1. YAZARLAR

  2. Ayşe Hür

  3. Devletin makarr-ı idaresi Ankara’dır, böyle biline!
Ayşe Hür

Ayşe Hür

Yazarın Tüm Yazıları >

Devletin makarr-ı idaresi Ankara’dır, böyle biline!

06 Temmuz 2008 Pazar 17:23A+A-

Ankara’nın başkent olmasını ilk öneren Osmanlı Ordusu’nda 15 yıl hizmet eden Colmar Freiherr Baron von der Goltz, yani Goltz Paşa’ydı. 1912 yılında 140 bin kişilik Bulgar ordusunun Çatalca’ya dayandığı günlerde, Avusturya’da yayınlanan Neue Freie Presse gazetesinde yayınlanan ‘Barıştan Sonra Türkiye’ ve ‘Son Uyarı’ başlıklı iki makalesinde, İstanbul’un atmosferinin insanları gevşettiğini, İstanbul’un belli bir konuya odaklanmaya izin vermediğini ve eğer İstanbul başkent olmaya devam ederse Avrupa’dan akseden problemlerle uğraşmaya devam edeceğini yazmış ve yeni başkent olarak Konya, Kayseri, Halep ve Şam’ı önermişti. Bu öneriler İstanbul basınında günlerce tartışılmış, bazıları desteklemiş bazıları eleştirmişti. Kütahya Mebusu Ferit (Tek) Bey, İfham gazetesinde yayınlanan ‘Konstantiniye’den Osmaniye’ye’ başlıklı makalesinde ‘üç taraftan tehlikeye maruz bir noktada payitaht kurulmaz’ demiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun küçülmesinin kaçınılmaz olduğunu ifade etmişti. Ferit Bey’e göre yakında geriye köşelerini İstanbul, Rodos, Kerkük ve Hopa’nın oluşturduğu bir dikdörtgen kalacak, yeni başkent bu dikdörtgen içinde bir yerde olacaktı. Ferit Bey’e göre coğrafik ve stratejik açıdan en elverişli şehir Kayseri idi fakat Kayseri başkent olmaya müsait olmadığı için aynı mevkide Osmaniye adlı yeni bir şehir kurulmalıydı.

YANGINYERİ • Bu tartışmalarda adı hiç geçmeyen Ankara’nın Milli Mücadele’nin fiili başkenti olmasında Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu’nun merkezinin Ankara olmasının payı büyüktür. 1919 yılının eylül ayında, Ali Fuat Paşa ile Ankara müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi’nin liderliğini yaptığı Azm-i Milli Cemiyeti, İstanbul yanlısı vali Muhittin Bey’in Sivas’a göndererek yargılanmasını sağlamışlar, yerine Yahya Galip’i atamışlardı. Bunlar, Sivas Kongresi sırasında Elazığ Valisi Ali Galip’in Sivas’ı basarak kongreyi dağıtmayı ve Mustafa Kemal’i İstanbul’a götürmeyi planlaması, Sivas Valisi Reşit Paşa’nın Fransız Jandarma Müfettişi Mr. Brunot’nun önerisi ile Mustafa Kemal’e kongreyi başka yerde toplamayı önermesi, Mustafa Kemal Amasya’ya doğru yola çıktığında Şeyh Recep, Ahmet Kemal ve Celal adlı üç kişinin İstanbul’a Mustafa Kemal’in aleyhine bir telgraf çekmesi gibi pek çok tatsız olay yaşayan Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelmesi için uygun zemini hazırlamıştı. Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyeleri, Ankara’ya 27 Aralık 1919 Cumartesi günü öğleden sonra geldiler. 1920’lerin Ankara’sı 20 bin nüfuslu bir ‘yangın yeri’ idi . Ankara’yı ilk gören yabancı yazarların ‘ağır ağır can çekişerek ölmeye mahkûm olmuş bir yer’, ‘dünyanın en kasvetli, en sevimsiz yeri’ diye tarif ettikleri kasabanın yazları kavurucu sıcak, kışları dondurucu ayaz olan sert iklimi; ahalisi sürülmüş, kendileri yakılmış Ermeni ve Yahudi mahallerinin acıklı halleri; daracık kaldırımsız eğri büğrü sokakları; üflesen yıkılmak üzere olan, elektriksiz, susuz evleri; sıtma ve dizanteri üreten bataklıkları; toz bulutu ile kaplı meydanları bu anlatıların ortak paydalarıydı.

DİLAVER SUYU • Falih Rıfkı (Atay) Ankara’nın diğer kısıtlarını Çankaya adlı eserinde şöyle anlatmıştı: “[1]923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri ile müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum… Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ‘umran’ denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık. ... Gazi Mustafa Kemal havuzlu küçük bir köşkte otururdu. Galiba bir İngiliz yapağı tüccarının evi imiş. ... Gündüzleri Meclis’ten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşamları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya can atardık. Eğer davetli değilsek, Meclis’in yakınındaki aşçı dükkânının içki içebildiğimiz köşesinde toplanırdık.Men-i müskirat (içki yasağı) kanunu yürürlükte idi. İçkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bunun adı da ‘Dilaver suyu’ idi. ... Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve hemen dönerlerdi. ... Eşek yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam ediyordu. ...Yalnız toplantılar değil, evler, oteller, sokaklar hep kadınsızdı. ... Bir gün bir milletvekiline İstanbul usulü çarşaf giyen karısı ile Karaoğlan çarşısında rastlanması Mecliste dedikodu konusu olmuştu. ... Dairelerde, ancak aç kaldıkları için İstanbul’u bırakan memurlar vardı. Bir siyasi hırsları ve heyecanları da olmadığından bunlar büsbütün bedbaht kimselerdi. Beş on memurun bir tek kerpiç odaya sığındığı olurdu. ... Tek avuntu, ara sıra İstanbul’a kaçmak!... Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi rahatsız kompartımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli’nin yeşil tabiatını ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşken dirilmişe dönerdik.” (s. 351-355)

İSTANBUL’A KAÇMAK • O yıllarda ‘İstanbul’a kaçmak’ hemen hemen tüm Kemalist aydınların ortak özlemi idi ama ‘Payitaht-ı Saltanat-ı Seniye’, ‘Makam-ı Hilafet-i İslamiye’, ‘Dersaadet’ gibi görkemli unvanları olan İstanbul’a bağlılığın ‘eski rejime bağlılık demek’ olduğu günlerdeydik. Mustafa Kemal’i Ankara’yı başkent olarak seçmeye götüren olaylar arasında Damat Ferit Paşa’nın Mustafa Kemal’in katlinin vacip olduğuna dair 153 din adamına imzalattığı fetva, 20Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgali, 12 Ocak’ta açılan Meclis-i Mebusan’ın bu olaydan sonra kapanması da vardı, ama esas amaç eski rejimle tüm ideolojik ve fiziki bağların koparıldığını dünyaya göstermekti.

23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi Ankara’nın yeni devletteki rolüne dair ilk ciddi ipucu idi. Gerçi, Eskişehir bozgunundan sonra Ankara tahliye edilmiş ve hükümetin önemli kadroları Kayseri’ye taşınmıştı ama Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının verdiği özgüvenle Mustafa Kemal, Kasım 1921’de Le Temps gazetesi yazarı Madame Berthe G. Gaulis’e “Siyasi başkent Anadolu’nun yüreğinde olacak. Avrupa’nın ve Asya’nın temsilcileri bizlerle burada buluşacaklar, bütün diplomatik sorunlar burada ele alınacak, iç ve dış politika burada oluşacak. Türk milletinden doğma hükümet Ankara’da çalışacak” diyecekti. Lozan görüşmeleri sürerken Mustafa Kemal daha açık konuştu. 17/18 Ocak 1923 tarihinde İzmit Kasrı’nda İstanbul’un önde gelen gazetecileri ile yaptığı ünlü toplantıda, Suphi Nuri (İleri) Bey’in sorusu üzerine “Hükümet merkezi neresi olmalıdır? Düşündük. Bendenizce iki nokta-i nazardan tetkikat yapmak icabeder. Biri her nevi taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak kuvvet ve sükunetini muhafaza edecek bir yer olmalı....Yoksa bir geminin topundan telaşa düşebilecek bir yerde hükümet merkezi olmaz. İkincisi:Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki hükümet nazarını memleketin bütün muhitlerine müsavi surette atfedebilsin....Herhalde bir çok sebepler Hükümet Merkezinin (Ankara-Kayseri-Sivas) müsellesi (üçgeni) dahilinde bir noktada olmasını icap ettiriyor. Bu müsellesin bir re’sinde (noktasında) bulunan Ankara pek âlâ merkez olabilir. Esasen hadisat (olaylar) da orasını merkez yapmıştır.” dedi. (İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, s. 31-33.)

ASYALI BAŞKENT • Kazım Karabekir ve Rauf Bey, bu karara şiddetle karşı çıktılar ancak İsmet (İnönü) Bey ve 14 arkadaşı Ankara’nın ‘devletin makarr-ı idaresi’ yani idare merkezi olması için önergelerini verdiler. Önerge 13 Ekim1923’te kabul edildi. Karara sadece Gümüşhane Milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey ret oyu vermişti. Bu durum 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sine bir madde ile eklendi. İstanbul’a kavuşmayı sevgiliye kavuşma gibi anlatan Falih Rıfkı da bu bozkır kasabası için ‘Yeşil Ankara’ diye bir yazı kaleme aldı ve ‘dalkavuk’ yaftasını boynuna astı. Falih Rıfkı bu yazısını yıllar sonra şöyle savunmuştu: ‘ben Birinci Dünya Harbi’nde çölde Bir-üs Saba’da yeşillik yaratıldığını görmüştüm. İsrail birkaç binalı bir iki bahçeli bu kasabayı şimdi altmış bin nüfuslu şehir haline getirmiştir’ diye savunacaktı.

O yıllarda Ankara’yı ziyaret eden İngiliz gazeteci Grace M. Ellison “Acayip ama, bir insanın bu bozkır kasabasında gözüne çarpan ‘büyük doğuş’ havası İstanbul’da yok. Türkler aynı düşüncede birleşmişler ve seçimleri için tam ve pratik sebepler ileri sürmüşler. İstanbul’da insan geçici olarak kalabilir. Fakat onlar Asyalı bir başkent istiyor. Onlar kendi ülkelerini savaş gemilerinin muhtemel saldırılarından uzak bir yerden yönetmek istiyorlar. Eylemin beşiğiyle bağlılıklarını bu yeri seçmekle sürdürebilecekler. Bundan başka bu bozkır kasabasında ilkel ve Asyalı bir çekicilik var. Böylece kendilerini Batı’nın ticaret üstüne kurulu imparatorlarının entrika ve maddeciliğinden korumuş olacaklar” derken Kemalist kadroların ruh halini büyük ölçüde yakalamış görünüyordu.

MİLLİ MİMARİ/YENİ MİMARİ • Bir zamanların ıssız ve sıkıcı kasabasından modern ve Batılı bir şehir yaratılması işine 16 Şubat 1924’te Şehremaneti’nin kurulmasıyla başlandı. 1924 tarihli Lörcher Planı, 1925 tarihli İstimlâk Kanunu, 1926 tarihli Emlak ve Eytam Bankası ile finansman kaynağının yaratılması izledi. Yapı malzemeleri sağlayan fabrikalar ve amele evleri yapıldı. İstanbul’dan davet edilen Vedat (Tek), Guillio Mongeri, Kemalettin Bey, Muzaffer Bey ve Arif Hikmet (Koyunoğlu) gibi Selçuklu ve Osmanlı unsurlarının Batılı unsurlarla harman edilmesinden oluşan neo-klasik üsluptaki ‘Milli Mimari’ akımının üstatları, devletin ve halkın tüm olanaklarını seferber ederek Ankara’nın en önemli kamu binalarını inşa ettiler ancak Cumhuriyet’in ‘Yeni Mimari’ diye anılan kendi özgün (?) mimari üslubunu bulması ancak yabancıların katkısıyla olacaktı.

YABANCI ETKİSİ • 1927 yılında, aslında yabancılardan nefret eden ama eski bir belediyeci olarak planlı imara inanan Şükrü Kaya ve Ankara Valisi Asaf Bey, ‘istemeye istemeye’ Batılı uzmanlara akıl danışmak için Berlin’e bir komisyon gönderdiler. Komisyonun görüştüğü 75 yaşındaki mimar Profesör Ludwig Hoffmann Türkiye’ye gelemeyecek kadar yaşlı olduğunu söyledi ve yerine Berlin Güzel Sanatlar Akademisi ve Mühendislik Mektebi öğretim üyesi Herman Jansen’i önerdi. 1928’de açılan uluslar arası yarışmayı Mustafa Kemal’in ağırlığını koymasıyla kazanan Jansen’in Planı ile Ankara dev bir şantiyeye dönüştü. Jansen’i Clemens Holzmeister, Ernst Egli, Theodor Jost, Martin Wagner, Martin Elsaesser, Bruno Taut ve R. Oerley gibi mimarlar izledi.

Hepsi dev ölçekli projeler yüzünden arsa fiyatları yüzde 1000 ila 4000 kat artmış, rüşvet ve yolsuzluk hikayeleri ayyuka çıkmıştı ama 1930 yılına gelindiğinde bugün hâlâ kullanılan kamu binalarının ve bankaların tümü tamamlanmıştı.

1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın etkisiyle tüm Türkiye’de yatırımlar dururken Ankara’da kişi başına belediye harcamaları, 1927’de Türkiye ortalamasının 28 katı, 1931’de 23 katıydı. Bir diğer deyişle, ‘modern ve Batılı bir başkent yaratma’ hedefine ulaşmak uğruna tüm ülke ihmal edilmişti. Çünkü bu proje basit bir kültürel öykünme değildi, aksine ulus-devletin kurucu unsurlarından biriydi.

YAKUP KADRİ’NİN KALEMİNDEN CUMHURİYET’İN ÜTOPYASI

Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vuran ‘Kadrocular” ekibine mensup bir aydın olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara adlı romanı, yapısal olarak ortaya konuluş itibariyle erken Cumhuriyet döneminde üretilmiş edebî eserler arasında eşsiz bir yere sahiptir. Üç kısımdan oluşan ilk bölümde, 1921 senesinden başlayarak cumhuriyet öncesindeki atmosfer anlatılır. İkinci bölümde 1924 yılından itibaren, gerçekleşen ‘kimlik dönüşümünü’ sorgulanır ve bu üç senenin Kemalist bir eleştirisi yapılır. Üçüncü bölümde ise yazar 1937’den başlayıp Cumhuriyet’in 20. kuruluş yıldönümüne uzanan bir cumhuriyet ütopyası çizer. Romandaki olaylar Ahmet Nazif Bey’in eşi Selma Hanım karakteri üzerinden anlatılır. 1921’de ‘payitaht’ İstanbul’dan ‘kasaba’ Ankara’ya yerleşen Selma Hanım, bir gün  atla Ankara’yı dolaşırken Mustafa Kemal’in kirada oturduğu mütevazı evi görür ve o ana kadarki tüm Ankara izlenimleri değişir. Ankara’ya ve Mustafa Kemal’e duyduğu büyük bağlılık ile cephede gönüllü hemşire olmaya karar veren Selma, Ankara’ya döndükten sonra Yunan taarruzundan kaçmak isteyen kocasıyla yollarını ayıracaktır.

SOYGUNCU CEMİYET • Selma’nın bir sonraki eşi, savaştan yeni dönmüş olan Hakkı Bey’dir. Hakkı Bey, zenginliğinin kaynağı Ankara’nın imar ihaleleri olan ‘cemiyet’e katılıncaya kadar Selma Hanım’ın gözünde bir kahramandır. Bu bölümde, ‘inkılâpçı ve milliyetçi’ Ankara ile ‘yerinde sayan, kozmopolit’ İstanbul bazen kopuş bazen devamlılık içinde anlatılır. Örneğin Cumhuriyet’in ilanından sonra Ankara’nın değişen yüzü betimlenirken, Taşhan’ın önünden Samanpazarı’na, Cebeci’ye, Yenişehir’e, Kavaklıdere’ye doğru uzanan hat üzerindeki apartmanlar, evler, resmi binalar “Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibi”, bir başka yerde ise Hint ve Osmanlı tarzından vazgeçip, modern mimariye geçişin örnekleri olarak ele alınırlar.

MODERN VE AVRUPAİ • Romanın karakterlerinden Murat Bey’in büyük salon genişliğindeki ‘dillere destan’ banyosunun lavabosundaki ‘bizote’ aynaların teknik güzelliğinden bahseden ve Berlin’den getirtilen çeşitli friksiyon ve masaj aletleriyle birlikte, ‘hidroterapik’ icatlar yüzünden zamanının çoğunu banyosunda geçiren Murat Bey’in modern ve ‘Avrupai’ yaşam tarzını uzun uzun anlatan yazarın, esas kızdığı kişilerin kimliğini kaybederek bilinçsiz biçimde Batılılaşanlar olduğunu anlarız. Aslında gönlünün Türk-Batı sentezinden yana olduğunu hissettiğimiz yazara göre garpçılık, bir eğlence tarzı olarak telakki edilemez. Ona göre “Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı garplılığa Türk üslûbunu, Türk damgasını vurmaktır.... Garplılaşma muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak, milli bir isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahlakın hizmetçisi, emirberi olmak şartiyledir ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilir.”

AKSA-YI GARPTA • Yakup Kadri ‘Cemiyet’in şatafatlı hayatı, baloları, zenginlikleri son hızla devam ederken, birkaç sokak ötede halkın fakirliğinden hiçbir şey kaybetmeden yaşamına devam etmesini samimi şekilde eleştirir. Yazar, bir gün, fakir mahallelerinden birinde yürümekteyken ellerinde fenerlerle yürüyen bir kalabalık gören ve onların yatsı namazından sonra okunacak mevlide gittiklerini öğrenerek, kafileye dahil olan Neşet Sabit’in içinde bulunduğu ikilemi şu sözlerle özetler: “Genç adam yarım saat evvel ‘aksa-yı garp’ta idi. Şimdi, tam Asya’nın, bir de ortaçağ Asya’sının göbeğindedir. Bu kadar ivizaçlı bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı? Bu mevlide gidenler mi haklıdır, o salonda dans edenler mi?” Cevabı yine kendisi verir: “Onun milli idealine göre vücut bulması lazım gelen yeni Türk cemiyetinin üslûbu ne bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlardan, ne de iğreti bir dekor içinde kurulmuş kuklalar gibi zıplayanlardan örnek alabilirdi. Türk inkılâbının vakarlı ve ahenkli ruhu, kendine layık ifadeyi çok daha canlı, çok daha şahsiyetli bir mimaride aramaktadır.”

Kendince bir teselli arayan yazara göre devrim henüz daha çok yenidir ve bu sefalet durumu, devrimciler yetiştikçe ve devrim ilerledikçe düzelecektir.

ÜTOPYA ANKARASI • Romanın üçüncü evresinde tiksindiği bu hayat içinde uzun süre kalamayan Selma ile yeni tanıştığı Neşet Sabit’in gözlerinden Ankara’nın o günlerdeki gerçekliğinden ziyade yazarın temennisi olduğu anlaşılan bir devrime şahit olmaya başlarız. Yakup Kadri’nin çizdiği Ankara portresinde, şehir henüz arzu edilen nüfus yoğunluğuna sahip değildir ama fiziksel yaşam alanı devlet eliyle kontrol ve düzene tabi kılınmış olan halk, şehirlisiyle, köylüsüyle mutludur: “Bunların her Pazar gününün akşamında, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu şen kalabalıklar halinde şarkılar söyleyerek köylerine dönüşlerini seyretmek başlı başına bir zevk ve saadetti. Artık, bunlar arasında eskisi gibi kirli paçavralara sarılmış dilenci kıyafetinde, hasta, sakat, sıtmalı ve kavruk köylülere hiç rast gelinmiyordu.” Yakup Kadri’nin ‘bunlar’ dediği köylüler üzerine düşü şöyle devam eder: “İçtimaî Mükellefiyet Teşkilâtının genç hekimleri tarafından bunların yedikleri yemekler, yattıkları yerler üstünde daimî bir murakabe tesis edildiği gibi, ayrıca, haftada bir kere de muayeneye tâbi tutuluyorlardı.”

SINIFSIZ KAYNAŞMIŞ KİTLE • Yakup Kadri, Cumhuriyet’in sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum idealini ise şöyle betimler: “Eski Roma’nın sürüleri gibi bin bir mihnet ve cefa altında, bin türlü mahrumiyetle ruhları ve suratları ekşimiş, içkiden, açlıktan bütün insani faziletlerini kaybetmiş Avrupa proletaryasının sefalet ve felaketinden Türkiye’de eser görülmüyordu. Türkiye’de işçiler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini, vakarını, mesuliyetini taşıyorlardı.” Yazarın ütopik cumhuriyetinde, sanayi devriminin önderi Avrupa’da işçiler perişan haldeyken, Atatürk dönemi ile sanayi devrimini Avrupa’dan çok sonra gerçekleştirebilmiş olan Türkiye’deki işçiler çok mutludurlar, çünkü ‘Atatürk’ün de hayal ettiği gibi muasır medeniyetlerin dahi’ üstüne çıkmışlardır!

Yazarın ‘ütopya’ Ankara’sında Pınarbaşı bölgesinde her hafta bir vilayetin adını taşıyan programlar gerçekleşmekte, bu programlarda yörelerin halk müziği orkestra tarafından orijinal bir şekilde bestelenmektedir. Sinemalar milli davalara hizmet eden satirik ve epik filmler yapmakta, halk ilgiyle izlediği bu filmlerin yanı sıra, Greta Garbo’nun aşıklarına ağlamakta, Charlie Chaplin’in düşüp kalkışlarına da gülmektedir. ‘Nev Yunanilik’ adlı bir tezin sahibi olduğunu bildiğimiz yazarın kadın erkek karışık olarak yarıştıkları atletizm müsabakalarına katılan Yıldız isimli genç atleti betimlenmesi şöyledir: “Yoksa, bunun, uzaktan bir oğlan çocuğundan hiçbir farkı yoktu. Ne göğüs, ne kalça (...) Öyle dümdüz, öyle fidan gibi bir kız vücudu idi ki, eski Yunan fresklerindeki Hermafrodita bedenlerinin tam örneğidir.”

VE HAYALKIRIKLIĞI • Romanın 1966 baskısında yer alan “Bir Not” başlıklı önsözdeki şu ifadeler ise adeta bugünü anlatır: “Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü defa baskıya vermek üzere, gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül [Fr. ‘uyurgezerlik’] hali içinde geçip gitmişim. Fakat, bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Milli Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum... Ben o zamanlar bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum...Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hala romanın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız...

TARAF

YAZIYA YORUM KAT