1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. İşgal rejiminin meşruiyetini pekiştiren tanınma süreçleri
İşgal rejiminin meşruiyetini pekiştiren tanınma süreçleri

İşgal rejiminin meşruiyetini pekiştiren tanınma süreçleri

Ahmed El-Cendi, Oslo Anlaşmaları'nın Filistin direnişini zayıflattığını, İsrail’e meşruiyet kazandırdığını hatırlatarak, bugünkü tanıma kararlarının da benzer bir yanılsamayı yeniden ürettiğini vurguluyor.

16 Ekim 2025 Perşembe 10:29A+A-

Ahmed El-Cendi/Fokusplus

Filistin Devleti: Oslo Aldatmacası ve Art Arda Gelen Tanıma Kararları

Son dönemde Filistin Devleti’nin art arda uluslararası alanda tanınması, 1987 yılında Birinci Filistin İntifadası'nın patlak verdiği dönemdeki uluslararası tutumu hatırlatıyor. O dönem sergilenen yaklaşım, Oslo Anlaşmaları’na giden yolu açmış; bu süreç, Filistin sahasında direnişin soğumasına, ayaklanmanın bastırılmasına ve İsrail’in uluslararası alanda diplomatik meşruiyet kazanmasına neden olmuştu. 

Oslo süreci sonrasında İsrail, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleriyle normal diplomatik ilişkiler kurma fırsatı buldu. Aynı zamanda bazı Arap ülkeleriyle de ilişkilerini normalleştirerek bu bölgelerde ticari ve diplomatik temsilcilikler açtı. Bu durum, İsrail’in Arap ulusal güvenliğine doğrudan nüfuz edebilmesine zemin hazırladı. Filistinliler ise 30 yılı aşkın bir süredir, bir devlet kurma yanılsaması içerisinde, yetkisiz bir otorite ve liderin dahi İsrail'in izni olmadan hareket edemediği bir devlet kurma yanılgısı içinde, bu yoldan birkaç sayfa ve mürekkepten başka bir şey elde edemediler. 

Oslo Anlaşmaları, bazı Filistinliler tarafından devlet kurmanın yolu olarak görülse de pratikte kurtuluştan en uzak güzergah olarak ortaya çıktı. Anlaşma, yalnızca hizipler değil, halk düzeyinde de büyük bir bölünmeye neden oldu. 

Nitekim, anlaşmadan önce tüfek, direniş ilkesi ve Fetih, Hamas, Halk Cephesi, İslami Cihat ve Ebu Ali Mustafa gibi hareketler etrafında direniş ilkesinde birleşmiş olan toplumsal yapı, Oslo sonrası önemli ölçüde dönüşüm geçirdi. Bazı aktörler, Oslo’ya devam edilip edilemeyeceği konusunda farklı tutumlar sergiledi. 

Bu durum, nihayetinde işgal güçleriyle güvenlik koordinasyonuna, direnişçilerin zulüm görmesine, işgal askerleri için hazırlanan patlayıcı cihazların imha edilmesine ve işgal güçlerinin Filistinlilerden topladığı vergilerin, engellemeler, acılar ve vergi kesintileri sonrasında onlara iade edilmesini beklemeye yol açtı.  

Yerleşim birimlerinin genişlemesini durdurma veya İsrail'in Ramallah'daki genel merkezi de dahil olmak üzere Filistin Yönetimi'nin kontrolü altındaki bölgeleri ihlal etmesini önleme konusunda da başarısız olundu. Oslo Anlaşması'nın olumsuz etkileri yalnızca Filistin iç birliğini değil, uluslararası kamuoyunun tutumunu da etkiledi. Anlaşma, İsrail’e yönelik boykotların zayıflamasına da neden oldu. 

Oslo Anlaşmaları

1991 Madrid Barış Konferansı ve ardından Eylül 1993’te imzalanan Oslo Anlaşmaları, İsrail’in küresel alanda izolasyondan çıkmasını sağladı. Bu süreçle birlikte Hindistan gibi ülkeler, 1950’lerden bu yana sınırlı olan ilişkilerini diplomatik ve stratejik ortaklığa dönüştürdü. 1992'de tam normalleşmeye giden Hindistan-İsrail ilişkileri, askeri iş birliği dahil birçok alanda gelişti.  

Aralarındaki askeri iş birliği, Yeni Delhi'nin Arap başkentleriyle ilişkilerini zedelememek için gizlice yürütüldükten sonra, kademeli olarak kamuoyuna duyuruldu. Çin ile İsrail arasındaki ilişkiler de bu dönemde ivme kazandı. Bu süreç, İsrail’in 35’ten fazla Asya, Latin Amerika ve Afrika ülkesinde diplomatik ilişkiler kurmasına olanak tanıdı.İsrail, Arap ulusal güvenliğini etkileyen bölgelerde etkin bir aktöre dönüştü. Oslo Anlaşmaları, İsrail’in Arap ülkeleriyle ticari temsilcilikler açması ve normalleşme anlaşmaları imzalaması için bir kapı işlevi gördü. 

Sonuç olarak, İsrail 30 yıldan uzun bir süre önce verdiği sahte bir devlet kurma vaadi karşılığında her şeyi elde etti. Filistin Yönetimi, bu süre boyunca İsrail'e istediği her şeyi verdi. Yine bu süreçte İslam dünyasının Filistin davasına ilgisi azaldı; İsrail ise Arap rejimleriyle normalleşme, hatta bazılarıyla stratejik ittifak kurma fırsatını yakaladı. İsrail’in ve ABD’nin Filistinlilere gerçek anlamda bir devlet “veremeyeceği” gerçeği, süreç boyunca birçok Filistinli ve Arap tarafından fark edildi. Ancak bu gerçek, dönemin siyasi aktörleri tarafından görmezden gelindi. 

Belki bazıları Filistin meselesinin yükünden kurtulmak istiyordu, bazıları da İsraillilerin işgal ettikleri toprakların bir kısmını Filistinlilere kolayca "verme" ihtimaline kanmıştı. Ya da bazıları, ABD'nin samimi olup İsrail'i, toprak sahiplerine sınırsız veya egemenliksiz de olsa bir devlet "bahşeden" bir anlaşmayı kabul etmeye zorlayabileceği yönünde bir yanılgıya düşmüştü. 

O dönemde, Filistin halkının büyük çoğunluğu —hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar—süreçten dışlandıklarının, adeta halının altına süpürüldüklerinin farkındaydı. İsrail ve müttefiklerinin tek amacının, İntifada'ı bastırmak ve bir daha patlak vermesini önlemek olduğunu biliyorlardı.  

Güncel siyasi durum 

Bugün ise Gazze’de süren yıkım savaşı nedeniyle İsrail’in karşı karşıya kaldığı uluslararası izolasyon ile 1980'lerde İntifada ve Oslo Anlaşmaları öncesinde yaşadığı diplomatik tecrit durumu arasında açık bir benzerlik görüyoruz. Ancak bu kez İsrail açısından tehdit, çok daha derin ve varoluşsal nitelikte. Çünkü mevcut karşı hareket, hem küresel ölçekte popülerlik kazanmış durumda hem de İsrail’in kendi söylemini sorgulayan çevrelerde yankı buluyor.  

Daha önemlisi, bu süreç, İsrail’in dayandığı Batı dünyasındaki meşruiyet zeminini doğrudan tehdit ediyor. Bu bağlamda, son dönemde Filistin Devleti'nin art arda tanınması süreci, özellikle de tarihleri ​​boyunca İsrail'i desteklemeleriyle veya Filistin sorununun kökenine inmeleriyle bilinen İngiltere, Fransa gibi ülkelerin İsrail'e karşı küresel öfkeyi durdurma, üzerlerindeki baskıyı hafifletme ve İsrail ile askeri ve istihbarat işbirliğini olduğu gibi sürdürmek için resmi adımlar atarak halklarını aldatma girişimi olarak da değerlendirilmeli. 

Ancak İsrail'de, Filistin Devleti'nin varlığına ilişkin halkın ve resmi makamların tutumları karşılaştırıldığında, günümüzde İsrailliler için bir Filistin devletinin kurulmasının imkansız hale geldiği görülüyor. İsrail Demokrasi Enstitüsü’nün 2012 yılında yayımladığı anketler, 1990’lı yıllarda toplumda Oslo sürecine ve iki devletli çözüme dair neredeyse eşit bir bölünme olduğunu ortaya koyarken, Oslo Anlaşması'nın 1995’te Knesset’te yalnızca 61 milletvekilinin onayıyla geçebildiği hatırlanmalı. 

Bugün gelinen noktada ise tablo çok daha çarpıcı. İsrailliler, Filistin devletinin kurulmasına karşı çok güçlü bir şekilde karşı çıkıyor. İsrailli Yahudilerin %78’i, İsrail’in ulusal çıkarları gereği Filistin devletinin kurulmaması gerektiğine inanıyor.  Filistin devletine olumlu bakanların oranı sadece %13 iken, %9’luk bir kesim kararsız. 

Bu eğilim, siyasi yelpazedeki konumlara göre farklılık gösteriyor. Sol görüşlü Yahudilerde Filistin devletine karşı olanlar ve Filistin Devleti'nin kurulmasını İsrail ulusal güvenliğine bir tehdit olarak görenlerin oranı %47 iken, merkezde %64 ve sağ görüşlülerde %90’a kadar çıkıyor. 

Geçtiğimiz yılki verilerle kıyaslandığında, Filistin devletinin varlığına ilişkin destek daha da azalmış durumda. Sol kanatta, bu ilkeyi benimseyenlerin oranı %73’ten %57’ye, merkezde %39’dan %24’e, sağda ise %12’den yalnızca %8’e düştü.  

Bu düşüş, İsrail toplumunun yaklaşık dörtte üçünün Filistinlilerin bir devlete sahip olmaması gerektiğine inandığını gözler önüne seriyor. Bu veriler, aynı zamanda İsrail toplumunun son 20 yılda hızla sağa kaydığını doğruluyor.  

30 Eylül’de i24 ve Channel 13 tarafından yapılan iki kamuoyu yoklaması, sağcı bloğun Knesset’te 84 ila 88 sandalye elde edebileceğini gösteriyor. Bu, sağın Knesset’teki temsil oranının %70 ila %74 arasında olacağı anlamına geliyor.  

Ayrıca anketler, Başbakan Binyamin Netanyahu'nun partisinin 33, mevcut koalisyonunun ise toplamda 63 sandalye kazanabileceğini ortaya koyuyor. Bu durum, İsrail’in Filistin Yönetimi veya Arap taraflardan beklediği “esneklik” beklentisinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu teyit ediyor. 

İsrail halkı ve siyasi yönetimi, bugün yalnızca salt bir Filistin Devleti ilkesini değil, iki devletli çözümü bile geniş bir çoğunlukla reddediyor. Bu ortamda, daha önce barış sürecinin bir yanılsama olduğunu düşünen Filistinliler artık daha da net bir görüşe sahip. 

Filistin davasını Arap ve İslam dünyasından izole eden, Filistinliler arasında ayrışmayı derinleştiren ve İsrail'e, direnişle asla elde edemeyeceği ödünler kazandıran Oslo süreci terk edilmelidir. Bu bağlamda, Filistin Devleti'nin uluslararası alanda tanınması, İsrail'in suçlarını görünmez kılacak bir sis perdesine dönüşmemeli; uluslararası toplumun dikkatini İsrail’in uygulamalarından uzaklaştırmamalıdır. 

Bugün, sahte barış süreçleriyle bölünmüş bir halkın, ancak direniş fikri etrafında yeniden birleşebileceği açıkça ortadadır. Kağıt üzerinde bahşedilmiş bir devletin, direniş ve iradeyle varlığını dayatacak bir halk tarafından desteklenmedikçe sahada kurulamayacağı kesin olarak kabul edilmelidir. 

HABERE YORUM KAT