçınılmazdır: “ Anılarımı yazmam konusunda çevremden gelen ısrarlar daha hayata henüz adım atmışken başlamış ve yıllarca sürmüştü. Ne var ki ben o zamanlar bu ısrarları hiç önemsemedim. Hayatımı doludizgin yaşarken yazmaya ne gerek vardı? Ayak dirememin bir başka nedeni de, fırtınanın orta yerindeyken yazmanın doğru olmayacağı düşüncesinde olmamdı. Arkadaşlarıma, "Değerli bir hayat hikâyesi ancak hayattaki trajedilerin de, komedilerin de tarafsız ve hiçbir şeye –özellikle de kişinin kendi hayatına– bağlı olmaksızın görülebildiği olgun bir yaşa erişildiğinde yazılabilir," diyordum. İlerleyen yaşıma rağmen kendimi hâlâ genç hissettiğimden, böyle bir işi yüklenmek için kendimi yeterli görmüyordum. Üstelik bu yoğunluktaki bir çalışma için gerekli zamanı bulmak da kolay değildi benim için.(…) Yazmak hiçbir zaman kolay gelmemiştir bana; üstelik kalkıştığım iş sadece yazmaktan ibaret de değildi. Uzun zamandır unutulmuş geçmişimi yeniden yaşamak, hatırlamak istemediğim anıları bilinçaltının derinliklerinden kazıp çıkartmak demekti bu. Yaratıcı yeteneğimden duyduğum kuşkular, bunalımlar, hayal kırıklıkları demekti.(…) Yaşadığım hayatı her şeyiyle, ister kısa, ister uzun süre bu hayata katılmış, sonra da çıkıp gitmiş olan insanlara borçluyum. Sevgileri kadar nefretleri de hayatımı yaşanası kıldı.”

Nurettin Durman’ın yazdığı yazılar yaşadığı çağı ve edebiyat dünyasının geçirdiği değişimi yazınsal-düşünsel düzeyde anlama ve derinleştirme çabasının da ürünü aynı zamanda. İrili ufaklı birçok dergiye şiir ve mektup gönderen Nurettin Durman dergiciliği ‘çok hoş ve güzel bir zanaat’  dergileri ise Cemil Meriç gibi “hür tefekkürün kalesi” olarak görmektedir. Aylık Dergi, Kardelen, Düşçınarı kısmen Mavera ile ilgili değerlendirmelerini aktaran yazarın edebiyat dergileri dışındaki iletişim araçları ile ilgili değerlendirmeleri anılarda hiç yer almamış. Durman’ın Aylık Dergi ile ilgili değerlendirmelerini aktarmak istiyorum burada: “Edebiyat dünyamızda Aylık Dergi’nin apayrı bir yeri vardır. Değişik bir jargonu vardı. Diri, dinamik bir dergiydi. Benzer ve benzer olmayanlar kategorisinde benzer olmayanlar daha çoğunluktaydı denilebilir. Bize büyük bir desteği vardı derginin. Aykırı duruşuyla da kendini belli ediyordu zaten. Orada yazanlarda da vardı sanki bu eğilim. Kendi özlerinden mi geliyordu bu yoksa dergiden mi sirayet ediyordu, doğrusu bunu ortaya çıkaracak bir çalışma da yapılmadı bu güne kadar. Bu tür bir algılamayı bazı değerli yazar arkadaşlarımız yıllar sonra bir nebze çıtlattılarsa da yeterli sayılmadı. Gerekçe şuydu; çok rijit, dışlanmış bir dergide yazmanın faydası olmadı. O süreçte yanlış okumalar yaptık!.. Bu ve benzeri yakınmalara şahsen katılmadığımı bir defa daha söylemek isterim. Şöyle bir soru sorulabilirdi pekâlâ: Okumak istediniz de size engel mi olundu?.. Hiç sanmıyorum. Aylık Dergi’nin hayata sahici bir bakışı mevcuttu elbet. Metin Önal Mengüşoğlu, Necati Polat, Sıtkı Caney, Ahmet Kekeç, Mehmet Ay, Murat Kapkıner, Süleyman Çelik, Arif Dülger, Berna Yiğitcan, Nurettin Durman ve daha bir çok değerli imza Aylık Dergi’de yazıyordu. On yıllık bir yayın hayatından sonra kendini kapatmış oldu Aylık Dergi.” Bu arada Aylık Dergi ile ilgili en yetkin değerlendirmenin Haksöz dergisinin 112.sayısında yayımlanan Hamza Türkmen’in kaleme aldığı “Sanat’ta Kur’an Merkezli Bilinçlenme Arayışı Aylık Dergi” başlıklı yazı olduğunu belirmeliyim.

Nurettin Durman, 1945 te Bingöl ’de doğdu. Öksüz Çocuklar Galerisi yazarın olgun bir yaşta kaleme aldığı bir eser olmanın yanında yazarın kendi gerçeğini anlatma çabasının da gözlendiği bir yapıttır. Öksüz Çocuklar Galerisi’ nde kimlerin, hangi resimler içinde göründüğü önemli ve okur önce bunu okur elbette. Ne ki, Nurettin Durman’ın dili ve biçemini algılamadan okumak da imkânsız. Yapıtta içe dönük yani ‘biz’e dair eleştirellik hemen hiç yok gibidir. Post modern kapatılma sonrasında ‘Türklük Üniforması’ giyen İsmet Özel’in aykırılığı ve kışkırtıcılığı 2007’ye kadar sokulan anılarda hiç yer almaz. Gerçek olanı tam da gerçekten olduğu gibi görmeye çalışamaz mıydı, yazar. Bu bakış açısı Mustafa Oğuz’un deyimiyle yazarın “kavgadan, polemiklerden uzakta durmayı” seçmesiyle yakından ilgilidir. Ayrıca yazarın tanış olduğu çoğu edebiyatçı da bu anılarda yer alması gerektiği kadar/gibi yer almaz. Antoloji hazırlarken yaşadığı sıkıntılar, hakkında birkaç yazı kaleme aldığı Sezai Karakoç, Necip Fazıl gibi ‘üstatlar’ Cahit Zarifoğlu kadar oylumlu yer almaz kitapta. Kendi kişisel “deneyiminin iplikleriyle" bağladığı öznel bir algılayışın neticesi olarak kaleme alınmayan anılar eksiktir.

Anılar ya da günlüklerdeki bir bilgi, azıcık bir ipucu ya da küçük bir itiraf, bir dönemin karanlıkta kalan olaylarına ışık tuttuğu gibi bugün de tartışılan bir konunun fikri temellerini göstermesi bakımından önemlidir Bu noktada anılar yazan kişinin hayatı boyunca cereyan etmiş olan olayları, kişileri  kişisel değerlendirmenin elverdiği ölçüde doğru ve dürüst biçimde yeniden gözden geçirilmiş bir hesaplaşma olmasından dolayı üzerinde durulmayı hak eder. Nurettin Durman’ın anıları için teyelleyen anılar dememizin bir sebebi de bu aslında Şair kitabında söylemediklerini kitabı üstüne Gerçek Hayat’ta yapılan bir konuşmada açıkça ifade ediyor:“Bir ara, siyasiler geliyordu buraya.(berber dükkanına) Ama AK Parti’nin iktidar olmasıyla eski muhabbetler kalmadı.(…)Partideki ayrılık buraya da yansıdı. Eskiden burada görünmek isteyenler, artık özellikle gelmemeye başladı. 80–90 arası çok şey değişti. İnsanlar birbirini merak eder, hatır sorardı. Artık yok böyle şeyler. Şimdi her şey şüphe üzerine kurulmuş. Eskiden Kardelen dergisinin toplantılarını bile burada yapardık. 28 Şubat’ın sonucu bunlar. Kendi kendimizi vurduk biz. Birbirimizden koptuk. İçimize korku saldılar. Sahici dostluklar yitip gitti. Herkes kendi mecrasında kendini saklamaya bıraktı…” Keşke hayatın genel akışına ilişkin bu gözlemlerini de nesnel bir dille anlatsaydı, demeden edemiyor insan. Bunu yapamıyoruz, çünkü bizim kültürümüzde bu alışkanlığın kökleri biraz cılız: Bir durumu, sorunu, olayı, kişiliği tam da gerçekten olduğu gibi anlayıp anlatmak konusunda sıkıntılarımız var.

 Öyleyse biraz işin iyi tarafından tutmak lazım… Çünkü iyimserlik iyidir. Hüzünden uzaklaştırmaz insanı.” diyerek bildiği doğrunun peşinde hatırlamanın bir biçimini ortaya koyan Durman’ın bu çabasının hafızasını kazıya kazıya yazacağı yeni yazılarla usul usul asıl anıların ışıklı yoluna çıkacağını ümit ediyorum. Unutmanın türlü biçimleri karşısında hatıralar bir anlamda geçmişi hatırlamanın en öznel biçimi olduğundan her birimizi ilgilendiriyor. Bu hatırlama biçimlerinden bazılarını arada bir veya sık sık hatırlamakta fayda var.  

*Nurettin Durman/Öksüz Çocuklar Galerisi, Artus yayınları, İstanbul,

 

 

 

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum