Kendini nesneleştirmek: Din-Kent ve Cemaat
Ali Bulaç'ın Fethullah Gülen'in ismi etrafında şekillenmiş olan cemaat yapısına sosyolojik bir yaklaşım getirdiği Din-Kent ve Cemaat: Fethullah Gülen Örneği isimli kitabı yakınlarda Ufuk Kitapları arasından çıktı. Kitap üç cilt (sülasi) olarak tasarlanmış olan çalışmanın son cildi. Henüz yayımlanmamış olan ilk iki ciltte Türkiye'de İslamcı düşünce, siyaset ve pratiğin gelişimi üzerine kapsamlı bir sosyolojik tahlil ve açıklama hedefleniyor. Kitabın sadece 3. cildi bu genel tarih içinde Gülen'in şahsına ve cemaatleşme tarzına özel bir yer ayırıyor.
Kitap ulaştığı yüksek tiraja rağmen belki camia hakkında laikçi medya tarafından değerlendirilebilir sansasyonel veriler içermediği için, henüz hak ettiği ilgiyi görmedi, beklenen tartışmayı yaratmadı.
Belki de hiçbir zaman kitlesel anlamda bir tartışma yaratmayacaktır, ama bu da kanaatimce bu tür kitapların tabiatındandır. Etkilerini yavaş yavaş hissettirirler -belli bir dönemin tarihi hakkında teklif ettikleri okuma zamanla ciddi bir şekilde benimsenir bu tür metinlerin.
Ali Bulaç ismi hiç kuşkusuz İslami hareket veya düşüncelerin sosyolojik tahlilini en iyi yapacak isimlerin başında geliyor. Kendisi bu hareketin son 35 yılı içinde yaşanmış olan bütün merhalelerin önde gelen öznelerinden birisi olmuştur. Hem İslami ilimlerle hem İslam'ın siyasal dahli konusundaki doğrudan müktesebatı, ona hareket hakkında dışarıdan bir sosyal bilimcinin asla sahip olamayacağı bir vukufiyet kazandırıyor. Dolayısıyla herhangi bir sosyal veya teorik mevzuya yaklaşımı hadi neyse de, konu Türkiye'de İslamcılık olunca Ali Bulaç'ın bilgi ve analiz nesnesi doğrudan “kendisi” oluyor.
Kendisi hakkındaki bilginin hem öznesi hem nesnesi olmak sosyal bilim pratiği açısından her zaman biraz çetrefil bir mevzu olmuştur. Bunun adına öz-düşünümsellik deniyor. Öz-düşünemsellik insanın kendine ayna tutan yanı, kendini dışarıdan da görebilme yeteneğidir.
Bu açıdan bakıldığında bu aslında Bulaç'ın ilk tecrübesi de değildir. 1980'de yayımladığı İslam'ın Anlaşılması Üzerine isimli kitabı da o zamana kadarki İslamcı düşüncenin tarihi, sosyolojik tahlili ve eleştirisi için İslamcı düşünce ve pratik adına ortaya konulan ilk örneklerden birini oluşturmuştur. Bu kitabında da İslam'ın sağcılıktan, muhafazakârlıktan veya gelenekselcilikten ayrışıp kristalleşmesinin hem bir hikâyesini hem de önerisini geliştirmeye çalışmıştı. Daha sonraki eserlerinde de kendisinin de bir parçası olduğu İslamcılığın dönüşümlerinin öz-düşünümsel değerlendirmelerinden hiç geri kalmamıştır.
Müslümanlar hakkındaki bilginin en sağlıklı şeklinin her zaman sadece Müslümanlar tarafından üretileceği tabii ki söylenemez. Bazen içerden bakanın asla göremeyeceği bir sürü nokta dışarıdan bakan birine çok daha açık görünebilir. O yüzden kendi hareketini incelemek için sadece içerden bakışların yetkili olduğunu düşünmemek lazım. Ancak, yine kuşkusuz ki, içerden bir bakışın da her zaman sürece güçlü bir biçimde dahil olması gerekiyor. Çünkü dışarıdan bakışlar her zaman sadece anlama arayışında olmayabiliyor. Sosyal bilimlerde genellikle kendi teorisine sadakat adına yürütülen açıklamacı çabalar, araştırma nesnesini kendi teorik çerçevesinin içine sıkıştırmaktan başka bir şey düşünmeyebiliyor. Teoriye sadakat adına gerçekler feda edilebiliyor.
Bu tür bakışların tabi oldukları teorik-kavramsal çerçevelerin tanımlayıcı ve yaftalayıcı etkisi rencide edici ve “metinsel-şiddet içerikli” olabiliyor. Diğer yandan akademik-bilimsel bir ilgi konusunu nesneleştirmeden ele almanın bir yolu yoktur. O yüzden genellikle İslam'ın veya kendisinin “nesneleştirilmesine” karşı hep bir antipatisi olduğunu bildiğimiz Bulaç'ın kendisini nesneleştirme tecrübesinden yansıyanlar ayrı bir ilgi konusu olsa gerek.
Bu tür tecrübeler tabii ki İslamcılığın kendisine bir ayna tutmasına (düşünümselliğine) ciddi katkıları olur. Ama yanı sıra, bu tecrübenin bizzat sosyolojinin de kendi düşünümselliği için çok öğretici olacağı kesindir. Sudan'daki Müslüman Kardeşlerin üyesi bir sosyolog olan Abdülvahhap el-Efendi de Hasan Turabi hareketi hakkında yapmış olduğu sosyolojik incelemeyle ilgili tecrübelerini yıllar sonra yine “kendi hareketini incelemek” başlığı altında aktarmıştı. O makalesi de benzer bir biçimde hem bir Müslümanın hem de sosyolojinin öz-özdüşünümsellik hanesine önemli bir katkı olarak yazılmıştır.
Doğrusu tek tek sosyologların şahsiyetinden bağımsız, “sosyoloji” diye belli bir bilimsel-kişilik yok ortada. O yüzden bu tür metinler sosyolojik bilgiyi mütevazi-beşeri sınırlarına çekilmeye zorlayabildiği ölçüde düşünümsel etkisini fazlasıyla yerine getirmiş oluyor.
Ellili yıllarla birlikte başlayan kırdan kente göçün bütün tarihi aynı zamanda Cumhuriyet dönemindeki İslamcılığın tarihi olarak da okunabilir. Ali Bulaç da geçen yazımızda bahsettiğimiz son kitabında İslamcılığın bu dönemini kırdan kente göçün sosyolojik sonuçları paralelinde okuyor.
Gerçekten de 1923'ten 1950 yılına kadar toplumun yüzde 25'i şehirlerde yaşamakta iken bu oran 27 yıl içinde hemen hemen hiç değişmemiş, buna mukabil 1950 yılından itibaren başlayan göç dalgalarıyla bugün (son TÜİK sayım sonuçlarına göre) bu oran yüzde 70,5'e ulaşmıştır. Bu şu demektir: Türkiye'de toplumun yüzde 55'i son 58 yıl içinde kır-kent ekseninde mekan değiştirmiş. Tabii bu toplumun başlangıç itibariyle 20 milyon civarlarında seyreden nüfusunun bu süre zarfında 70 milyona ulaşması ve bu göç hareketinin kırdan kente gerçekleşen yönü kadar küçük şehirlerden büyük şehirlere de akan bir yönünün olduğunu ayrıca eklemek gerekiyor.
Türkiye'nin 50-60 yıl içinde yaşamak durumunda kaldığı bu hızlı nüfus hareketi Avrupa'da yüzyıllara yayılmış ve geçtiğimiz yüzyılın başlarına doğru neredeyse tamamlanmış bir süreçtir. Oysa Türkiye Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunun yüzyıllar içinde yaşadığı bu süreci çok kısa bir zamanda yaşamak zorunda kalmıştır. Hızlı göç dalgaları her zaman travmatik etkiler yaratır toplumda. Belki bugün bu hızlı nüfus hareketliliğinin ortaya çıkardığı ani karşılaşmalar, hatırlamalar, yaşamakta olduğumuz siyasi çatışmaları da sertleştiren bir unsur olarak işliyor.
Göçle ilgili bu manzara Bulaç'ın son kitabında İslamcı toplumsallaşmaların sosyolojik parametrelerini ortaya çıkarma çabasında merkezi bir yer tutuyor. Bir yandan toplum kırsaldan kente doğru hareket ederken, diğer yandan büyüyen siyasal sistem merkezdeki insan kaynaklarıyla yetinememekte, aynı istikametten insan kaynaklarını devşirmeye ihtiyaç duymaktadır. Ancak yeni insan kaynakları hem toplumsal hem siyasal merkezde iktidarı mülk edinmiş olan sınıfçı, zümreci kıskanç korumacı reflekslerle karşılanmıştır. Oysa toplumun kentleşmesi sadece kırdan kente doğru hareket halinde olan kitleleri değil, aynı zamanda kentte yaşayanları da giderek daha fazla değişime zorlamaktadır.
Belki göç eden insanların İbn Haldun'dan bu yana iyi bilinen bir özelliği Türkiye'de tekrar örneğini buluyordur. Toplumsal ve modern dinamiklerin gerektirdiği değişime göçmen bir karakter taşıyan İslamcılar, yerleşik merkez güçlerine nazaran çok daha olumlu cevap veriyorlar. Bulaç, modernleşme veya değişim konusunda daha önceki çerçeveleriyle bunu nasıl karşılıyor, bu henüz çok net görünmüyor. Ama İslami kesimlerin, özelikle Fethullah Gülen cemaati özelinde düşünüldüğünde, modernleşme-küreselleşme hatta postmodernleşmenin kültürel ve siyasal gelişimleri paralelinde müthiş bir uyum özelliği sergilediği görülüyor. Bugün İslami kesimler Türkiye'nin modern dünyayla (AB veya küreselleşme ile) bütünleşmesine, yani kadim deyimle terakkiye daha fazla talip olurken karşılarındaki merkez güçleri açıkça ve mutaassıpça bu terakkiye mani olmaya çalışmaktadırlar. Şurada elli yıl içinde sürecin başladığı noktadan tam tersi bir noktaya nasıl geldiği her zaman izaha muhtaç bir konu olacaktır.
Bu açıklamaların tartışılması için önemli bir vesile oluşturduğu muhakkak olan Bulaç'ın kitabı Gülen'in kişisel biyografisi içinde bile bu gelişimi üç safhada izlemeyi öneriyor.
1. Gülen'in Erzurum'da başlayan ve bir hayli milliyetçi öğeler barındıran yerel dönemi.
2. Edirne-İzmir-İstanbul'da geçirdiği dönemi kapsayan ulusal dönem,
3. Pennsylvania'ya yerleşmesiyle başlayan küresel dönem.
Bu üç dönemde yaşananlar Gülen ve cemaat mensuplarının göç güzergâhı ve buna eşlik eden zihniyet dönüşümlerine dair çok ilginç bir manzara ortaya koyuyor. Yöreselden küresele uzanan çizgide Gülen cemaati açtığı okullarla Türkiye'nin küresel sürece katılımının en etkin aktörlerinden biri haline gelmiş. Bu esnada Türkiye içi meselelere de dar yöresel-milliyetçi bir bakışın sınırlarında kalmaksızın giderek daha küresel-evrensel bir ufuktan bakmaya başlamıştır. Seksenli yıllarda Bulaç'ın çok da onaylayamayacağı yerel-milliyetçi-muhafazakâr unsur ve refleksler bu açılımlarla yerini daha evrensel(ci) bir bakış açısına bırakmıştır.
Bu açıdan belki seksenli yıllarda cemaati milliyetçi-maslahatçı taktiklerinden ötürü sıkça eleştirdiği bilinen Bulaç'ın bugün Gülen hareketini sadece tahlil etmekle kalmayan ama oldukça da olumlayan bir bakış açısına gelmiş olmasının sadece kendisindeki değişimle değil, büyük ölçüde cemaatteki bu değişimle de ilgisi var. Cemaatin fiziksel gelişimi zaten bir gerçek ancak söylemi itibariyle de ciddi bir değişim geçirdiği de muhakkaktır. Bugün cemaate yakınlığı bilinen yayınlarda demokrasi ve özgürlükler konusunda Türkiye'deki yelpazenin en ileri örneklerinin temsil ediliyor olması kanaatimce bunun sonucudur.
Bu da büyük ölçüde göçün, yani bir mekâna ve bir zamana saplanıp kalmama yönündeki ilahi düsturu takip etmenin bereketi olarak görülebilir. Gidilen her menzil, açılan her okul cemaati olumlu yönde eğiten, ufkunu açan, geliştiren bir ders vesilesi oluşturmuştur. Tecrübelerinden bir şeyler öğrenip bunu değerlendirebilme noktasında bütün içtihat ve inisiyatif (içtihat başlıbaşına bir inisiyatiftir ya) kapılarını açık tutmak, kanaatimce Gülen'in ve cemaatinin başarısının en önemli sırrıdır.
Ders devam ediyor, çünkü içinde hareket olan hayat devam ediyor.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT