1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. Hüccetullâhi’l-Bâliğa Odağında Bir Mektuplaşma
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Hüccetullâhi’l-Bâliğa Odağında Bir Mektuplaşma

03 Ocak 2009 Cumartesi 21:30A+A-

Akabe Yayınlarının seksenli yıllarda yayımladığı bazı kitapları bu gün yeniden gözden geçirirken üst üste rastladığım bir takım yaklaşımlar dikkatimi çekti. Hatta Mavera dergisinde Erdem Bayazıt’ın Hamid Algar’la yaptığı söyleşide yer alan kimi ifadelerin söyleyene mi, söyleşi yapana mı ait olduğu noktasında ciddi kuşkular oluştu bende.

Akabe Yayınlarından seksenlerin sonuna doğru yayımlanan Meryem Cemile ile Mevdudi’nin Mektuplaşmalar (çev: Ebubekir Doğan, Akabe Yayınları, 1. Baskı, 1986, İstanbul)adlı eserinde de kaynaklara dönüşü savunan kimi isimlerin her coğrafyada “modernist” yaftasını yemekten kurtulamadıklarını görmek ihya ve ıslah hareketlerinin hemen her yerde karalayıcılarının olduğu yönündeki yargının ne kadar doğru olduğunu kanıtlayan örneklerden biri olması bakımından dikkat çekici.

Amerikalı Siyonist bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Margaret Marcus’un İslam’ı tanıma sürecinde hem devam ettiği Siyonist okul hem de geleneksel akımların oldukça çeldirici çalışmaları olmuş. Bunu mektuplarda özellikle de yaşam öyküsünü anlattığı bölümlerde görmek mümkün. Tabii 60’lı yıllarda yazılmış mektuplardan ziyade seksenlerin sonunda bu mektupların notsuz ve açıklamasız olarak yayımlanması da oldukça dikkat çekici. Bu konulardan birini Hüccetullâhi'l-Bâliğa ve müellifinin fikri konumlanışı hakkında Meryem Cemile’ye söylenenler oluşturmakta. Öyle ki bu eser sahibi üzerinden insanı kızdıracak türden sözlerin, yaklaşımların yeni Müslüman olmuş birine şaşmaz doğrularcasına öğretilmesinin tipik bir örneği bu yargılar...

Meryem Cemile’yi kimi noktalardaki yaklaşımları ve yazılarını önemli görüyorum. Buna karşılık, düşüncelerinin, zaman içinde oluştuğunun göz ardı edilmesi ve öylece okurla buluşması düşünsel açıdan onda bir tutarlılık olmadığı izlenimi oluşturabilir. Diğer yandan birkaç defa niyetlenmeme ve epey de yol almama karşın hayatımın bu güne kadarki döneminde, herhangi bir önemi olmadı benim gözümde Dıhlevî’nin. Adını andığım kitaptan kimi bölümleri okudum. Eserin bütününü bir çırpıda okuyamamış olmama karşın Gazali’nin İhya’sı ile eseri kıyaslayanlar eksik haklı. Çünkü bu alanı ihyâ ederek bid’at ve sapıklıklarla mücadele etmiş bir isim bu yönüyle İbn Teymiyye ile de benzeşir. Bu güne değin böyle bir karşılaştırma da yapılmadı. Söylediklerime şimdi öfkelenenler, şaşıranlar olabilir: Tamamını okumadığın eser hakkında niye yazıyorsun,  diye. Seçici tembellik diyelim geçelim. Öte yandan Asyalı Ozan’ı Bursa’daki iplikçi dükkânında ilk gördüğümde okuduğu iki kitaptan biriydi bu eser doksanlı yılların ikinci yarısında. Diğeri: Muhammed Esed’in Kur'an Mesajı adlı eseriydi.  Sonradan yayımlanan ve çağdaş klasik olmayı hak eden Düşünmek Farzdır’ın az sayıdaki dipnotlarında bu eserinde yer aldığını belirtmeliyim. Asyalı Ozan’ın Vahiy ve Sanat’ta Sezai Karakoç’a ait bir esere bibliyografik dipnotlarda yer vermediği anımsandığında(bu konuda KitapHaber dergisinde yayımlanan bir yazının son paragrafında sitemli ifadeler yer alır!)  Hüccetullâhi'l-Bâliğa’nın önemi daha iyi anlaşılır sanırım. Bu saptamalardan hareketle bu kısa okuma notunu yazma gereği duydum.

Seyyid Sabık’ın “müellifinin İslâm düşünce tarihinde ve akli ilimlerde bir dev olduğuna tanıklık eder” dediği Hüccetullâhi'l-Bâliğa’nın yazarı 1704 yılında Hindistan'ın Muzafferneger şehrinde dünyaya gelen Şeyh Veliyyullah Dihlevî’dir. Soyu baba tarafından Hz. Ömer'e, anne tarafından İmam Musa Kâzım'a dayanmaktadır. Hindistan'ın ilim ve tasavvuf çevrelerinde etkin bir konuma sahip bir ailenin mensubu olan Dihlevî, babası gözetiminde aldığı eğitimden sonra, daha 17 yaşında, babasının vefatı üzerine er-Rahîmiyye medresesinde müderris olmuş; otuz yaşlarında gerçekleşen uzun hac ziyareti hariç, Delhi'deki bu tedris ve irşad faaliyetini yürütmüştür. Hindistan'da İmam-ı Rabbânî ile başlayan "tecdid" hareketinin en önemli ikinci halkası olan müellif, 1762'de vefat etmiştir. Arapça ve Farsça olarak yüze yakın eseri bulunan müellifin en önemli eseri olarak zikredilen Hüccetullahi'l-Baliğa kitabının takdiminde Hayrettin Karaman şunları söylüyor: “Sevgili Peygamberimiz "Her yüz yılda bir, ümmetin dinini yenilemek (tecdîd) üzeri birinin geleceğini" müjdelemiş, gerçekleşen de buyurdukları gibi olmuştur. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî işte bu müceddidlerden biridir; onun bu özelliğinde kültür ve medeniyet tarihçileri ittifak etmişlerdir.
Dihlevî'nin Hüccetullâh'ı ise, İslam'a has zâhir ve bâtın bilgi kaynaklarından yola çıkarak bu dinin aslını, temel düşüncesini, kâinâta bakışını yakalamaya ve parça bilgi ve hükümleri bu bakış açısından açıklamaya yöneliktir. Dihlevî bu eserinde önce sistemi ve ilkeleri ortaya koymuş, sonra da hemen her konuya ait seçilmiş hadîsler üzerinden yürüyerek bütüne bağlı, tutarlı, doyurucu, tatmin ve huzur verici açıklamalar yapmıştır." Elbette eleştirilecek -özellikle girişinde-yaklaşımlar var bu takdimde. Diğer yandan Meryem Cemile’ye aktarılan rivayetlere/söylentili kuruntulara nazaran oldukça tutarlı bir bakış bu.

Eserin önceki yıllarda Elmalılı Hamdi Yazır ve Hasan Basri Çantay tarafından teşebbüs edilen çeviri faaliyetlerinin yarım kaldığını da öğrenmek olanaklı bu takdim yazısından. Karaman’ın İslam felsefesi ile İslam’ın felsefesi arasında yaptığı ayırım bence bu Takdim yazısının  en ufuk açıcı yanını oluşturuyor. Hüccetullâhi'l-Bâliğa’yı İslam’ın felsefesini yapan bir eser olarak takdim eden Karaman bu iki kavram arasında esaslı bir fark görür: “(. . . ) eser ilimler tasnifinde “İslâm Felsefesi” dalına ait değildir; çünkü bu dala ait kitaplar, İslam öncesine ait felsefeler ile İslam’ı uzlaştırmaya, daha doğrusu bu felsefelerin ortaya koyduğu düşünceleri ve bilgileri gerçeğin bilgisi olarak kabul edip bunlara uymaz gözüken vahiy mahsûlünü(. . . ) tevil ederek onlara uygun hale getirmeye, İslam’ı kadîm felsefe diliyle açıklanmaya yöneliktir. Dihlevî’nin Hüccetullâh’ı ise,  İslâm’a hâs zâhir ve batın bilgi  kaynaklarından yola çıkarak bu dinin aklını, temel düşüncesini, kâinatta küllî bakışını yakalamaya ve parça bilgi ve hükümleri bu bakış açısından açıklamaya  yöneliktir. İşte örneği oldukça az olan bu dala biz “İslam’ın Felsefesi” demeyi  tercih ediyoruz. Dihlevî bu eserinde önce sistemi ve ilkeleri ortaya koymuş, sonra da her konuya ait seçilmiş hadisler üzerinden yürüyerek bütüne bağlı, tutarlı, doyurucu, tatmin ve huzur verici açıklamalar yapmıştır”

Meryem Cemile Şah Veliyyullah’la ilgili olarak 25 Ocak 1962 yılında Mevlana Mevdudi’ye New York’tan yazdığı mektubunda şunları ifade ediyor:“
Şah Veliyyullah’tan okuduğum çok az miktar bile beni şaşırttı. Bir yandan Hint uleması   kendisini El-Gazali’den sonra gelmiş en büyük âlim olarak değerlendirirken, öbür yandan da modern batı medeniyetinin üstünlüğünü iddia eden Hüccetullâhi'l-Bâliğa adlı eserinde Kur'an’ın yabancı dillere tercüme edilmesini teşvik ediyor.(Nitekim kendisi de Kur'an’ı Farsça’ya çevirmiş)Tüm Arap unsurların belirli bir zamana ait birer unsur olduğunu, Arapların sadece peygamberin muhitini oluşturmaktan başka bir değeri olmadığını iddia ederken İslâm’daki dört mezhebin otoritesine de itiraz edip, Hintli Müslümanların ihtiyacına göre yeni bir fıkhi sistemin gereğinden bahsediyor. Kur’an ve sünnetin yegâne sahih kaynaklar olduğunu, geriye kalan tüm ilimlerin ve ictihadların yedinci yüzyıl Arabistan’ında ihtiyaç duyulan izahlar olduğunu, hakikatte ise bunların birer kabuktan ibaret dünyevi görüşler olduklarını söylediği rivayet olunuyor. Anlamadığım husus şu: Şeyh Veliyyullah İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’a yerleşmesinden önce yaşamış. Oysa onun  hakkında okuduklarımın çok az olmasına rağmen şunu anlıyorum ki, bu zat kendisinden sonra gelen, uzlaşmacı modernistlerin fikirlerine benzer fikirler taşıyor. Fikirlerini bağımsız olarak mı formüle etti, yoksa ona başka şeyler mi etki etti? Seyyid Ahmed Han’ın uzlaşmacı fikirleri İslâm öğretisini sakat ederken, Seyyid Amir Ali ve Mevlana Ebu’l Kelam Azad’ı da etkilemiştir. Hatta Âllame İkbal de bu görüşlerden etkilenmiş, İslâmî Düşüncenin Yeniden Düzenlenmesi adlı eserinde bunları savunmuştur”(s. 98-99) Cemile’nin “uzlaşmacı modernistler” dediği akımın öze dönüşle benzerlikleri gelenekselcilerin en önemli kozudur.Teknik olarak doğru gibi gözüken bu yaklaşımın özellikle siyasi konulara yaklaşımda  tökezlediği görülür.Şah Veliyullah çizgisi Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine karşı direnen en önemli hatlardan biridir. Fikri ceht konusunda ise şu anımsanmalı: Şatıbi’nin el-Muvafakat’ını görmeksizin ümmetin usûli anlamda yenilenmesinin gerekliliğini sezen Şah Veliyullah “Hangi asırda olursa olsun Müslümanlar, içtihadi mesâili, Kitap ve sünnete arzetmekten müstağni olamazlar” der.

Mevdudi ise Lahor’dan 10 Şubat 1962 tarihinde yazdığı cevabi mektubunda Şah Veliyyullah’la ilgili olarak şunları ifade eder: “Şah Veliyyullah’a gelince: Bu zat büyük ve gerçek bir İslâm alimi olarak yaşadı ve vefat etti. Onun her sözünü onayladığımı söyleyemem ama birinci kalitede bir muhaddis ve fakih olduğunu söylemek zorundayım. Hindistan’da hadis ilmini yaymakta öncüdür ve peygamberin kavlini onun sayesinde öğrenmişlerdir. Sahip olduğu ilmi dirayet ve saygın konumu, buradaki her reformcunun iştahını açmaktadır. Her sözünün anlamını saptırıp kendi kanaatlerinde olduğunu iddia ederler. Bütün eserleri Farsça ve Arapça olup, onun eserlerini okuyanlar, çok iyi bilirler ki bu reformcular haksız ve yalancıdır. Sadece kendilerine destek aramaktadırlar. Eserlerinde hiç yer almamış fikirleri ona izafe edip, kendi yanlış fikirlerini bunların üzerine inşa ediyorlar. Şah Veliyyullah asla rasyonalizmin üstünlüğünü iddia etmemiştir. Arap ve Arapça elementleri İslam’dan soyutlamağa teşebbüs etmemiştir. Ayrıca dört fıkhi mezhebin büyük bir takdircisi olarak yeni bir fıkhî ekolün tedvini için de çalışmamıştır. Bununla beraber dört mezhebin zamanla onurlandığını ve üstünlüklerini ikrar etmekle beraber, Hanefî ve Şafîî mezheplerinden istifade edilerek yeni bir fıkhî ekolün gerekliliğini savunmuştur. Fakat asla bunun ötesinde bir iddiada bulunmamıştır”(s. 102-103)Mevdudi onun içtihad ve mezhepler noktasındaki görüşlerini oldukça yumuşatarak muhatabına iletmektedir. Mevdudi cevabi mektubunda Meryem Cemile’nin sorduğu; Şah Veliyyullah’ın Allah’ın kitabını resmi ilim dili olan Farsça’ya tercüme edişi hakkında herhangi bir şey söylemez. Bu üzerinde durulması gereken noktalardan biridir. Çünkü bu öze dönüş çabaları bakımından son derece önemlidir. Pek çok yanlış inancın yıkılmasında etkili olacak olan bu çabasından dolayı Şah Veliyullah başta kibirli ve taklitçi ulemanın hışmına uğramış, hatta Fethpûri camisinde öldürülmek istenmiştir. Zamanla bu tepki sönmüş başka dillere de yapılan çeviriler sayesinde Hint coğrafyasında gerçek İslam inancının yerleşmesi ve yayılmasında önemli gelişmeler yaşanmıştır.

Mektuplaşmalar’ı dikkatle birkaç kez okudum elbette; ama söyledikleri kadar söylediklerinin ar(k)asındakiler beni ilgilendirdi. Meryem Cemile Mevdudi mektuplaşmaları burada bitmiyor; özellikle sanat, Siyonizm ve Yahudilik etkileşimi, Filistinli direnişçinin hayatının anlattığı Ahmed Halil adlı biyografik romanı, Muhammed Esed’in hayatının son zamanları ile ilgili Mevdudi’nin aktardıkları oldukça ilginç örneğin. Meryem Cemile’nin kimi noktalardaki yanlışlarını ise hem dönemsel etkilere hem de oluşmakta olan bilincine bağlayabilirim.

YAZIYA YORUM KAT