1. YAZARLAR

  2. Ferhat Kentel

  3. Farklı ‘ikna odaları’
Ferhat Kentel

Ferhat Kentel

Yazarın Tüm Yazıları >

Farklı ‘ikna odaları’

13 Ağustos 2011 Cumartesi 10:25A+A-

İkna odalarını bilirsiniz. 28 Şubat süreciyle birlikte başörtülü öğrencilerin başlarına örttükleri örtülerin “siyasi simge” olduğuna inanan “Cumhuriyet bekçileri” (ya da havarileri) tarafından icat edilmişti. Bu icat aracılığıyla bekçiler, üniversite kapılarında, başörtülü öğrencileri bu “çağdışı”, “karanlık” simgeleri aslında kendi özgür iradeleriyle değil, baskı altında taktıklarına, dolayısıyla “mantığın doğal icabı” ve “bilimin gereği” olarak çıkarmaları gerektiğine ikna etmeye soyunmuşlardı.

Üniversite kapılarının ötesinde, bizi yani meselenin doğrudan aktörü olmayanları da dört koldan ikna etmek için medya ve kaset marifetiyle, şehir efsaneleriyle (“parayla aldatılmış kızlar”, “aslında İslam’da böyle bir şey yok; bakınız falanca ayet”, “bir gün esas onlar hepimizi türbana sokacaklar” vb.) başörtülü kızları yalnızlaştıran her türlü çabayı göstermişlerdi.

Ve yüzlerce genç kız ağır psikolojik darbeler yiyerek ya başörtülerini çıkarmışlar ya da kadınları özgürleştirme ve toplumsal hayata katma iddiası taşıyan “çağdaşlaşma çabalarına” rağmen, “hayret bir şekilde bir türlü ikna olamadıkları için” evlerine dönmek zorunda kalmış; evlerinin kadını olmaya itilmişlerdi.


Çünkü bekçiler her şeyi “en iyi bilenlerdi”, hikmetlerinden sual edilmezdi.

Kuşkusuz, her şeyi en iyi bilen, hikmetlerinden sual edilmeyen bekçiler sadece üniversite kapılarında yok. Egemenlerin ideolojilerini, söylemlerini, sınıflarının kültürel cilalarını benimsetmek için çok zengin “ikna” yöntemleri var.


Kendi icat ettikleri kurgulara neredeyse tapınarak inanan pek çok yapı, kurum ve onların bekçilerinin, muhatap oldukları insanları, ve tabii ki kamuoyunu da kendi inançlarının doğruluğu konusunda ikna etmek için kullandıkları gayet mükemmel, dört başı mamur yöntemler bunlar...

Mesela askeriyenin yarattığı ve ikna olmamız beklenen “inanç”... “Tekrarlamak” zorunda hissettiğimiz söylem parçaları: “kutsal ordu”, “peygamber ocağı”, “ana kucağı değil, asker ocağı”, “gözbebeğimiz”, “en üst rütbeli generalinden en alt seviyedeki erine kadar mükemmel yetişmiş, vatanı için ölmeye ve öldürmeye hazır ordu mensupları”... Adeta dokunulmazlık yaratan, dokunulduğu takdirde “istikrarsızlık” ve “belirsizlik” doğacağını, “askerin savaş kapasitesinin zayıflayacağını”, “halkı askerlikten soğutulup, suç işleneceğini” iddia eden, militarizmi, erkekliği, savaş dilini yücelten bir söylem...

Bu kutsal kurumun şimdiye kadar becerdiği (ve bir kere bile dönüp yüzleşmediği) darbeleri, Diyarbakır cezaevlerini, savaş mantığıyla sivil siyasete müdahalenin bir tezgâhı olarak “Ergenekon”u, yalanlı dolanlı “psikolojik harekât” adı altında toplumu bölmeye soyunan “internet andıçlarını” saymıyorum bile... Rüşvet, kayırma ve torpilleri, AİHM’de tescil edilen ve her türlü hukuksuzluğu barındıran “disko” (kısaltılmış adı bile alaycı bir aşağılama arzusuyla bütünleşmiş “disiplin koğuşu”) uygulamalarını, ve tabii ki, sıradanlığın dik âlâsı olan dayağı düşünmek bile yeter...

Bu türden “hatalı” durumlar ortaya çıktığı zaman, alelacele “bunlar münferit vakalardır efendim” diyerek gencecik çocukların eline pimi çekilmiş bomba veren psikopatları bile ve onların türevlerini hızla unutmamızı sağlamaya çalışan bir dille “ikna” olmamız bekleniyor.

Bu dil öyle ikna edici ki, bütün o dayaklara maruz kalanların bile, erkekliklerinin yediği travmaları ancak garip bir ironiyle aşmaya çalıştıkları, adeta eğlenerek “valla bir çavuşum vardı; bir çarptı mı, bir de duvar çarpardı”, “ama dayak yiyenler zaten hak ediyorlardı” destekleriyle meşrulaştırdıkları, içeriyi dışarıya kapatan, içerideki her türlü acımasızlıktan kafamızı başka tarafa çevirmemizi sağlayan bir dil olarak rahatlıkla ortalıkta dolaşıyor.

Bu sayede, bırakın üstlerin erlere reva gördükleri muameleyi, mesela subaylar ve astsubaylar arasındaki adeta “sınıfsal” ayrımlar (askerî yaz kamplarında plajları, kafeteryaları bile bölen ayrımcılıklar, subay eşleri arasında bile kocalara bağlı rütbe hiyerarşisi vb.), kısa dönem-uzun dönem erler arasında bile eşitsizlik üreten bir “inanç dili” bizi biteviye ikna etmeye çabalıyor.


Ve ikna odalarından başarıyla geçmiş olanlarımız “Bir askeriye kalmıştı dokunulmadık, ona da el koydular” diyorlar...

Hikmetinden sual olunmaz bir “disiplin” söylemi eşliğinde, “kol kırılır yen içinde kalır” (daha az asil tercümesiyle, “pisliğin halının altına süpürülmesi”) deyimini vazederek, mevzu hakkında düşünmemizi yasaklayan, tabularla engelleyen bekçilere rağmen, aslında kafamızı içeri her uzattığımızda, en sert “dokunmaların” hüküm sürdüğü ve hem içeri hem dışarı doğru çalışan bir “ikna odası”nı görebiliyoruz.

Ama askeriye en sert “ikna odası” olsa da, çok daha sofistike, çok daha “yumuşak” çalışan başka ikna odaları da var: mesela hükümlerini sürdürmek için, ikna odalarında “ekonomik, bilimsel rasyonelliğin” dilini kullanmayı çok iyi becerenler... Onları da haftaya bırakalım...


[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT