1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. İlk İlahiyatlı Kadınların Tarihini Keşfetmek Ya Da Tarihin Arka/Ön Yüzün
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

İlk İlahiyatlı Kadınların Tarihini Keşfetmek Ya Da Tarihin Arka/Ön Yüzün

29 Mayıs 2008 Perşembe 00:22A+A-

Toplumsal tarihin çeşitli yönlerini araştırma süreci, verilerin toplanması ve kullanılması üzerine bir dizi eleştiri getirmiştir tarih bilimine. Sözlü tarih, özellikle yazılı belge olmayan durumlarda, yazılı belge olsa bile sürecin daha iyi anlaşılması bakımından bilgi toplamada kullanılan önemli bir yöntemdir. Belli bir olayı, bir zaman dilimini, özelliklerini, bir oluşumu, yaşam hikayesini, o dönemde yaşamış kişilerin anılarına, tanıklıklarına başvurarak yapılan görüşmelere dayanır. Kadın tarihinin araştırılmasında, azınlıkların yaşadıkları dışlanma politikalarının onların benliklerinde oynadığı rollerin analiz edilmesinde, solun tarihinin araştırılmasında kullanılan bu tarih yakın dönem İslami eylemlilikler, süreçler, kurumsallaşma deneyimleri gibi bir dizi değişkenin anlaşılması için de yararlanılmaya başlanan bir yöntemdir. Kişinin kendi benliği ile toplumda üretilen semboller, anlamlar, alanlar arasında nasıl bir köprü kurulduğu bu yaşam anlatılarında izlenebilir. Müslümanların sözlü tarihinin yazılması, oluşturulması Müslümanlar için yeni bir farkındalık ve bilgi evreni oluşturmaya çalışan önemli bir yöntemdir. Sözlü tarih yazılı kaynakların yetersiz veya taraflı olduğu durumlarda kişilerin tanıklıklarına başvurarak olay ve olguların daha iyi anlaşılmasını sağlayan ve “sosyal tarihe bir insan çehresi kazandıran ” önemli bir alandır.

Günümüzde yakın tarihle ilgili birçok tarih bilgisi gelişim ve değişimin hızına bağlı olarak ya çabucak uçup gitmekte veya hiç var olmamış gibi hiçbir iz bırakmadan yok olmaktadır Var olan tarih anlayışlarına kimi zaman alternatif olmayı kimi zaman da  tarihin daha iyi anlaşılması için yeni imkanlar sunan sözlü tarih bu her insanın hayat hikayesinin tarihin bir parçası olduğu önermesinden hareket eder. A. Burak Bircan- M. Kürşat Atalar’ın Ercümend Özkan’la  İslami Hareket Üzerine Söyleşiden bu yana gerek hatırat türünde gerekse söyleşi türünde ortaya konulan sözlü tarihin ne olduğu, İslami eğilimler ve gelişmeler bakımından sözlü tarih çalışmalarının ne durumda olduğu ve yakın döneme odaklanan, İslami gelişmeleri merkezine alan bir sözlü tarih çalışmasının nasıl yapılması gerektiği üzerine henüz düşünce boyutunda temelli bir yaklaşımın oluşturulamadığı yapılan çalışmalar okunduğunda görülecektir.(Bunun en iyi analiz edilebileceği çalışma Hayreddin Karaman’ın üç cilt halinde yayımlanan Bir Varmış Bir Yokmuş başlıklı hatıratıdır) Türkiye'de İslami gelişmelere odaklanan sözlü tarih projeleri başlatıldı.(örneğin Umran dergisinde yayımlanan Geçmişten Geleceğe Ko(nuşan)lar başlıklı bölüm, Armağan kitaplar, Metin Önal Mengüşoğlu’nun kriter.org’ta yayımlanan yazıları vb.) Bu projelerden çeşitli arşivler kuruldu. Ama hala yöntem ve bakış açısı noktasında sıkıntılarımız var. Kendi tecrübelerimiz kadar başkalarının tecrübelerine de kulak kabartmanın ve bu konuda yazılmış yöntem içerikli çalışmalardan yararlanılarak kaleme alınacak sözlü tarih çalışmalarının hem hafıza oluşturmak hem de sorunlarımızı tespit etmek ve onları aşmak bakımından taşıdığı önemin farkında olunması gerektiğine inanıyorum. En azından ufak tefek adımlar biçiminde olsa bile tarihi yeniden yazma önermesinde bulundukları için bu çalışmaların daha da genişletilerek cüretkâr olmayı başarmaları ve geçmişin de bir mücadele alanı olduğunu ortaya koymaları gerekir.

Geçmişi bellek yoluyla ve bugünün gözüyle yeniden okumak bakımından oldukça önemli olan Mustafa Öcal’ Türkiye’de Din Eğitimi ve Dini Hayat 1-2-3 (Ensar Neşriyat, 2008) başlığıyla yaptığı sözlü tarih çalışmasını farklı hayat hikayelerinin anlatıldığı bir tür antolojiye dönüştürmüştür. Ayrıca Öcal, çalışmasını İlahiyatlı kimliği ve aidiyet problemi üzerine inşa ederek hem sınırlamış ve hem de yönlendirmiştir Woolf’un 1920’lerde Kendine Ait Bir Oda kitabını isim düzeyinde çağrıştıran bir sözlü tarih çalışması bu. Ama bu oda genel olarak ‘İlahiyatlılara ait bir oda’ olarak tasarlanmış. Burada ilahiyatlı kimliğini kurumsal olarak devletle irtibatlı, İmam Hatip Mektebi, Okulu, Lisesini, Yüksek İslam Enstitüsünü, İlahiyat Fakültelerini ve Diyanet’i içerecek biçimde kullandığımı da belirtmeliyim.

Sözlü tarih çalışmalarının açtığı alanlardan biri de Türkiye’de din eğitiminin nasıl bir gelişme içinde olduğunu anlamaya çalışan çalışmalardır. Din eğitimin ve dini hayatın tarihini yazmak da, tarihe kurumsal mesleki gözlükleriyle bakmak da yukarıdaki verilerin de fikir verebileceği üzere oldukça karmaşık, kendi içinde birçok alt-başlık/sorunsala açılan bir alan. Bu sorunsalları başka bir yazıya bırakarak bu çalışmada yer alan 32 kişiden ikisine odaklanan bir okuma yaparak Müslüman kadının bazı konularda nereden nereye geldiğini anlamamızı sağlayacak ipuçlarına odaklanmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Röportajlarda, birkaç paragrafla söz edilen birçok konu aslında başlı başına kapsamlı birer sözlü tarih çalışmasına konu olabilecek, üzerinde çalışılmayı bekleyen açılımlar sunuyor. Şimdi kitapta yer alan Sevim Aykara (Turan) ve Beyza Bilgin’le yapılan söyleşileri okumayı deneyelim.

Yasağın Mahiyeti Neydi?

Sevim Aykara Ankara İlahiyat Fakültesi ilk mezunlarından.1931 Çorum Sungurlu doğumlu.1937 yılında ailesiyle Ankara’ya taşınan Sevim Aykara 1942 yılında Ankarta Ulucanlar Cumhuriyet İlkokulundan mezun olmuş.1948 yılında Ankara Kız Lisesinden mezun olan Aykara 1949 yılında öğretime başlayan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin ilk öğrenci ve mezunlarından. Fakülteye Remzi Oğuz Arık’la tesadüfen koridorda karşılaşması neden olmuştur. Babası medrese kökenli olan Aykara’nın annesi yatalak hastadır. Evdeki bütün işlerin sorumluluğu ona aittir. Babası ise karma eğitimden dolayı kızını okula göndermek istemez. İlahiyat Fakültesi öğrenciliği sırasında başlarını örtmediklerini belirtir Aykara. Bunları okul resimlerinden de anlamak mümkün. Öcal o yıllarda her kademedeki okulda başörtülü olmanın yasak olup olmadığını sorduğunda Aykara şu cevabı veriyor: “O dönemde de okullarda başörtüsü yasağı vardı. Bizden sonraki dönemde İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden Hatice Babacan, bu yasağa karşı mücadele verdi. Bayılıp hastanelik olduğunda ilk işleri, başörtüsünü başından almak oldu.” (C.1:288) Aykara’nın yanıtları İsmail Cerrahoğlu ile çelişiyor. Cerrahoğlu o yıllarda genel olarak kız öğrencilerin İlahiyat Fakültesinde okumaları, başörtülü olma durumunu ve böyle bir yasak olmadığını şu cümlelerle ifade ediyor: “O günlerde bugün olduğu gibi kız öğrencilerin başörtüsü gibi bir problemi olmadığından gayet normal karşılanmıştı.(…)ilk yıllarda Kur’an ve Arapça dersleri de yoktu. Sabahın erken saatlerinde fakülteye gelirler, Arapça ve Kur’an’ı bilen ben ve İbrahim Eken arkadaşım ile birlikte sınıf arkadaşlarımız ikiye ayrılır, bir grup İbrahim’le, bir grup da benle Kur’an okuma ve Arapça dersleri yapardık. Kur’an okurken kızlar başlarını örterlerdi. Açıksın kapalısın şeklinde birbirimizi kıracak davranışlarda bulunulmazdı. (…) Bildiğim kadarı ile kız talebenin başını açması ve kapaması konusunda idare ile bir problem yoktu. O günlerde fakülteye gelen arkadaşlarımızın hepsi lise mezunu olduklarından genellikle zaten başları açıktı. Ama içlerinden bir kaçı mümkün mertebe başını örtmeye çalışıyordu”(C:3,23) Burada iki düzeyde sorun var. İlki Cerrrahoğlu’nun otosansür yaparak konuşması, ikincisi Sevim Aykara’nın hafızasında ciddi atlamalar var. Babacan olayı atmışlı yıllarda yaşanan bir olay. Oysa Sevim Aykara ellili yılların başından söz ediyor. Bu tarihlendirmelerin ve vakaların daha ayrıntılı olarak okunmasının toplumsal hafızamız ve Başörtüsü mücadelesinin tarihi bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin genel olarak başını örtmediği noktasında Cerrahoğlu’nun tespitlerini o dönemde çekilen fotoğraflar da doğrulamaktadır. Ama örtenlerin serbestçe okula girebildiklerini söylemek mümkün değildir. Sevim Aykara fakültede ikinci sınıftayken başını örtmeye başlar. Ölümle yüz yüze geldiğini düşünür bir gün. Oldukça derin bir ürpermeyle sorumluluklarını hatırlar. Tam o sırada annesi vefat eder. O anda kararını vermiştir. Başını örtecektir. Okulda mecburen açtığını ifade ederken bir yasağın olduğunu ifade eder. Ama bunun açıktan bir yasaklamama mı, yoksa içselleştirilmiş iktidar anlayışından kaynaklanan çekinme durumundan mı kaynaklandığı belirgin değildir: “Okuyacağım ama örtünemiyorum. O zaman gücümün yettiği kadarını yapayım. Okul dışında başımı örteyim… diye düşündüm ve hemen bu düşüncemi uyguladım. Okul içinde mecburen açıyordum. Öğretmenliğe başlayınca da artık devamlı örterim diye düşündüm. Elazığ’a giderken beyaz bir örtü ile trene bindim. Orada da maalesef okul içinde açıyor, dışında örtüyordum” (C:1,289) İlahiyat Fakültesinde Kur’an dersinin olmama nedeni ise, bu dersin Harf İnkılabına aykırı görülmesidir. Burada ikinci önemli nokta Kur’an dersinin olmaması sadece Arapçasının okunmaması ile ilgili bir durum mudur? Bu soru şu açıdan önemli Eğer meal ya da tefsir bireysel olarak okunabiliyorsa Sevim Aykara’nın örtünme ile ilgili ayetleri biliyor olduğunu varsaymamız gerekecektir. Ama onun bu ayetleri bilmediğini Elazığ Kız Öğretmen Okulu Din Bilgisi öğretmenliğine atandığında okulun öğretmenler odasında yaşadığı şu olaydan anlıyoruz: “Beni aralarına kabul ettiler. Fakat başörtüm hakkında ileri geri konuşan asri(!) günümüzdeki deyimiyle (!)çağdaş arkadaşlar oldu. Bana bu konuda baskı yaptılar:

“Sen Ankara’da okumuşsun,bu ne hal?!...”Falan filan,,Ben de dedim ki:

“Hepimiz Müslümanız elhamdülillah! Bunu Allah Kur’an’da emrediyor”

“Öyleyse bize göster” dediler.

Hafız olmadığım için (sure ve ayetini) bulup göstereceğimi söyledim. Müftülüğe gittim ve rica ettim. Bilgi verdiler, ben de arkadaşlara anlattım. Bunun üzerine arkadaşlarım benimle ve başörtümle uğraşmayı terk ettiler” (C:1 298) Hakikaten ilginç değil mi? İlahiyat eğitimi almış bir öğretmenin örtünme ile ilgili ayetleri müftülüğe sorma gereksinimi duyması… Tabii o yıllarda güvenilir neşriyat eksikliğini de atlamamak gerekir.

Bilgiçlikler, Suskunluklar ve Haksızlıklar

Kemal İnal’ın bir yazısında “Laik Müslüman figürü temsilen Kemalistler, genelde İslâm’ı değil, fakat onun Anadolu’da algılanma ve uygulanma biçimini eleştirmişler; ama aynı zamanda toplumdaki temel (yol gösterici, kılavuz, örneksel vb.) kurumun din değil, bilim olması gerektiğini düşünerek dine dayalı dünya ve toplum görüşünden de uzaklaşmışlardır” biçiminde dile getirdiği anlayışın tipik temsilcilerinden Beyza Bilgin, 5 Mayıs 1935 İzmir doğumludur. 1955 yılında Eskişehir Lisesini bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde bir yıl (1955-56) eğitim gördü. Ardından Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi (1956-60). Yozgat ve Ankara İmam Hatip liselerinde öğretmenlik yaptığı yıllarda (1960-1965) aynı zamanda camilerde hanımlara fahrî olarak vaazlar verdi. 1965 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine asistan olarak giren Beyaza Bilgin İslam’da Eğitimin Temeli Olarak Sevgi isimli teziyle doktor (1971), Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri adlı tezi ile doçent (1979), Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi başlıklı çalışmasıyla profesör (1988) oldu. Türkiye’de din eğitimi dalında ilk profesördür. Doktora Hocası Prof. Dr. Bedi Ziya Egemen, Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Dr. Mehmet Karasan’dan oldukça çok etkilenen Bilgin’in üniversiteye geç giriş sebebi 1960 darbesidir. 27 Mayıs ihtilâli sonrası hocası Prof. Dr. Bedi Ziya Egemen’in akademik ünvanı Üniversiteler Arası Kurul kararıyla alındığı için beş yıl gecikir. Bu süreçte Yozgat’ta çalışan Beyza Bilgin’in çalıştığı Yozgat İmam Hatip Okulu iki açıdan önemli: İlki kız öğrencilerin ilk olarak kayıt yaptırabildiği İmam Hatip Lisesi olması ve okul müdürü olan Kemal Aydoğan’ın bir İstiklal Marşı töreninde boynundaki fotoğraf makinesi ile çektiği ve daha sonra Kemalist mitolojinin görsel imgelerden biri haline gelecek olan “Bulutlarda Atatürk(!) bakımından önemlidir.

Kendisine İsmet İnönülü yıllarla ilgili sorulan din eğitimi ve öğretimi ile ilgili sorulardan kaçan Bilgin İlahiyat Fakültesine girmeden önce Kur’an’ı sadece Arapçasından okuyan bir aile ortamında büyüdüğünü ifade eder. Onun okuduğu yıllarda Arapça dersler de programda yer alıyordur artık. Okuduğu ilk meal Hasan Basri Çantay’ın mealidir. Mustafa Öcal özellikle Beyaza Bilgin’in okuduğu yıllarda İlahiyat’ta başörtüsü ile ilgili ne gibi tartışmalar, gelişmeler olduğu konularında soru sormamakla önemli bir hata yapmış bence. İlk mezunlardan olan Sevim Aykara’ya sorduğu soruları ona da sorsaydı önemli bilgiler edinebilirdik süreç hakkında.

Doçentlik tezi laikliğe aykırı bulunarak reddedilen Beyza Bilgin’in bu süreçte yaşadıkları oldukça önemlidir. Doçentlikte iki danışman hocasını (Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Dr. Mehmet Karasan) peşpeşe kaybeder Bilgin. Eğitimde Program Geliştirme branşından müracaatta bulunan Bilgin’in tezine Fatma Varış onay verirken Kemal Özinönü (soyada dikkat!) Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri başlığını taşıyan tezin Kemalizm’e aykırı olduğunu iddia ederek tezin reddedilmesi gerektiğini düşünür. Selahattin Ertürk ise hasta olduğu için tezi okumadan Kemal Özinönü’nün kararına uymuştur. Tezi reddedilen Bilgin Danıştay’a dava açar. O zaman çoğunluk “Bir İlahiyatçının Danıştay’da dava kazanması olacak şey değildir” diyerek onu vazgeçirmeye çalışır. (C.2:382) Sonra Danıştay’ın oluşturduğu jüriden doçentlik kararı çıkar. O yıllarda yaşanan bu gelişmelerle sonradan daha yaygın biçimde tartışılan Başörtüsü konusu arasında Bilgin’in din eğitimi hakkındaki görüşler ile nasıl bağ kurulduğunu ve Bilgin’in başörtüsü konusunda ne kadar derin yanılgı içinde olduğunu anlamak mümkündür: “Din derslerinden korkuluyordu gerçekten, Din Dersleri yolu ile İnkilapların tersine çevrileceği korkusu vardı. Nitekim daha sonra üniversitelerde başörtüsü olayları çıkınca; ‘Bütün bunlar Beyza’nın başının altından çıktı’ denildi. Ben Din Derslerinin okuldaki yerini savundun, hatta daha sonra isteğe bağlılıktan mecburiyete dönülmesi için çalıştım, diye.

Oysa benim başörtüsü ile uzaktan yakından ilgim yoktu, başörtüsüne sempatim de olmamıştır, ‘kadın başarısını geri çekmiştir’ diye düşünürüm. Öğretmenler ve Diyanet, öğrencilere başörtüsünün ‘Allah emri’ olduğunu telkin ettiler, kızlar başlarını örttü, olaylar buradan çıktı, diye düşünüldü.” (C:2:383) Egemenlerin uygulamalarıyla ilgili en ufak bir eleştiri getirmeyen Bilgin daha sonra 12 Eylül döneminde aktif olarak Din dersleri ile ilgili düzenlemeler içinde yer alır. Bu düzenlemeler Türkiye’nin din politikalarının eğitime etkilerini teknik, pedagojik ve yöntemsel açıdan çok siyasal politikalara ya da devletin bürokratik yapılanma karakterine göre ele almanın zorunluluğunu ortaya koyar.

Bu söyleşilerdeki kayıtlarla, modernleşme sürecinde kadınların İslami ‘kimliği’ni nasıl kurguladıkları, yaşadıkları çelişkileri, tepkileri, güçlenme mekanizmalarını, var olma sürecinde yaşadıkları hayal kırıklıkları, başarıları, anlamlandırma ve sembolleştirme tarzları bulunabilir. Bunun yanında İlahiyatlı kimliği ile Yüksek İslam Enstitüsü kimliği arasında yaşanan gerilim/rekabet özellikle Beyza Bilgin söyleşisinde rahatlıkla görülebilir.

Sözlü tarih çalışmaları yarım yüzyıllık bir süreç içinde Batı ülkelerinde büyük gelişmeler kaydetmiştir. Örgütleri, periyodik yayınları olan ve birçok kitap yayınlayan, sempozyum ve konferanslar düzenleyen ve birçok proje gerçekleştiren batılı sözlü tarih grupları kadar dallı budaklı olmasa da benzer çalışma guruplarının yakın ve uzak tarihimiz çerçevesinde nostaljik teslimiyetçiliğe dönüştürülmeden gerçekleştirilmesi, hafızamızın yazılı hale getirilmesini sağlayacağı gibi Türkiye’de devletin din politikalarının araçsalcı doğasını anlamak bakımından önemli katkılar sağlayacaktır.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum