1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. En üst gayemiz Allah'ın rızası olmalıdır!
En üst gayemiz Allah'ın rızası olmalıdır!

En üst gayemiz Allah'ın rızası olmalıdır!

Yavuz Köktaş, Taha Abdurrahman'ın fikirleri üzerine kafa yormaya devam ediyor.

22 Haziran 2023 Perşembe 16:45A+A-

Prof. Dr. Yavuz Köktaş / Düşünce Günlüğü

Taha Abdurrahman’ın felsefesine dair bazı mülahazalar -II-

Yazımızın ikinci bölümünde, Taha Abdurrahman’ın değer ve ahlak ile insani eylemleri nasıl açıkladığını ortaya koymaya devam ediyoruz: Varlık/eşya. Varlık maddî unsurlardan oluşmaktadır. Hepsinin temelinde bilinçsiz atomlar vardır. Örneğin, ateist bunların rastlantısal olarak birleştiğini iddia eder. Bunların inşasında bilinç yok, akıl yok, irade yok, amaç yok! Oysa ahlakın temeli iradedir. İrade bilince dayanır. Ateist iradeyi kabul edemez, zira irade metafizik bir olgudur. Maddeye indirgenemez. İradeyi reddettiği anda ise ahlak en önemli temelinden yoksun kalır. Bu bir yana varlık kendi kendini yaratmadığına göre yaratılmıştır.

VARLIK BİR İŞARET EDİCİDİR

Varlığın yaratılmışlığı, varlığı başka türlü görmeyi gerektirir. Bu görme biçimi manevîdir. Kur’an’ın tabiriyle varlık bir ayettir, bir göstergedir, bir işaret edicidir. Varlık/eşya kendi başına bir “değer” ifade etmez. Ancak bir “değer”e işaret edebilirler. Kendileri “değer” üretemez, ama bir “değer”in varlığına işaret ederler. Sanatın, sanatkâra; resmin ressama işaret ettiği gibi. Sanatın “değerli” oluşu veya resmin “değerli” oluşu sanatkâr ve ressamdan dolayıdır. Esere güzelliği katan sanatkâr ve ressamın ruhudur. İşte kainatın “değerli” oluşu da “Yaratıcısı”na alamet ve işaret oluşundandır. Yol levhasını hatırlayalım. Bir levha kendi başına anlamlı değildir belki. Ama işaret ettiği yer dikkate alınırsa levhanın kendisi değerli hale gelir. Bu durumda demek ki, levhanın kendisi olmasa bile, işaret ettiği yerdir önemli olan. Levhanın eni, boyu, rengi, hacmi, kütlesine takılıp kalırsak işaret ettiği asıl yeri ihmal ederiz. Asıl, işaret edilen yerdir. Levha dendiğinde enini boyunu değil, bu bütünlüğü kavramaktır aslolan.

EMANET OLUNAN İLE İLİŞKİMİZ

Tabiat/çevre. Aslında bu, yukarıdaki maddenin bir parçasıdır. Yani varlığın bir parçası. Varlık çok geniş. Tabiat belki yakınımızda olan, dokunduğumuz, hissettiğimiz, bizi etkileyen nesneler toplamı. Tabiat veya çevre manevî yapısı göz ardı edilen bir kaba maddeler toplamı mıdır yoksa tabiat ve çevre onu yaratanın bize emanet ettiği bir varlık mıdır? Bakış açısı davranışı da belirler. Tabiat salt manevî yönünden kopuk madde toplamı ise ona karşı fazla bir sorumluluğumuz yok demektir. Tabiat, insan arzularının egemen olduğu ve sömürülmeye müsait bir alan demektir. Ama tabiat yaratılmışsa ve Yaratan’ın insanoğlu için musahhar kıldığı bir emanet ise işin rengi değişir. Aynen mal ve servette olduğu gibi. Bunlar emanet ise onunla ilişkimiz değişir. Tabiat da bize emanet ise onunla ilişkimiz emanet ilkesi çerçevesinde gerçekleşir. Tabiat yine tabiat olacaktır. Çevre yine çevredir. Müslümanın da onunla muhakkak ilişkisi olacaktır. Ancak bu ilişkiyi ahlak belirleyecektir. Aynen bilimde olduğu gibi. Müslüman da bilim yapacaktır, teknoloji üretecektir. Ama bu üretimi ahlak belirleyecektir. Bir şeyin mümkün olması başkadır; meşru olması bambaşkadır. Her türlü teknoloji mümkün müdür? Evet, mümkündür. Bu imkan, her türlü teknolojinin üretimini meşru kılar mı? Seküler anlayışa göre, kılar. Teknoloji zarar verse de başka teknolojiyle onun zararı giderilir. O da zarar verirse öbürüyle, bu sonsuza kadar devam eder. Ancak manevî bakış, ahlaka dayanır. Ahlakın yönlendirmesini dikkate alır. İnsana zarar veya fayda verecek konuya odaklanır. Onun için ahlakî bakış burada da temel değerdir.

KALBİN AKLI

Akıl. Bugün tek bir akılcılık geçerlidir: Soyut akıl. Buna zihnin aklı da diyebiliriz. Soyut akıl, neticede bu dünyaya ait bir akıldır. Bu dünyayı imar eden bir akıldır. Gayb ile ilişkisi kesilen bir akıldır. Soyut akıl, tek alem görür: Şehadet alemi. Bu haliyle eksik bir akıldır. Çünkü gaybî, ruhî, kalbî ve ahlakî boyutu yetersizdir. Şayet akıl, bu dar kalıplarından çıkıp ruhî olanı, manevî olanı keşfedebilirse ilahî olanı temsil mertebesine yükselebilecektir. Ruhî olana yükselmesi de ancak arınmacı bir yaklaşımla; ibadet ve amel ile gerçekleşebilir. Bu akla Taha, “müeyyed akıl” demektedir. Buna “kalbin aklı” da diyebiliriz. Soyut akıl, tekil olayları görür. Zahir üzerinde donar kalır. Eşyanın arka planını göremez. Soyut akıl araçsal bir akıldır. Müeyyed akıl ise zahiri aşarak batına nufüz eder. İnsanın eşyanın hakikatine vakıf olmasını sağlar. İnsan bu akıl sayesinde küllî maksatlara ulaşır. Müeyyed aklın sonucu ihlastır. Küllî maksadları idraktir. Bu ise en geniş anlamıyla ahlaktır. Ahlakî bir bakışaçısı, manevî bir görüştür.

O halde şunu diyebiliriz: İnsan müeyyed akıl ile hakikati küllî olarak idrak eder. Ancak bu idrak sadece laf ile olacak bir şey değildir. Böyle olsa soyut akıldan farklı olmaz. Muhakkak amel ve ibadet gereklidir. Amel ve ibadet, en geniş anlamıyla ahlakın tahakkuku demektir. Amaç, ahlakı tahakkuk ettirmektir. Demek ki, aklın da arka planında ahlak vardır. Akıl ahlak ile beraber olmalıdır.

HÜKMÜN TEMELİNDEKİ İKİ PARADİGMA

Hüküm. Buna hukuk da diyebiliriz. Taha’nın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Taha, bu konuyu da ahlak çerçevesinde ele almıştır. Taha, ilahî emir ve hükmün iki paradigmaya dayandığını ifade eder: Hukukî/fıkhî ve ahlakî paradigma. Ahlakî paradigma hukukî paradigmadan öncedir. Çünkü emrin faydası, sadece dış dünyada zahiren tatbik edilmesi ile ilgili değildir. Aksine bu emrin sonucu olarak ortaya çıkacak ahlakî maslahatla ilgilidir. Her şer‘î hüküm iki yöne sahiptir: Hukuki yön ve ahlaki yön. Bu ikisi ne zaman bir araya gelirse orada orta yol tahakkuk eder, ne zaman da birbirinden ayrılırsa orada aşırılık husule gelir. Fakihler ilahî emirlerle ilgili ahlakî paradigmayı büsbütün ihmal etmeseler bile ahlakî olan, hukukî paradigma ile aynı ilgiye mazhar olamamıştır. Taha zikretmese de muhtemelen fıkhın arkasındaki ahlak şudur: Allah, Allah korkusu, Allah saygısı, Allah sevgisi, adalet, emanet, ihlas, uhuvvet, izzet, takva, cihad/mücahede, felah vs. Seküler kanunun arkasında da seküler ahlak vardır. Polis/jandarma korkusu, hapis, eşitlik, özgürlük, adalet…

Bu çerçevede Taha, fıkhın tarihsel dönüşümünü de irdelemiştir. Ona göre fıkhın iki dönemi vardır: Biri “diri/ruhî fıkıh” diyebileceğimiz dönem; diğeri ise mekanik/teknik fıkıh diyebileceğimiz dönemdir. Hayatın içindeki diri fıkıhta ahlakî yön asıl; hukukî yön fer’dir. Teknik fıkıhta ise hukukî/zahirî yön asıl; ahlakî/batınî yön fer’ olmuştur. Burada fıkıh artık bireyin iç dünyasını arındırmak, kalbî amellerini iyileştirmekle ilgilenmemekte, varsa yoksa dış dünyadaki davranışlarını normatif bir zemine oturtmaya, ibadet ve muamelatın sıhhatini sağlamaya ve bunların belli zahirî kurallara göre yapılmasını temin etmeye çalışmaktadır. Böylece amellerin düzeltilmesinde asıl unsur batın olacağına, zahir, aslî unsur haline gelmektedir.

Acaba diyorum, buna şöyle bir örnek verebilir miyiz? Namaz kılıyoruz. Namazın esası, adam gibi namazı ikame etmektir. İhlasıyla, huşusuyla, dünyevî meşgalelerden uzaklaşmak yoluyla namazı ikame etmek… Böylece Allah şuuru dipdiri tutulacak, bu şuur bizi münkerlere karşı uyanık kılacaktır. Namazın ruhu budur. Ancak fıkıh namazın bu yönüyle değil de örneğin, “Namazda huşu yoksa namaz bozulur mu?” gibi sorulara odaklanmıştır.

AHLAK İLE FIKHIN İRTİBATI

Fıkıh, namazı ikame eden şeylerle değil, namazı bozan şeylerle ilgilenmiştir. Bu da tamamen şekil şartlarıyla ilgilenmek anlamına geliyor. Böylece namazın batını ile zahiri arasındaki makas farkı açılmış oluyor. Acaba bu anlayış “fetva-takva” ayırımına da yansımış mıdır? Burada takva sanki olmasa da olur cinsinden veya şahsî tercihi ilgilendiren bir şeydir. Oysa takva Kur’an’ın en temel kavramıdır. Ahlak da öyle. Ama sanki fıkıh karşısında ahlak olmasa da olur cinsinden bir şey. Bazen kavram ve anlayışların içeriği dönüşebiliyor. Yapılmak istenen anlaşılabilir belki, ama bu tür kavramlar üzerinden olunca iş bir çıkmaza giriyor gibidir. Elbette fakihin böyle şeylerle ilgilenmesi mesleği gereğidir. Üstte dediğimiz gibi “Şöyle yapsam namaz bozulur mu?” diye sorulsa fakihin buna bir cevabı olmalıdır. İnsanların dünyaya dalmaları, bu tip soruların fazlaca ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hal böyle olunca böyle sorulara şekil şartlarına uygun cevaplar verilmiş ve batından uzaklaşmak gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Burada fakihi suçlamak veya yanlış yaptığını söylemek sorunu çözmez. Doğru da değildir. Ama sonuca bakıldığında ahlakın fıkıhtan koptuğu tespitini yapmak da şarttır. Ahlak ile fıkhın irtibatını kurmak gerekir. Bunun yolu da bu şartlarda namazı bozan şeylere, namazın mekruhlarına önem verdiğimiz kadar namazın ruhunu, özünü, amacını da anlatmak, sürekli vurgulamaktır.

Taha’ya göre fakih, ilahî hakimiyeti kabul etmekte ancak onu ahlakî bir düzeye çıkaramamaktadır. Zira bireyin içsel değil, dışsal haliyle ilgilenmektedir. Taha bu noktada insanın nefsi ile birlikte var olan nitelikleri ikiye ayırmıştır: Biri, kendi iç dünyasında gerçekleştirmesi gereken nitelikler. Bunların başında ihlas gelir. Diğeri, başkası ile ilişkilerinde olması gereken nitelikler. Bunların başında adalet gelir.

ASLOLAN AMİRE YOĞUNLAŞMAKTIR

Adaletin tesis edilmesi için de gerçekte içsel niteliklerin hakiki anlamıyla temin edilmesi gerekmektedir. Fakihin içsel ahlakı gerçekleştirmesi için doğrudan Allah’ı merkeze alan bir duruşu ve sezişi uygulaması gerekmektedir. Zahirî fakih emirlere, onların anlaşılmasına yoğunlaşmaktadır. Asıl olan ise emirlere değil âmir’e yoğunlaşmaktır. Arada fark vardır. Emirlerin fıkhı, ilahî emirlerin helal ve haram şeklinde nasıl belirleneceği ve realiteye aktarılacağı ile ilgilenir. Âmir’in/Allah’ın fıkhı ise metafizik bir düşünceyi dikkate almak zorundadır. Bu fıkıh, emirlerin sanki şu anda yeni iniyormuşçasına Allah’tan geldiği şuurunu insana kazandırır. O halde emirler ve hükümler ile meşgul olan alim ile doğrudan Allah’ı referans alan alim arasındaki fark, ruhî arınmacı olan alim ile olmayan alim arasındaki fark kadardır.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Her hükmün arkasında/altında bir ahlak kaidesi vardır. Her birinde maksat ahlakı gerçekleştirmektir. En önemlisi de Allah’a kulluğu hüküm yoluyla tahakkuk ettirmektir. Böylece hüküm kavramı, arkasında bulunan değerler ile ahlak mertebesine yükselir. Dolayısıyla insan, olgu, siyaset, ekonomi ve hükümleri kuşatan manevî ve ahlakî bir çerçeve vardır. Nasıl ki, bütün hüküm ayetlerini ahlak çevrelemiş, olguları da, diğer alanları da değerler sarmıştır. Hükümden ahlakı ayırmak mümkün olmadığı gibi olgudan da diğerlerinden de değeri ayırmak mümkün değildir. Aynen hüküm gibi insanı da, diğer alanları da ilahî olan kuşatmıştır. İşte Taha Abdurrahman, bu durumu, “Bir ilim, eğer bizi ahlaka götürüyorsa ilimdir” diyerek ifade etmiştir. Ona göre ahlaktan kopuk hiçbir ilim, ilim sayılmaz. O kadar ki, görünürde ahlakla ilişkisi olmayan mantık ilmi ile ahlak ilmi arasında dahi ilişki kurmuştur. Taha, “Eğer mantık ilmi bizi iyi, doğru davranışa götürmüyor ve farazi bir şey olarak kalacaksa, bunun bir anlamı olmaz” demektedir. Aklın kanunlarıyla ahlakın kanunları birbirinden ayrılmaz. Aklın esas fonksiyonu, insanı ahlaka taşımasıdır. Buna göre mantık sadece aklın kanunlarıyla ilgilenmez, davranışın kanunlarıyla da ilgilenir ve davranışın kanunları ahlaktır.

EN ÜST GAYEMİZ ALLAH OLMALIDIR

Son bir nokta: Hayat vesile-gaye-değer’den ibarettir. Bunları sağlıklı olarak anlamazsak aralarındaki ilişki dağılır. Vesile, vasıta, araç demektir. Vasıta ile gayeye ulaşılır. Diyelim ki, dershaneye gidiyoruz. Niçin? Üniversiteyi kazanmak için. Üniversiteyi kazandığımızda araç görevini yapmış demektir. Üniversiteyi kazanma amacı, aracı anlamlı ve değerli kılmaktadır. Dershanesiz olmaz, ancak sonuçta sadece bir araçtır. Peki üniversite gayedir, dedik. Bunun üstünde bir başka gaye var mıdır? Vardır. Bir meslek sahibi olmak. Gayeyi, yani üniversiteyi değerli kılan da budur. Ama bütün bunlar, dershane, üniversite, meslek sahibi olmak, neticede bu dünya ile ilişkilidir. Burada bahsedilen değer de dünyevîdir. Oysa “değer”in kendisi dünyevî olamaz. Değer, ruhsaldır, metafiziktir. Şimdi buna göre vesile-gaye-değer-ilişkisini ortaya koyalım: Dershaneye gitmek bir araçtır. Gaye üniversiteyi kazanmaktır. Burada değer ise Allah için bunu yapmaktır. Gaye meslek sahibi olmak olsa da burada değer onu Allah için yapmaktır. İnsanlara hizmet olsa dahi burada değer onu Allah için yapmaktır. Çok fazla gaye olabilir. Ama en üst gaye, gayelerin gayesi Allah olmalıdır. En üst gaye, en üst değer, aracı da gayeyi de anlamlı ve değerli kılmaktadır. En üst değeri çekip alırsanız insani eylemler gerçek değerlerini kaybetmiş olur.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum