1. YAZARLAR

  2. Yıldıray Oğur

  3. Devletten Apo’ya mektuplar – 1
Yıldıray Oğur

Yıldıray Oğur

Yazarın Tüm Yazıları >

Devletten Apo’ya mektuplar – 1

30 Eylül 2010 Perşembe 14:20A+A-

18 Ağustos 1998 tarihli mektubun ana gövdesini, Devlet-PKK görüşmelerinde arabuluculuk yapan ve Kürt siyasetini iyi bilen isimler oluşturdu.

Pulsuz mektuplar...

6 Temmuz 2010 günkü Manifestom’da çıkan ve her şeyi başlatan yazıyı, yine bir şeyler yetiştirme telaşıyla, herhangi bir yerden (Pensilvanya ya da Washington) işaret almadan, kimseyle konuşmadan, sadece gazete arşivlerine girerek, artık inceliklerine vakıf olduğum YouTube ve Google’da derinlemesine taramalar yaparak yani tamamı herkese açık olan internetteki kaynakları kullanarak yazdım.

Masa başında, rahat sandalyemden kalkmayarak yazdığım şey kenarda köşede pek çok kez yazılmış ama yine de yeni olan ülkenin en büyük haberlerinden biriydi: Devlet 1996-1999 yılları arasında üç yıl boyunca PKK ile görüşmüştü.

Serinin ikinci yazısını yazdığımda ilk yazıdan sonra okuduğum onlarca mail ve sürecin bizzat içinde olmuş kişilerden gelen telefonlarla artık daha fazla ayrıntı biliyordum. O iki yazı benim için sadece arşivlerden kotarılmış bir atlatma haberdi ama benden habersiz başka dinamikleri harekete geçirdi.

O günden beri geçen bu dört ay içinde hiç bilmediğim bir Türkiye’yi keşfettim. Hemen hemen tüm siyasi akımlar, sağdan sola, 28 Şubatçısından İslamcısına tüm iktidarlar, yönetimler, bu sorunla bu ülkenin birlikte yaşayamayacağının farkında olan herkesin adı PKK ile temaslarda geçiyordu. Bu yazı dizisinde okuyacaklarınızla hep resmî ve katı yüzünü gördüğümüz devleti çıplak olmasa da pek de görmeye alışık olmadığımız spor kıyafetler içinde göreceksiniz. Ama en çok sizi dünyanın ve Türkiye’nin değiştiğini gören ve kendini bu dünyaya ve Türkiye’ye adapte etmeye çalışan, Kürt sorununu verilen mücadeleye de saygısızlık etmeden çözmek istediğine ikna olduğunuz bir Abdullah Öcalan’la tanışmak şaşırtacak.

Kısa yazı dizisinde devlet-PKK temaslarıyla ilgili bugüne kadar kenarda köşede çıkmış, söylenmiş, benim de yazdığım ama yine de dolaşıma girmemiş malzeme, tarihî bir arkaplan olarak yer alacak. Ama esas üzerinde durulacak olan 1995’ten 1999’a kadar uzanan süreçteki temaslar sırasında devletten Öcalan’a yazılmış tam metinleri ilk kez günyüzüne çıkacak mektuplar.

Hem devleti bu kadar spor, hem de Öcalan’ı bu kadar konuşulabilir görmek eminim bugün süregiden görüşmeler için iyimserliğimizi arttıracak. 1998-2004 arası silahların sustuğu altı yıl boyunca binlerce gencin hayatını kurtarmış, bu ateşkese emeği geçmiş herkesi şükranla hatırlarken, çözüm için heba edilmiş bu koca altı yıl için üzülmekten başka bir şey elden gelmiyor. Gerçekler bilinsin ama en çok da konuşmaktan değil konuşmamaktan öldüğümüz anlaşılsın umuduyla...

 

Devletin bütünlüğü dışında her şey tartışılabilir

1milyon 171 bin 623 oy. 1995 genel seçimlerinde BDP’nin atalarından Halkın Demokrasi Partisi’nin (HADEP) aldığı toplam oy. Baraj yüzünden parlamento dışında kalan MHP’nin lideri Alparslan Türkeş’in bile HADEP’in parlamentoda temsil edilmesini savunmasına neden olan bir oy.

Son kez barış şansının suya düştüğü 1993’den itibaren devletin İsrail’den akıllar alarak giriştiği toplu imha planından sonraki ilk seçimde HADEP’in aldığı bu oy Kürt sorununun fail-i meçhullerle çözülemeyeceği konusunda devlette bir aydınlanmaya vesile olmuştu. Ucu görünen Avrupa Birliği ile Türkiye devleti her şeyi yeniden düşünmeye karar vermişti.

Peki nasıl yapılacaktı bu?

1993 yılından kalan kötü hatıralar vardı.

 

Özal’ın son günü

1992 yılından itibaren aracılar vasıtasıyla Öcalan’la temas kuran Cumhurbaşkanı Turgut Özal, son olarak Celal Talabani’yi gönderdiği Öcalan’ı ikna etmiş, Öcalan 17 Mart 1993’te 25 günlük ateşkes ilan etmişti. Ateşkes kararı 16 Nisan günü Özal’ın önerisiyle süresiz olarak uzatıldı. Bir gün sonra, Türkiye’nin hâlâ çözemediği bir şekilde 17 Nisan günü Özal hayatını kaybetti.

Ama barış projesi Özal’ın değil, devletin projesiydi. 1993 yılı 24 Mayıs’ında toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından bugün bile hâlâ masaya gelmemiş genişlikte bir af kararı çıktı:

“Alınmış olan güvenlik tedbirlerine ilaveten Güneydoğu Anadolu’da iç barış ve istikrarın sürekliliği için, toplumsal hoşgörüye uygun olarak, özellikle Olağanüstü Hal Bölgesi’nde terör örgütüne katılmış olup da, kan dökülmesi eylemlerine girmemiş kişilerin gelip teslim olmaları halinde, haklarında kovuşturma yapılmamasını ve diğer terör örgütü mensuplarının durumlarının da bu anlayış içinde ele alınarak gerekli düzenlemelerin yapılmasını hükümete bildirilmesine karar verilmiştir.”

Savaş cephesi boş durmuyordu. Aynı günün akşamı Bingöl’de 33 erin otobüsleri durdurulup taranarak öldürüldü. Bu olay kısa ateşkes boyunca PKK’nın ihlal ettiği onlarca vakadan sonuncusu oldu.

Devlet sertleşti. 1993-1996 yılları arasında Türkiye tarihinin henüz tam olarak yüzleşmediği kirli ve kanlı bir şiddet politikası uygulandı.

 

İktidara gelen Öcalan’la görüşüyor

İşte 1995 seçimlerine bu şartlarda gelinmişti. Kürtler siyasi güçlerini ve iddialarını net biçimde ortaya koymuşlardı.

İlk adım bu “kirli savaşın”

Başbakan’ı Tansu Çiller’den geldi. 1995 yılında önce eski Savunma Bakanı Ercan Vuralhan üzerinden yine Avrupa’da Talabani’yle iletilen mesajda

Çiller ateşkes istiyordu. Bask modeli tartışmaları açıldı. 14 Mart 1995’te Talabani, Öcalan’a Çiller’in çözüm niyetini anlatan bir mektup yazdı. Çiller’e cevabi bir mektup yazan Öcalan, “halka yönelik operasyonların bitmesi halinde ateşkese hazır olduğunu” söyledi. Ardından Hikmet Çetin üstünden mektuplaşmalar sürdü.

Londra’da yaşayan bir gazeteci üzerinden yürütülen temaslar sonuç aldı. Öcalan 15 Aralık da MED TV’ye çıkıp ateşkes ilan etti. Bu süreçle ilgili yazdıklarından çok yararlandığım MED TV’de Öcalan’ın çıktığı, ateşkesin ilan edildiği programının sunucusu Günay Aslan, o akşamı “Az kalsın uydumuz düşecekti. Zira, canlı yayın boyunca Türkiye’deki askerî bir üsten (Çanakkale) televizyonumuzun yayın yaptığı uyduya korsan sinyaller gönderilmekteydi” diye anlatıyor.

 

Ve asker PKK’yla görüşüyor

Ateşkese sadece sinyal değil kurşun da sıkıldı. 16 Ocak 1996’da Güçlükonak’ta taranıp, yakılan minibüste 11 sivil öldürüldü. Devlet “PKK” diye anında ilan etti. Ama bölgeyi bilen herkes gerçeğin böyle olmadığını çok iyi biliyordu.

Sivillerin girişimlerinden sonuç çıkmamıştı. Sıra kurulan ikinci hükümet gibi davranan Genelkurmay’a gelmişti.

14 Nisan 1996 günü, Genelkurmay Toplumsal İlişkiler Dairesi’nden, 28 Şubat’ta da ismi çok duyulacak olan Kurmay Albay H. D. Hollanda’ya gidip PKK’nın Avrupa sorumlularından Abdurrahman Çadırcı ile görüştü. Bu asker ve PKK arasındaki ilk doğrudan temastı.

Bundan iki gün sonra Mesut Yılmaz’ın temsilcisi (Alev Alatlı bu kişinin kendisi olduğuna yönelik iddiayı reddetti. Bu kişinin Yılmaz’ın danışmanlığını yapan kardeşi Işıl Alatlı olabileceği de iddia ediliyor) bu kez Brüksel’de yine PKK temsilcileriyle görüştü.

6 Mayıs 1996 günü Şam’da Öcalan’a çok yakın bir yerde C-4 ile bir minibüs patlatıldı. Arkasında Yeşil olduğu söylenen bu suikastı o günler de PKK’ya yakın olan Yalçın Küçük’ün Ankara’daki bir siyasetçiden öğrenip (Mesut Yılmaz olduğu iddia ediliyor) Öcalan’a ihbar ettiği ileri sürülür.

 

Erbakan’dan Öcalan’a mesajlar

Son hamle 28 Haziran’da büyük tartışmalarla Başbakanlık koltuğuna oturan Necmettin Erbakan’dan geldi. Temaslar Öcalan’la telefonda görüşmeler yapacak kadar çalışmaları ilerleten yazar İsmail Nacar’ın başkanlığındaki sivil bir girişim üzerinden yürüyordu. Hem bu temasları hem de Suriyeli bir PKK’lı vasıtasıyla Erbakan’dan ateşkes mesajları geldiğini daha sonra İmralı’daki yargılanması sırasında Öcalan da açıkladı. Bu temaslara koalisyonun küçük ortağı DYP de destek veriyor, görüşmeleri doğrulayan dönemin DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Gölhan “Şu anda açamam ama bir uzlaşma noktasına doğru gidiliyor” diye basına açıklama bile yapıyordu.

Aynı günlerde Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Sedat Yurtdaş gibi isimlerin yeniden döndüğü HADEP’in Ankara’da toplanan kurultayında Türk bayrağı indirilip yerine Apo’un resmi asıldı. Hava tekrar ağırlaşmıştı.

 

“Yeni bir Türkiye Kurmak istiyoruz”

Türkiye’nin gündemi önce 3 Kasım 1996’daki Susurluk kazası ve ardından sonbaharla birlikte başlayan Refahyol hükümetine karşı postmodern darbe sürecine doğru kaydı.

Askerler ancak 28 Şubat süreciyle Refahyol’un “halledilmesinin” ardından yeniden PKK ile görüşmelere döndü. Bu arada Yalçın Küçük askerler adına PKK’da halkla ilişkiler yapıyor, Öcalan’ı Genelkurmay’ın bu sorunu çözmek istediği konusunda ikna etmeye çalışıyordu.

Asker ve PKK arasındaki ilk resmî temas Nisan 1997’de yine Hollanda’nın Arnheim kentinde gerçekleşti. Güven sorunları aşılamamıştı. Mayıs 1997’de Kuzey Irak’ta PKK kamplarına karşı düzenlenen operasyon, görüşmeleri yeniden kesti.

 

Muhatap HADEP formülü

28 Şubat’la devleti kurtardıklarını düşünen askerler ve onlarla birlikte hareket eden sivil yönetim PKK’ya “Biz yeni bir Türkiye kurmak istiyoruz” mesajı gönderiyordu. Ama güven sorunu aşılamıyordu.

Devlet kendine barış yapacak bir muhatap, çözüm niyetini PKK’ya iletecek arabulucular arıyordu.

Bu sırada devreye Milli İstihbarat Teşkilatı girdi. Üst düzey MİT yetkilileri 7 Mayıs 1997 günü HADEP içinde ılımlılar olarak bilinen Sedat Yurtdaş, Sırrı Sakık gibi isimlerle Yıldız Sarayı’nda biraraya geldi.

Devlet HADEP üzerinden PKK ile konuşmak istiyordu.

 

Ateşkesi getiren Ağustos Mektubu

18Ağustos 1998 tarihinde Devlet-PKK görüşmelerinde arabuluculuk yapan Kürt siyasetini iyi bilen isimlerin ana gövdesini ve zaman zaman sol jargona kayan dilini belirledikleri bu mektup Ağustos Mektubu olarak biliniyor. Önce elyazısıyla yazılıp daha sonra da üst düzey MGK, MİT yetkilileri tarafından imzalanan mektup, devletin en üst düzey yetkililerine de okutulmuş, onların da onayı alınmıştı. Mektup Abdullah Öcalan’ı 1 Eylül 1998’den geçerli olmak üzere ateşkes ilanına ikna etmeyi başardı. Mektubun devletten Öcalan’a giden ve en büyük taahhüdü ise ise son cümleye bırakılmıştı: Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir. İşte ilk kez yayımlanan o mektubun tam metni:

1996 Aralık ayından beri söylenen;

1) Med TV Aracılığı ile

2) İ.H.A Muhabirleriyle

3) Fatih Altaylı ile

4) 1997, 1998 mesajları

5) El Hayat röportajları

6) Çeşitli Avrupa ülkeleri kurumu ve devlet başkanlarına gönderilen mektuplar

7) Güney Amerika Başkanlarına gönderilen mektuplar

8) Türkiye Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlarına gönderilen mektuplar

9) Vs.

“Operasyonlar dursun, silah bırakmaya hazırız”, “Kürt kimliği tanınsın ve anayasal güvenceleri yaratılsın.” Tarafınızda dile getirilen bu talepler ve demeçler, siyasi taktik açılımı dışında, hayata geçirilmemiş, örgütünüz, tarafınızdan buna göre yapılandırılmamıştır.

1992 Konsepti oluşmadan, T.C. devleti Kürt realitesinin açılımını yapmaya çalışırken bunu T.C. devletinin bir zaafı olarak algılayıp ayaklanma çağrısı yaptınız. Ulusal ve uluslararası konjonktür Kürt kimliğinin hukuksal güvencelerini yaratmak için en elverişli dönemde iken yukarıdaki iddianız T.C. devletini konsept değişikliğine itmiştir. Buna rağmen 1992 konsepti T.C. devleti Cumhurbaşkanı tarafından fiili durum yaratılarak uygulanamamıştır. Sizinle devlet en üst düzeyde ilişkiye geçmiş, bunun akabinde 1993 ateşkesi uygulanmış, ama ne yazık ki ateşkes sürecinde meydana gelen (102) yüz iki çatışma ortamında tümü ile PKK militanları, ateşkesi ihlal etmiş, T.C. devleti fiili duruma sadık kalmış ve bu (102) çatışma sizin tarafınızdan meydana getirilmiştir. Nihayet (33) erin ölümü ile sonuçlanan facia ateşkesi ve fiili durumu geri dönülmez bir sürece sokmuştur. Tüm bunlar T.C. devletini 1993- 1996 sürecini yaşamak zorunda bırakmıştır.

1) Kürt kimliğinin tanınmasını silahlı mücadele nedeni olarak izah etmek anlaşılır bir durum değildir.

2) Bir yandan devletin bütünlüğü içerisinde denilirken öte taraftan devletsel ilişkiler kurmanın izahı mümkün müdür?

3) Türkiye’yi Kuzey Irak’tan dolayı Ortadoğulaştırmak en başta Kürtlerin zarar göreceği bir durumdur. Çünkü Ortadoğulaşan bir ülke iktidar ve hukuk KEYFİLİĞİNE dönüşen bir ülkedir. İktidar keyfiliği Kürtlerin tercihi olmamalıdır.

4) Türkiyeleşmek

a) 1995 seçim sonuçlarını iyi yorumlamaktan geçer. Öyle ki radikal sağın lideri A. Türkeş bile HADEP’in parlamentoda temsil edilmesini savunmuştur. Ama ne yazık ki Avrupa, Ulucanlar, ve Çanakkale üçgeni

HADEP’e bayrak olayını yaşatmışlardır.

b) Sonuçlarınızı izah edecek yapıları beslemeniz gerekirken kendinize politik karikatürler yaratmakta ısrar ettiniz. Bu da hak edilmemiş saygınlıklar doğurmuştur

c) Türkiyeleşmek, konu sahasında olmayan ve hiç olmayacak, yetmiş yıldır bir arpa boy yol alamayan Türkiye ve dünyaya yabancı toplumsal tembellik üzerinden bir avuç insanı sürekli yok eden kendine de yabancı siyasal yapılarla Haziran’da yapmış olduğunuz ve Türkiye’ye acıdan başka bir şey vaat etmeyen girişim değildir.

Bildiğiniz gibi devletlerin dönüşümü daha çok muhaliflerin etik mücadele şekillerine bağlıdır. Etik olmayan mücadele yöntem ve şekillenmeler devletleri kendi içlerine daha fazla kapatır. Totaliter hale getirir. Stalinist yöntem “Burjuva” devletlerini daha çok geriye götürmüştür. Devlet tarafında devletin korunması her şeyin üzerinde tutulmuştur. Bugün itibarıyla devletten ziyade yukarıda defalarca dile getirmiş olduğunuz görüş ve taleplerin yaşam bulması için kendi gerçekliğinizi gözden geçirmeniz gerekmektedir. Reel durum sizin için anahtar olmalıdır. Sorun problem oluşturmaktan değil çözücü olmaktan geçer. Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT