1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. "Enformasyon Savaşından Dezenformasyon Savaşına"
"Enformasyon Savaşından Dezenformasyon Savaşına"

"Enformasyon Savaşından Dezenformasyon Savaşına"

Ersin Çelik, enformasyonun değil dezenformasyonun borusunun öttüğü bir zaman diliminde İletişim Başkanlığı'nın önemli çalışmasını inceliyor.

13 Şubat 2024 Salı 11:30A+A-

Ersin Çelik / Yeni Şafak

Hakikatin mücadelesi: Tükeniyoruz!

Son birkaç yıldır dilimizde ve daha çok sosyal medya aracılığı ile hemen önümüzde olan bir kavram var: “Dezenformasyon.”

Kökeni Fransızca, kısaca “bilgiyi çarpıtmak” demek. Bir münakaşada taraflardan biri “çarpıtma” der ya hani, öyle bir durum gelebilir akla ama değil. Çok daha fazlası. Anlık bir tepkinin ötesinde, kastı ve kurgusu olan bir çarpıtma söz konusu.

Dezenformasyon kavramı, Wikipedia’da TDK’ya dayanılarak şöyle genişletilmiş: “Yanlış veya doğruluğu bulunmayan ve kasıtlı olarak yayılan bilgi; bilgi çarpıtma anlamına gelir.”

Bu durumda kasıtlı olarak çarpıtma gibi, çarpıtılmış bilgiyi, bile isteye yaymak da dezenformasyon oluyor. Farkında olmadan yaymaya da “mezenformasyon” deniliyor. İletişim Ansiklopedisi sitesinde mezenformasyon şöyle tanımlanıyor: “Yanlış veya yanıltıcı bilgilerin kasıtsız olarak gerçekmiş gibi sunulmasıdır.”

Bilginin çarpıtılması ve yanıltıcı haliyle yayılması, internet çağını yaşayan günümüz insanlığının gündelik yaşamdaki en ciddi problemlerinden. Ancak meseleye sadece sosyal medyadan film şeridi gibi akan, birkaç saat sonra unutulan sahte içerikler ve bile isteye okuduğumuz manipüle edilmiş haberler üzerinden bakmamalıyız. Sosyal medya mecraları, “dezenformasyon” ve “mezenformasyon” düzeninin hem üretim hem de tüketim merkezleri aynı zamanda.

“Düzen” derken şöyle açayım: Milyarlarca insan, “kullanıcı” kimlikleriyle iletişim, etkileşim ve kaos denkleminin unsurları haline bu mecralarda getiriliyorlar. Haliyle dezenformasyona uğramış içerikler de gündelik yaşamın bir parçası oluyor. Doğru olmayan içerikler, sürekli maruz kalma sonucunda kullanıcılarda, “istenmeyenden” kabul edilen ve bir şekilde makul görülen bir iletişim gerçeğine dönüştü. Sosyal medya bir yanıyla da çarpıtmanın meşruiyet alanını inşa etmiş oluyor.

Bu kısır döngüden çıkmak ve düzene teslim olmamak artık çok güç. Çünkü platformlar, kabul etmeseler ve önlem alıyormuş gibi görünseler de “çarpıtma döngüsü”nden besleniyorlar. Fiziki sınırların yok sayıldığı, devletlerin, anayasaların pasifize edildiği “internet dünyasında” durum her geçen gün bir çıkmaza doğru gidiyor. Türkiye’nin de hem devlet hem toplum olarak enerjisini sömüren bu sultayı ancak hakikatin gücü ve etkisiyle alt edebiliriz.

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un editörlüğünü yaptığı, ‘Enformasyon Savaşından Dezenformasyon Savaşına’ adlı kitabı okudum hafta sonu. Paradigma Yayınları’ndan çıkan, Türkiye’nin yanı sıra tüm insanlığın ve devletlerin maruz kaldığı dezenformasyon operasyonlarına karşı yürütülen ve yürütülmesi gereken mücadeleyi örnekler üzerinden ele alan kitap 10 makaleden oluşuyor.

Altun’un, “Hakikatin İktidarı mı, Dezenformasyon ve Manipülasyonun Sultası mı?” başlıklı makalesindeki şu bölüm, sosyal medyada maruz kalınan çarpıtma düzeninin şahısların ötesinde kurulu düzenleri hedef aldığı gerçeğine dikkat çekiyor: “Dezenformasyon sadece toplumu yanlış yönlendirme ve bilgiyi çarpıtma kampanyası değildir. Özellikle yeni dijital dönemde, dezenformasyonun amacı ve sonuçları bu sınırın dışına çıkmış, bir ülkeye ve topluma zarar verebilecek boyutlara ulaşmıştır. Dolayısıyla dezenformasyonla mücadelede alınacak tedbirler açısından da bir savaşın gerektirdiği kararlılık ve tutarlılık gösterilmelidir.”

Sadece Instagram, Twitter ve Facebook gibi anlık içerik mecraları değil. Bahsi geçen kitapta Netflix’in nasıl bir dezenformasyon ve manipülasyon gücü olduğuna da kapsamlı olarak değiniliyor. Doç. Dr. Mesut Aytekin’in makalesinde, kültürel ve siyasal baskı aracı olan Hollywood’un misyonunu günümüzde Netflix’in üstlendiği ve yayınlanan filmlerin insanlar üzerindeki kalıcı dezenformasyon etlilerini ele alınıyor. Film ve dizilerin izleyicisine vermek istediği mesajları inceleyen makale, Netflix’in inşa ettiği düşüncenin ana hedeflerinden birinin Türkiye ve Türk halkı olduğunu da gözler önüne seriyor.

Kitabı okurken şunu bir kez daha anladım: Eğlenceli içeriklerin ve sınırsız tüketimin tutsağı olan, günlük ekran süreleri 8 saati bulan biz kullanıcıların, nasıl bir savaşın ortasında kaldığımızın farkında olmaması aslında çok normal. Çünkü idrak edemeyecek kadar bağımlıyız. Bu kötü alışkanlığa korkarım ki zamanla dezenformasyon bağımlılığını da ekleyeceğiz. İnsanlık her alanda ve her an; yalanın, sahtenin, gerçek ötesinin esiri olma aşamasında. Buna mukabil hakikat de sosyal medyada geçirilen zaman gibi tükeniyor, gücünü, etkisini yitiriyor.

Dip not: Aylardır Gazze’de yaşanan ve bugün Refah’ta devam eden soykırıma karşı, ortaya konulan hakikat mücadelesi elbette çok anlamlı. Vicdanı olan herkes, her devlet ve millet; İsrail, Amerika ve Batı medyası üretimi dezenformasyona direnmeye çalışıyor. Lakin soykırımın yıkıcı etkisi sosyal medya üzerinden izleyicisi olan insanlığı da baskısı altına alıyor artık. Duygular tükeniyor. Acının eşiği kalmadı mesela. Dünya, ‘en modern çağı’nda, teknolojik imkanların zirvesinde ancak insanlık büyük bir çıkmazda ve dibe doğru gidiyor. İmkanlar ile insanlık arasındaki makas gittikçe açılıyor. Sosyal medya esaretinden gerçek hayatın gerçeklerine geçişte zorlanıyoruz. Hakk’a ve hakikate teslim olmaktan başka bir yol, seçenek görünmüyor.

HABERE YORUM KAT