1. YAZARLAR

  2. Hasan Kösebalaban

  3. IŞİD’e karşı Ankara'nın seçenekleri
Hasan Kösebalaban

Hasan Kösebalaban

Yazarın Tüm Yazıları >

IŞİD’e karşı Ankara'nın seçenekleri

24 Eylül 2014 Çarşamba 21:24A+A-

Türkiye’nin IŞİD'i hedef alan koalisyona katılmayı reddetmesi, İran’ı oyun kurucu konumuna getirecek. Bundan dolayı hükümet, kaygılarını devam ettirse de, geri planda kalmak suretiyle koalisyona katkıda bulunabilir ve bunun karşılığında, Suriye’deki ılımlı muhalifler için bazı ciddi karşılıklar elde edebilir.

Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün 101 gündür rehin tuttuğu Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz ve diğer görevliler ile ailelerinin 20 Eylül 2014 günü serbest bırakılmaları, kuşkusuz son ayların en güzel haberiydi. Türkiye’nin dış politikasını adeta rehin alan rehine krizinin başarıyla çözülmesi, Ahmet Davutoğlu hükümetini son derece rahatlattı. Rehinelerin nasıl salıverildiği, IŞİD ile nasıl bir pazarlık yapıldığı, bir takasın söz konusu olup olmadığı gibi sorular gazeteciler için ilgi konusu olmaya devam edebilir. Ancak buradan, 1986’da patlayan ve dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ı çok zor durumda bırakan İran-Kontra Skandalı benzeri bir skandalın çıkması mümkün değil. Hükümetin bu rehineleri sağ salim ülkeye getirmesi gerekiyordu, yapılması gereken neyse onu yaparak krizden başarılı bir şekilde çıktı.

Bundan sonra asıl merak edilen konu, elini kolunu bağlayan rehine krizinin sona ermesinden sonra Türkiye’nin, IŞİD’e karşı ABD öncülüğünde kurulan koalisyona katılıp katılmayacağı. Amerikan medyasında bir süredir Ankara’yı IŞİD’in ülkedeki faaliyetlerine göz yummakla suçlayan gazete yazıları hız kesmiyor. Türkiye’den bazı çevrelerin de katkıda bulunduğu bu kampanyaya göre Türkiye, IŞİD’in hem militan transferi için kullandığı bir transit noktası hem de örgüt Türkiye’ye petrol satarak maddi kaynak elde ediyor. Ankara ise bu suçlamaları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan  ve Başbakan Davutoğlu düzeyinde sert bir tonla cevaplayarak kesin biçimde reddediyor.

Erdoğan, söz konusu iddiaları dile getiren gazeteleri “edepsizlik” ile suçlarken; Davutoğlu da Türkiye’ye karşı “psikolojik ve medyatik bir operasyon” yürütüldüğünü ifade ediyor. Washington’dan gelen bu baskılar, rehine engeli de artık ortadan kalktığına göre, Ankara’nın IŞİD’e karşı koalisyona katılmasına yol açar mı? Türkiye’nin IŞİD’e karşı pozisyonunun belirlenmesinde, rehine faktörü gerçekte ne ölçüde belirleyiciydi? Yoksa daha derinlerde yatan kaygılar ve jeostratejik nedenler daha mı etkiliydi? 

Ankara, IŞİD’i doğuran faktörlere dikkat çekiyor

Ankara şimdiye kadar çok ısrarlı ve tutarlı biçimde, öncelikle IŞİD’in değil, onu doğuran nedenlerin sorgulanması gerektiğini ileri sürdü. Türkiye’ye göre, Irak ve Suriye’de IŞİD'in ortaya çıkmasına sebep olan sosyo-politik faktörler analiz edilmeden, örgütün anlaşılması ve yok edilmesi imkansız. Bu faktörlerin en başında, 2003 yılında Irak’ta Saddam Hüseyin rejimin yıkılmasından sonra ortaya çıkan ve İran’ın bölgede nüfuzunu yaymasına imkan veren yeni konjonktür yatıyor. Irak’ta kurulan İran yanlısı Şii Nuri Maliki hükümeti tarafından ülkenin Sünni nüfusuna karşı uygulanan rövanşist baskıcı politikalar, Sünni halkı marjinalize etti ve Sünni siyasetçileri yönetimden giderek dışladı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni Tarık Haşimi, gıyabında idam cezasına çarptırıldı.

Suriye’de ise iç savaş öncesinde yıllarca devam eden baskı politikaları ve ardından 2011’den bu yana devam eden iç savaş ortamında halkın maruz kaldığı katliam karşısında göç etmeye zorlanması, bu konjonktüre katkı sağladı. Uluslararası güçlerin bir kısmı Beşşar Esed rejimine açıkça destek verirken, bir kısmı da sessiz kalmak suretiyle Suriye dramasına katkıda bulundular. Suriye silahlı muhalefetinin ılımlı kanadı Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ihmal edildi; daha güçlü kaynak ve motivasyona sahip radikal örgütler karşısında zayıflatıldı.

Böylesi bir ortamda IŞİD, terör ve sindirme politikasıyla gücünü pekiştirdi ve giderek kendisini, Suriye ve Irak’ın Sünni halkları için kurtuluş ümidi olarak kabul ettirdi. Irak’ta Sünni Araplar nüfusun yüzde 20’sini oluşturan bir azınlık iken, IŞİD’in vaat ettiği düzende Suriye ile Irak birleştiği için Iraklı Sünniler azınlık statüsünden kurtulmuş oluyorlar. Her ne kadar başarı şansı olmasa da, 1916 Skykes-Picot Anlaşması’na dayanan Ortadoğu’daki devlet sisteminin ötesine geçen bu yeni düzen vaadi, IŞİD’e Sünni Arapların verdiği desteği açıklıyor.

Bütün bunların yanı sıra, Amerikan Atlantic Monthly dergisinden Aaron Zelin, IŞİD’in bölgedeki Sünni Arap halkları tarafından anarşiyi önleyen ve düzeni sağlayan bir güç olarak görüldüğüne dikkat çekiyor. IŞİD, işgal ettiği yerlerde, beş vakit namaz kılmayı ve kadınların çarşaf giymesini zorunlu tutmanın, içki ve sigarayı yasaklamanın yanı sıra, kurduğu Tüketici Koruma Bürosu  ile fiyatların düzenlemesi, kebapçıların denetlenmesi, sahte ilaçların imha edilmesi gibi zabıta hizmetlerini yerine getiriyor. Devlet memurlarının maaşlarını ödüyor. Kısacası IŞİD, otorite boşluğunda aksayan devlet fonksiyonlarını yerine getirerek meşruiyetini tesis ediyor. Örgütün koyduğu kanunları çiğneyenler şiddetli cezalarla cezalandırılıyor.

Kontrolündeki alanlarda İlginç bir şekilde su, elektrik ve yol inşaatı gibi altyapı faaliyetlerini de üstlenen IŞİD, eğer tıpkı Lübnan’daki Hizbullah gibi yarı devlet niteliğinde bir oluşuma dönüşürse, ortadan kaldırılması daha da karmaşık hale gelecektir. Neticede halk arasında belli bir desteğe sahip bir örgütü, tıpkı Afganistan ve Pakistan’da Taliban’a karşı yapıldığı gibi, insansız hava araçları ya da savaş uçaklarıyla bombalamak suretiyle yok edilebilecek bir grup silahlı militan olarak görmek oldukça zor.

Oysa koalisyon tam da bunu öngörüyor; IŞİD hava saldırılarıyla püskürtülecek, operasyonel kapasitesi yok edilecek. IŞİD’in yerine alternatif demokratik nizamın tesis edilmediği bir ortamda, böyle bir askeri harekat, Irak ve Suriye’de Sünni Arap yerel halkı karşısına alır ve onları daha da militanlaştırır. Arap dünyasının duayen gazetecisi Fehmi Hüveydi’nin tespitiyle, IŞİD türü oluşumlara karşı mücadele ancak demokrasiyle kazanılabilir . Oysa Mısır ve Körfez ülkelerinde İhvan gibi demokratik eğilimli hareketlerin sindirilmesi, IŞİD’in temsil ettiği militan ideolojinin önünü açıyor.

Ankara’nın IŞİD politikasının temelleri

Türkiye’nin IŞİD’e karşı kayıtsız kalması da elbette mümkün değil. IŞİD’in temsil ettiği militan Selefiliğin bölgeye yerleşmesi, Türkiye açısından son derece tehlikeli bir gelişme olacaktır. Radikal Selefilik, Türkiye’nin tarihi mirasından süzülüp gelen, tasavvuf ve Anadolu kültürüyle yoğrulmuş İslam anlayışıyla bir arada yaşayamaz. IŞİD sadece Türkiye’nin güney komşularını değil, aynı zamanda Osmanlı tarihi mirasının yaşamaya devam ettiği Balkanlar’ı da tehdit ediyor. IŞİD’in Avrupa’daki Müslüman azınlıklardan kendisine militan devşirmesi de Türkiye açısından endişe verici bir durum. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Başbakanlığa bağlanması, bu konunun aciliyetinin Ankara tarafından hissedildiğini gösteriyor.

IŞİD gibi bir komşuyla yaşamak, ölüm korkusuyla kaçarak Türkiye’ye geçiş yapan yaklaşık 200 bin Kürt sığınmacının gösterdiği gibi daha fazla tahammül edilebilecek bir durum değil. IŞİD’e karşı direnen silahlı bir güç olarak sivrilen PKK’ya silah yardımı yapılması, bugün birçok Batı ülkesi tarafından artık açıkça konuşuluyor. Batı güvenlik sisteminin merkezi bir üyesi olan ve bu konumunu tartışmaya açtırmayan Türkiye açısından bu durum kuşkusuz dikkate alınıyor.

ABD öncülüğündeki koalisyon için Suriye ve Irak ile uzun bir sınır paylaşan Türkiye, kritik öneme sahip. Bölgede ABD’nin, İsrail hariç, hiçbir müttefikinin, Türkiye kadar iyi teçhiz edilmiş ve disiplinli bir silahlı gücü bulunmuyor. Türkiye’nin dışında bölgede Irak ve İran’ın orduları mevcut. Fakat ABD Genel Kurmay Başkanı General Martin Dempsey’nin ifadesiyle ; Irak ordusunun yarısı, ABD ile işbirliği yapabilecek durumda değil, diğer yarısının da ciddi eğitime ihtiyacı var. İran’ın IŞİD’e karşı amaç birliğine rağmen ABD ile aktif askeri işbirliğine gitmesi ise stratejik ve operasyonel açıdan konu dışı. Amerikan tarafı bu nedenle koalisyona Türkiye’yi çekmek için baskılarını artırıyor. Lakin Türkiye de kendi pazarlık gücünün farkında. Başbakan Davutoğlu, "Türkiye önüne imtihan kağıdı koyulacak ülke değil; eşit şartlarda görüşeceğiz." diyerek müzakere masasına oturacak.

Diğer taraftan Ankara, IŞİD karşıtı koalisyonun dışında yer alarak İran’ı güçlendirmek ve PKK’ya meşruiyet kazandırmak istemiyor. Türkiye’nin koalisyona katılmayı kategorik olarak reddetmesi, Esed’in müttefiki olan İran’ı oyun kurucu konumuna getirecek. Bundan dolayı hükümet, kaygılarını devam ettirse de, geri planda kalmak suretiyle koalisyona katkıda bulunabilir ve bunun karşılığında özellikle Suriye’deki ılımlı muhalifler için bazı ciddi karşılıklar elde edebilir. Ankara, bir yanda IŞİD’e ağır darbe vurulurken, güç dengesinin Baas rejimi lehine değişmesi ve Suriye halkının kendi kaderiyle baş başa bırakılmasını istemiyor. Zira IŞİD’i ortaya çıkan sosyo-politik koşulları değil, IŞİD’in kendisini ortadan kaldırmayı amaçlayan her türlü girişim, neticede çok daha derin sorunları beraberinde getirecek.

Türkiye’nin IŞİD ile savaşa katkı sunmak için ileri süreceği başlıca şartlar; Suriye’nin kuzeyinde muhalefete nefes aldıracak bir uçuşa yasak bölgenin oluşturulması, muhalefete sağlanacak hayati askeri destek ve Irak’ta Sünnilerin yeniden sisteme entegrasyon sürecinin hızlandırılması. Irak’ta Haydar İbadi başkanlığında kurulan yeni hükümet ve ABD’de Barack Obama yönetiminin Kongre’den de onay alan Suriye’deki ılımlı muhalefete destek kararı, bu şartların karşılanması doğrultusunda atılan ilk adımlar.

Yine de Suriye’deki ılımlı muhalefete, askeri güç dengesini değiştirecek uçak savar füzeleri gibi, kritik silahların teslim edilip edilmeyeceği henüz belli değil. ABD içinde, bu silahların IŞİD benzeri örgütlerin eline geçebileceği yönünde, gerek Cumhuriyetçi gerekse de Demokrat Parti mensubu siyasetçiler tarafından ifade edilen ciddi kuşkular var. Bizzat NATO tarafından uygulamaya konulacak bir uçuşa yasak bölge, bu konudaki endişeleri giderecek bir formül sunuyor. Hem Türkiye hem de ABD hükümeti, Suriye ve Irak’ta mezhebi açıdan çoğulcu bir idari yapı kurulmaksızın, Ortadoğu’da kalıcı bir barış ortamının yerleşmesinin mümkün olmadığı konusunda hemfikir. Üzerinde anlaşılamayan husus, bunun nasıl gerçekleşeceği.

Kaynak: Al Jazeera

YAZIYA YORUM KAT