1. YAZARLAR

  2. Sibel Eraslan

  3. Erdoğan: Sabır ve öfkenin kompozisyonu
Sibel Eraslan

Sibel Eraslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Erdoğan: Sabır ve öfkenin kompozisyonu

11 Ocak 2010 Pazartesi 00:00A+A-

Siyaset yapmak... Hem de Türkiye gibi demokratikleşme serüvenini, Doğu/Batı ekseninde, hem tarihi hem coğrafi müktesebatı ile ciddi gerilimler içinde tecrübe eden bir ülkede siyaset yapıyor olmak...

Dünyanın en ağır yüklerinden olsa gerek... Bir yandan geniş tarihi ajandası ile Osmanlı hinterlandını ve geçmişteki etkinliğini Batı’nın tırnak işaretli hafızasından asla silememiş sakıncalı bir harita... Diğer yandan genç ve dinamik nüfusuyla, talepleri Avrupa hukuk ve ekonomi masalarına kadar dayanmış bir ülke... Avrasya hattında, “at başını” andıran “köprü” manzarasını mündemiç...

Doğu/Batı rasatında, bir türlü kabına sığmayan, hayranlıkları, özentileri, müteşebbis hareketliliği yanısıra, kendinden mutsuzluğu kadar kendine aşırı güveni de olan ve üstün uyum kabiliyeti kadar hiçbir zaman terk edemeyeceği uyumsuz kendiliğinden de taviz vermeyen bir milletiz... Sevdik mi tam severiz, sevmediğimizdeyse Allah korusun!

Çelişkilerimiz, bizi biz yapan en önemli hareket imkanımız aslında.

Evet. Çok konuşuyoruz, hepimizin ülkemiz dendiğinde, hayatımız dendiğinde konuşacağı, söyleyeceği şeyler var çünkü. Zaten hayat da bu değil midir? İlk elden ve dışarıdan bakan diplomat gözler için belki ukalalık yahut gevezelik gibi gelecek bu durum, aslında bizim ne kadar hayata bağlı, hayatı ve geleceği ne kadar da önemseyen kişiler olduğumuzun da göstergesi... Yılgınlık içinde suspus olmuşumuz yok aramızda neredeyse... Futbol ve siyaset merakı, ilçe ve köy dernekleri, seyyar satıcılar, öğrenci, işçi, emekli protestoları, sokaklarda röportaj yapan yüzlerce genç radyo-dergi muhabiri, iğne atsan yere düşmez semt pazarları, cep telefonları ve internet kafeleriyle kendi yatay gündemini oluşturan, desteği ve muhalefetinde her daim tutkulu, atak ve hemen her konuda söyleyeceği olan bir halkız... Bir pire için derhal yorgan yakabileceğimiz gibi, işimize geldiğinde “Ha? Efendim? Buyur? Yok ya?” sözleriyle mermere rahmet okutacak sağırlığı anında kuşanmayı da biliriz. Zorda kalınca önce alttan alır sonra da sıvışırız, adamlığın dokuz tekmilinin buradan geçtiğini anamızın karnında öğreniriz... İşin içinden çıkamadığımızdaysa bir şarkı tutarız içimizden, çalsın sazlar oynasın beyler misali, taranam tarananam... Müziksiz yaşayamayız. İsterse padişah olalım, isterse köroğlu, hatta sosyal demokrat, liberal ya da İslamcı fark etmez, herkesin bildiği, sevdiği, sığındığı en az bir şarkısı, bir ilahisi, bir marşı, bir türküsü vardır bu ülkede...

Bu çelişki ya da müptezellik değil, hayatta kalma dinamizmiyle ilgili bir şeydir...

Mutluluğu ve mutsuzluğu ile, merhameti ve acımasızlığı ile, konukseverliği ve öteki hazzetmezliği ile, sarmaş dolaş birbirine geçmiş bu dönencede, siyaset yapıyor olmak elbette “geniş yüreklilik” ister... Sadece yazılı politika bilimi, psikiyatrik-diplomatik ince toplumsal ayarlar, sosyolojik analizlerle değil... Ciddi bir ruh/beden dili, risk gerektiren bir gerçeklik üslubunu da önemseriz bizler, siyaset dendiğinde... Siyasetin ne olduğundan çok nasıl’ına bakarız...

Tayyip Erdoğan’ı diğer siyasetçilerden farklı kılan en önemli özelliği de bu olsa gerek. İnsanlar ona baktığında kendi küçük dünyasından izler, benzerlikler görüyor. Hem öfkesinde hem sabrında, hem de beklenmedik anlarda tüm gerçekliği ile meselelerin içine giriş hızında… “One Minute” hadisesinde olduğu gibi, aniden muhatabına dönüp, diplomatik kurallara el değdirme ve dokunma riskini de göze alarak, hatta göze dahi almadan, içinden geldiği gibi gerçek haliyle kuruyor siyasetini... Veya bütçe konuşmalarında önce normal normal açıklamalar yaparken, muhalefetin laf atmalarıyla konuşmayı kesip Meclis Başkanına dönerek, siz mi susturacaksınız ben mi susturayım diye konuşurken... Bir açılışta video gösterimini hazırlayamamış elemanlarına ateş püskürürken, ağlama yar ağlama türküsünde annesini hatırladığında gözyaşlarını tutamazken, yeni hizmete girmiş belediye otobüslerinden şoförleri indirip dur bakalım bir de biz deneyelim diyerek aslında bu işi en iyi ben bilirim dercesine direksiyon tutması, taksicilerle çay içmesi, köşe yazarlarıyla kavgaya tutuşması, mahalle çocuklarıyla hasbihali... Hasılı kelam, öfkesi, sevinci, tasası, merakı ile gerçek bir kişi…

Niçin lafı bunca uzattım?

Geçtiğimiz Perşembe günü, Başbakanın bir iki “adamını” (bakan) alıp, Genelkurmay’a yaptığı “beklenmedik” (aslında beklenir de) ziyaret, yine tüm siyaset teorilerimizi, felaket tellallığına dönüşmüş politik fallarımızı yerle bir ediverdi de ondan…

Türkiye’de siyaset yapmak, her şeyden önce, niçin geniş yüreklilik istiyormuş bir kere daha anladım şahsen... Öfke kadar sabır… Ama herhalükarda gerçek ve sahici... Kapıları sımsıkı örtmek yerine, açmak... Bu ani ziyaret (aslında rutin bir iş olduğu halde) hepimizin zihninde ciddi bir ferahlama alanı açmıştır... Şüphesiz ki bu iş, tek başına sihirli bir değnek değildir, ama ayrışmaların had safhada tartışıldığı bir zeminde, akort girişimi olarak oldukça önemlidir…

Tayyip Erdoğan’a has bu siyasal yönetim kompozisyonu, aslında Türkiye’ye, hepimize has bir kompozisyon... Sabrında da öfkesinde de gerçek. Tıpkı sizin gibi, benim gibi...

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT