1. YAZARLAR

  2. Ümit Kardaş

  3. Devlet-ulus ve demokrasi krizi -2
Ümit Kardaş

Ümit Kardaş

Yazarın Tüm Yazıları >

Devlet-ulus ve demokrasi krizi -2

21 Aralık 2009 Pazartesi 00:47A+A-

Kürtler açısından ise 1921'de Koçgiri'de başlayan süreç 1925 Şeyh Sait Ayaklanması, 1930 Ağrı Ayaklanması'yla devam etmiş, 1937-1938 Dersim katliamıyla zirveye ulaşmıştır.

Şiddete ve baskıya dayalı asimilasyon politikaları hem Sünni hem Alevi Kürtlere uygulanmıştır. Burada Kürt etnik-kültürel kimliğinin Türk etnik-kültürel kimliği içinde erimeye inkar ve imhaya dayalı yöntemlerle zorlanması vardır. İnkar ve imha yöntemleri 1980'den itibaren şiddetlenerek bugüne kadar uygulanmıştır. Aramalarda, gözaltı merkezlerinde ve Diyarbakır Cezaevi'nde yapılan ağır işkenceler, dil yasakları, yargısız infazlar, köy boşaltmalar ve yakmalar bu politikanın örnekleridir.

TEKÇİ İDEOLOJİNİN ASİMİLASYON POLİTİKALARI

Aleviler de tek din, tek mezhep anlayışına dayalı tekçi ideoloji karşısında aynı şekilde asimilasyona uğramışlardır. 30 Kasım 1925'te çıkarılan kanunla tekke, zaviyeler ve türbeler kapatılmış, dinsel unvanlar yasaklanmıştır. Cumhuriyet'in ilanından ve Halifeliğin kaldırılmasından memnun olan Aleviler bu yasaklardan en çok etkilenen kesim olmuştur. Alevi tekkeleri kapatılmış, Alevi dedeliği yasaklanmıştır. Alevi dergâhlarının en eskisi olan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı da bu kanunun kabulünden sonra kapatılmış, 1964 yılında müze statüsünde açılmış ancak bu dergâh Alevilere geri verilmemiştir. Tek din ve tek mezhep anlayışından hareketle Müslüman-Sünni inancını resmileştirecek olan Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, Alevilerin inançlarını yaşama alanları sınırlandırılarak bu kurum üzerinden Sünnileştirilmeleri yönünde asimilasyon politikaları uygulanmıştır. Kürt Aleviler ise ikili bir asimilasyona uğramışlardır. Her ne kadar Sünnilerin camileri açık tutulup, harcamaları devlet tarafından karşılanmış olsa da Sünni çoğunluğun inanç alanı daima devletin denetim ve kontrolü altında olmuştur. Sünniler devletin kendilerine sağladığı bu ayrıcalığı dinî inancın devletin denetim ve yönlendirmesinin yaratacağı zararlardan daha üstün tutmuşlardır. Bu nedenle de Alevilerin, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşu içinde yer almalarına devletin inanç alanında yarattığı rantı paylaşmamak için karşı çıkmışlar ve Alevilerin Sünnileştirilmeleri politikalarına ses çıkarmamışlardır. Böylece rejim tekçi ideolojisini Sünni ve Alevileri bölerek ve birbirlerine karşı kullanarak sürdürmüştür. İmparatorluktaki dinin devletin kontrolü altında tutulması ve devletin çıkarları doğrultusunda kullanılması anlayışı ve uygulaması Cumhuriyet'te devletin laiklik adına dini kontrol altına almasıyla devam etmiştir.. Resmi bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden toplumun ve bireyin inanç alanını kontrol etmek ve yönlendirmek demokrasiye ve laiklik ilkesine aykırıdır. Bu kontrol ve yönlendirmeyi yapan devlet esas olarak Sünniliği denetim altında tutmuş ve dinin de kendi mecrasında gelişmesini engellemiştir. Devlet Alevilerden, gayrimüslimlerden, dinî inancı olmayanlardan da topladığı vergilerle Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesini karşılayıp destekleyici unsur olarak gördüğü Sünni Müslümanlara imtiyaz tanıyarak adaletsizliğe neden olmuştur. Alevilerin bir kısmının bu kurumda yer almaya talip olmaları, devlet bütçesinden pay almak uğruna Aleviliği resmileştirme ve devletin vesayeti altına sokma hevesleri anlaşılır gibi değildir. Sünni Müslümanların da samimi olup kendilerini devletin vesayeti ve kontrolü altında tutan bu kurumun kaldırılmasını, devletin tüm dinler, inançlar ve mezhepler karşısında tarafsız ve eşit mesafede olmasını istemeleri gerekmektedir. Demokratik, laik hukuk devleti olmanın gereği budur.

Kozmopolit yapıya tek tip bir elbise giydirilmek istenmiştir. Cumhuriyetin ve devlet-ulusun ideolojisi de tamamen bu tekçi paradigma üzerine oturtulmuştur. Tek etnik kimlik, tek dil, tek kültür, tek din, tek mezhep. Türk, Türkçe, Türk kültürü, Müslüman, Sünni, Türk-Müslüman sermayedar ve işadamı. Kuşkusuz çoklu bir toplumsal yapı üzerine oturtulan ideolojisi tekçi bir anlayışa dayalı bir rejimin uygulamaları da tıpkı İttihatçı anlayış ve uygulamada olduğu gibi tedip, tenkil, inkar, imha, baskı ve şiddete dayalı asimilasyon ve her türlü tehcir politikaları olacaktı. Komitacılık, devletin çeteler oluşturarak gizli terör uygulaması, tehlikeli sayılan azınlıkların tasfiyesi gibi yöntemleri kullanan Teşkilat-ı Mahsusa-İttihatçı geleneği aynen Cumhuriyet'e intikal ederek bugün karşımıza dikilmiştir. Bu çizginin tarihsel akışının böyle cereyan etmesi ve ister istemez faşizan bir model oluşturması kaçınılmazdı. Bu çizginin çoğulcu bir siyasi-hukuki yapıya, gerçek bir demokrasiye ve hukuk devletine kapı açması beklenemezdi.

KOZMOPOLİT YAPIDA ETNİK MİLLİYETÇİLİK

Kozmopolit bir imparatorluktan etnik milliyetçilik sonucu kopan Yunanlıların, Bulgarların, Arnavutların başlangıçta tekçi bir felsefeye dayanmaları doğaldır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, İttihatçıların tüm etnik-dinsel mühendisliklerine rağmen kozmopolit bir imparatorluğun mirasçısıdır. Cumhuriyet bu yapıya uygun olarak tekçi felsefe yerine çoklu bir felsefe üzerinde şekillenmiş olsaydı bugün Türkiye, siyasi birliğini güçlü bir temel üzerine oturtmuş olurdu. Sonuç olarak Cumhuriyet, tekçi ideoloji doğrultusunda geldiği noktada tıkanmış, rejim çürüyerek kirlenmiştir. Türkiye, asker-sivil bağlamında oluşturulan militarist rejimin tasfiyesi noktasına gelmiştir. Çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, etnik kimliklere vurgu yapmayan, başat kimlik barındırmayan, kültürel, dilsel, cinsel farklılıkların özgürce yaşanmasını güvence altına alan, yerelin, bölgelerin merkezle yetki paylaşımlarını açıkça gösteren, hukuku barışın ve özgürlüğün güvencesi olarak gören ve yargıyı bu doğrultuda düzenleyen yeni bir toplumsal mutabakata, çoğulcu ve katılımcı bir yöntemle hazırlanacak yeni bir anayasaya ivedilikle ihtiyaç bulunmaktadır. Tarihle yüzleşmek ve yapılan hataları görmek güzel bir gelecek kurmak için şarttır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT