1. YAZARLAR

  2. Ayşe Hür

  3. Cumhuriyet’in ‘ordu-millet’ projesi
Ayşe Hür

Ayşe Hür

Yazarın Tüm Yazıları >

Cumhuriyet’in ‘ordu-millet’ projesi

19 Ekim 2008 Pazar 16:06A+A-

 “Askerimizi, askeriyemizi sevmiyenin Türklüğünden şüphe edilmelidir.” (Kültür Bakanlığı Milli Seferberlik Direktörü Kadri Yaman, 1938)

‘Bu Cumhuriyet’i askerler kurdu’ sözü gerçeğin aşırı zorlanması anlamına gelir ama, Cumhuriyet’in kuruluşunda asker kadroların ve ordunun büyük rolü olduğu açıktı. Osmanlı döneminin asker kadrolarının yüzde 93’ü (sivil kadrolarının yüzde 85’i) yeni rejimde göreve devam etmişti. Ordu ve kolordu komutanlarının tümü Birinci ve İkinci Meclis’te milletvekiliydi. Birinci Meclis’in yüzde 14’ü, İkinci Meclis’in yüzde 20’si asker kökenli üyelerden oluşmuştu. Yeni ulus-devletin kurucu önderlerinin yüzde 80’i asker veya asker kökenliydi. Cumhuriyet’in ilk yarısında Savunma, bayındırlık ve ulaştırma bakanlıklarının asker kökenlilere verilmesi gelenek olmuştu. Taşra teşkilatında kumandanların, ordu müfettişlerinin valilerin, kaymakamların görevini yapmaları sık rastlanan bir durumdu. 1938’e kadarki dönemde, milli savunma bütçesini Genelkurmay Başkanlığı hazırlardı. Bütçenin yüzde 30-35’i askerî harcamalar ayrılırdı.

GOLTZ PAŞA’NIN TİLMİZLERİ • Cumhuriyeti kuran asker kadrolar, Prusya sisteminin egemen olduğu Mekteb-i Harbiye’den mezun olmuşlardı. Bu okullarda ders veren Alman subaylarının Osmanlı İmparatorluğu’na taşıdığı temel fikir, tüm milleti silâhaltında tutmayı amaçlayan militarist bir dünya görüşüydü. Aynı zamanda, 19. yüzyıl Pozitivizminin ve Kameralizminin (aydın despotizmi) etkisi altında olan kurucu kadrolar, bir felsefi spekülasyon geleneğinden beslenmedikleri için olayların tarihsel arka planına kafa yormak yerine, gündelik hayatın içinden üretilen, bir tür ‘hal çareleri arama’ siyasetine yatkındılar. Dolayısıyla rejimin ‘iç düşmanlara’ karşı korunmasında ordunun gücüne başvurmaktan çekinmiyorlardı. Bu hafta, ‘millet-i müselleha’ kavramının Atatürk dönemindeki serüvenini izleyeceğiz. Pehlivan tefrikasına döndü demezseniz, önümüzdeki hafta da Atatürk’ten sonrasına bakacağız.

1923-1938 arasındaki dönemde, ordunun siyasete doğrudan müdahale etmediğini, hatta uzak durduğunu düşünmek yaygın bir tavırdır. O dönem bazıları için sanki bir tür ‘Asr-ı saadet’tir. Peki, bu doğru mudur? Mustafa Kemal’in gerektiği zaman orduyu siyaseti etkilemek için kullanmasının en önemli örneği Halifeliğin kaldırılması kararını, 15-20 Şubat 1924’te İzmir’deki Harb Oyunları için toplanan ordu komutanlarına aldırmasıydı. Ama, Halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlardan birinin de Erkanı Harbiye Umumiye Vekaleti’nin kaldırılması, dolayısıyla kabineden çıkarılmasıydı. Mustafa Kemal’in kafasında ‘vazifesinde müstakil’ bir Erkânı Harbiye Umum-u Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) olduğunu anlayan Ali Fuat Paşa’nın, bunun ‘kontrolsüzlük’ olacağı uyarısı üzerine Mustafa Kemal, ‘haklı olduğunu’, ancak ‘bazı sebeplerin’ kendisini böyle karar almaya mecbur ettiğini söylemişti. Bu ‘bazı sebepler’ zamanla ortaya çıkacaktı ama ilk hedefin orduyu, meclisin denetiminden çıkararak cumhurbaşkanına, yani kendisine bağlamak olduğu açıktı. Genelkurmay Başkanı Mustafa Kemal’e sonsuz sadakati ve siyasi hırsının olmamasıyla meşhur Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’ydı. Bu özelliklerine atıfla ‘Kuzu Paşa’ diye ya da ‘Müşir Paşa’ diye anılan mareşalin tek kusuru koyu Müslüman oluşu ve askerî konulardaki aşırı muhafazakâr tutumuydu ama bu ‘karşıdevrimci’ özelliklerine rağmen Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’ya saygıda kusur etmezdi. Örneğin ayağına çağırmak yerine onu ziyaret etmeyi tercih ederdi. Müşir Paşa da bu ayrıcalıklı konumunun tadını çıkarmayı bilirdi.

MÜŞİR PAŞA’NIN İZNİ • Ancak ayrıcalıkları sadece protokolde değildi. Bir dönem durum öyle bir hal almıştı ki, Fevzi Paşa’nın onayını almadan hiçbir yatırım yapılamaz olmuştu. Örneğin İktisat Vekili Celal Bayar, 1936’da, demir çelik tesislerinin Karadeniz Ereğlisi’nde kurulmasını ekonomik açıdan rasyonel bulurken, Müşir Paşa “orasını savunmak zordur” deyip tesisin hiç uygun olmayan Karabük’e kurulmasını sağlamıştı. Doğu vilayetlerine yol yapılmasını, sanayi tesisi kurulmasını, okullar açılmasını ‘Kürtlük akımlarını teşvik eder’ diye yıllarca engellemişti. (Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, 1972, s.135.) 1937’de,Diyarbakır ve Urfa’ya birer fabrika kurulmasını isteyen Urfa Milletvekili Behiç Bey’e, İktisat Vekili Celal Bayar Genelkurmay Başkanı’nın onayını alması gerektiği cevabını vermişti. (Cemal Madanoğlu, Anılar, 1911- 1938, Çağdaş Yayınları, 1982, s.135) Yıllarca milletvekilliği ve bakanlık yapmış Hilmi Uran’a göre demiryollarının güzergâhını tayinde ekonomik düşüncelerle askerî mülahazalar çarpışır ama son sözü daima askerler söylerdi. (Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 239).

SİYASET YASAĞI MI? • Fevzi Paşa parantezini kapatarak tekrar geriye dönersek, bu tezi savunanların sıkça verdiği örnekler olarak, 1924 Anayasası’nın ‘Milletvekilliği ile Hükûmet memurluğu bir kişide birleşemez’ diyen 23. maddesi veya Mustafa Kemal’in 19 Ekim 1924’te, eski bir CHF grup kararına dayanarak Meclis’in kumandan üyelerine ya milletvekilliğini, ya askerliği seçmelerini emretmesini, ‘askeri siyasetten uzak tutmak’ olarak nitelemek mümkün müdür? Bilindiği gibi, bu emir üzerine, Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Üçüncü Ordu Kumandanı Cevat (Çobanlı) Paşa ile 1, 2, 3. ve 5. Kolordu Kumandanları milletvekilliğinden istifa ederek/ettirilerek askerliği seçmişler, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ise ordu müfettişliğinden istifa ederek siyasete devam etmeye karar vermişlerdi. Bir ay sonra da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TpCF) kurmuşlardı. Ancak, bu karar, askerleri siyasetten uzaklaştırmak için değil, Cumhuriyet’in ilanı ve Halifeliğin kaldırılması başta olmak üzere pek çok konuda Mustafa Kemal’e muhalefet eden komutanları ordudan uzaklaştırmak amacıyla alınmıştı. Elbette, işin en ironik yanı, kumandanlara siyasi ahlak dersi veren Mustafa Kemal’in ve has adamı İsmet Paşa başta olmak üzere rejime sadık pek çok asker-mebusun askerlikten istifa etmemeleriydi!

Aynı şekilde asker kişilere siyaset yasağı getiren 1928 tarihli ‘Askerî Memurlar Hakkındaki Kanun’ ile 1930 tarihli Askerî Ceza Kanunu’nun 148. maddesi, sanıldığı gibi askerlerin siyasete girmesini değil, sadece bir kişinin askerken milletvekili olmasını engelliyordu. Nitekim pek çok asker, görevlerinden istifa ettikten sonra, eğer rejimle ve liderle ters düşmüyorlarsa, ‘sivil’ siyasete katılmışlar, önemli görevlere getirilmişlerdi. Mustafa Kemal’in ölümüne kadarki dönemde görev yapan tüm Milli Müdafaa Vekillerinin (Savunma Bakanlarının) bir zamanlar Fevzi Paşa’nın komutası altında görev yapmış eski subaylar olması da eklenince ortaya mükemmel bir sistem çıkmıştı: Sanki ordu siyasetin dışındaymış gibi görünüyor ama, ‘Sarı Paşa’, ‘Kuzu Paşa’ vasıtasıyla orduyu istediği gibi yönlendirebiliyordu.

ORDUYA YARGI YETKİSİ • Örneğin ordu, 1925’te Şeyh Said İsyanı’nı bastırmak bahanesi ile çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu’na, TpCF’nin kapatılmasına ve hukuk dışılığını kurucularının bile kabul ettiği İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasına tam destek verdi. Solcusundan İslamcısına, Türkünden Kürdüne, rejimin tüm muhaliflerine kök söktüren bu mahkemeler en önemli işlevlerini İzmir Suikastı Davası vasıtasıyla, Mustafa Kemal’in son muhaliflerini tasfiye ederek gördü. (Gerçi, bu mahkemede Kâzım Karabekir’i ipten kurtaran da ordunun desteğiydi.) Hükümetin asker üyeleri ancak bu davadan sonra üniformalarını çıkarmayı göze aldılar. Mustafa Kemal, 30 Haziran 1927’de tuğgeneral rütbesi ile askerlikten emekliye ayrıldı. Başbakan İsmet (İnönü) Paşa ve TBMM Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa, Mustafa Kemal’le birlikte 1. Ferik iken emekliye ayrıldı. Rize ve Çorum milletvekili Fuat (Bulca), 4 temmuzda albay iken emekliye ayrıldı. Eski Adana Valisi ve Kütahya Milletvekili Mehmet Nuri (Conker), 4 Temmuz 1927’de albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. Muhalif kanattan Refet (Bele) Paşa 8 Aralık 1926’da, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Edirne mebusu Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa, Kastamonu mebusu Halit (Akmansü), Ardahan mebusu ‘Deli’ Halit (Karsıalan) Paşa, Erzurum mebusu Rüştü Paşa ve bir dizi sefir, vali, mebus ve hekimin de ‘sivilleşmesi’ 1926-1927 yıllarından itibaren mümkün oldu. (Aktaran Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 120-123.)

Ancak, apoletlerin sökülmesiyle doğan boşluk 1927’de başlatılan (1952’de kaldırılan) ‘Umumi Müfettişlik’ kurumu ile dolduruldu. Bu kurum vasıtasıyla ülke sürekli bir sıkıyönetim atmosferinde yaşatıldı. 1935 tarihli Ordu İç Hizmet Kanunu’nun 34. maddesinde konan “ordunun görevi Türk vatanını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Anayasa’ya göre korumaktır” maddesiyle ise ordunun gerektiğinde siyasete müdahalesinin yolu açıldı. (Bu madde 1960 darbesinin dayanağı oldu ve 1961 Anayasası’nın 35.maddesinde tekrar edildi.)

Son olarak, Atatürk’ün yerine, 1937’den beri geri plana itilmiş olan İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı seçme kararı da tamamen orduya aitti. 11 Kasım 1938 günü, Meclis’in etrafının askerlerce sarılması İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesini garanti etmişti.

EĞİTİMİN MİLİTARİZASYONU

‘Ordu millet’ veya ‘asker millet’ oluşumunda ‘zorunlu askerlik’ uygulamasının hayati rolünden söz etmiştik. Cumhuriyetin ilk zorunlu askerlik kanunu 1927 yılında çıktı. Bu yıl, aynı zamanda ilk nüfus sayımının yapıldığı yıldı. Elbette bu tesadüf değildi, çünkü asker alımının başarısı, güvenilir bir nüfus sayıma bağlıydı. (1927’deki asker sayısı 1922’deki asker sayısından birazcık daha fazlaydı ki bu rakam 78 bin kişi civarındaydı.) Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dış düşmanların taarruzundan kurtulduğunun büyük ölçüde netleştiği yıllarda, yüksek askerî harcamaların ve mevcudu giderek artan ordunun meşruiyeti, esas olarak ‘iç düşmanlara’ yani isyancı Kürtlere ve ‘mürtecilere’ karşı savaşlara dayandırılıyordu. Yine de, iş sağlama bağlandı ve ordunun egemen konumunu aklileştirmek etmek için gereken bütün aygıtlar kullanıldı.

İsminin başında ‘milli’ sıfatı olan iki bakanlıktan birinin ‘Milli Eğitim’ diğerinin ‘Milli Savunma’ bakanlıkları olması rastlantı değildi. Mustafa Kemal Atatürk için en çok kullanılan iki unvanın ‘başöğretmen’ ve ‘başkomutan’ olması da rastlantı değildi. Ayrıca, ‘öğretmen ordusu’ ve ‘bir eğitim yuvası olarak askerlik ocağı’ gibi terimler de bilinçliydi.

Bu konuda çok önemli çalışmalara imza atmış akademisyen Ayşe Gül Altınay’ın gösterdiği gibi ‘ordu-millet’ veya ‘asker-millet’ yaratmak işine daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlanmıştı. Ekim 1923’te faaliyete geçen Harb Akademilerinde aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi Goltz ekolünden gelen Alman subaylar ders vermeye başlamıştı (Bu görevliler ancak 1939’da savaş başlayınca Türkiye’den ayrılacaklardı.) 1924 yılı ilkokul programında beden eğitimi dersleri, silahla atış yapmayı da içeren bir çeşit askerliğe hazırlık dersi gibiydi. Kâzım Karabekir Paşa, Şubat 1925’te Maarif Vekaleti bütçesi görüşülürken, ‘artık milleti müselleha devrinin geldiğini kabul etmek gerekir’ dedikten sonra beden eğitimi derslerinin daha ciddiyetle işlenmesini, silahla başarılı atış talimleri yapılmasına önem verilmesini istemişti. Nitekim 1926’dan itibaren tüm okullarda kız ve erkek öğrencilere askerlik dersi verilmeye başlamıştı. 1938 tarihli Beden Terbiyesi Kanunu ile bu iş daha da ileri götürülecek, 12 ile 45 yaş arasındaki her erkekle 12-30 yaş arasındaki her kız askerî nitelik taşıyan beden eğitimine tabi tutulacaklardı.

MİLLİ GÜVENLİK DERSİ • Askerlikle ilgili kavramların genç zihinlere nakşedilmesinde, Kemalizm’in üretildiği model kitaplardan biri olan Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabının bir parçası olan ve 1931’de ‘Afet’ imzasıyla yayımlanan Askerlik Vazifesi adlı broşürün büyük rolü olmuştu. 1939’a kadar, daima emekli ya da muvazzaf subaylar tarafından verilecek olan milli güvenlik derslerinde okutulan kitabın yazarı henüz 24 yaşındaki Afet (İnan) Hanım gibi görünüyordu ama kitabın asıl yazarının dönemin diğer önemli doktrinizasyon kitaplarında olduğu gibi, Mustafa Kemal olduğu anlaşılıyordu. Nitekim kitapla ilgili olarak İnönü’ye yazdığı mektupta ‘yazılırken ve yazıldıktan sonra bizzat alakadar oldum’ demişti. Başvekil İsmet Bey ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın onayıyla kamuoyuna takdim edilen kitap, Goltz Paşa’nın tüm ülkeyi bir ordugâh olarak gören, ordunun millete değil, milletin orduya hizmet etmesini esas alan ‘ordu-millet’ doktrini esasına göre hazırlanmıştı.

AFET İNAN VE/VEYA ATATÜRK İNTİHALCİ Mİ? Askerlik Vazifesi kitabını incelemiş olan tarihçi Hasan Ünder’e göre kitabın önemlice bir bölümü, Goltz Paşa’nın 1884’te Abdülhamit tarafından Millet-i Müsellaha adıyla Osmanlıcaya çevrilen Das Volk in Waffen adlı kitabından adeta kopya edilmişti. Ünder, ‘kopya’ paragrafları sayfa sayfa tespit etmişti. Aslında bu normaldi. Çünkü ‘kitapla bizzat alakadar olan’ Mustafa Kemal, 1909’da, Selanik’te kıdemli kolağası (yüzbaşı) iken Goltz Paşa ile bizzat tanışmış, hatta ikili Mustafa Kemal’in yaptığı plan uyarınca Vardar nehri civarında düzenlenen bir manevraya birlikte katılmışlardı. Mustafa Kemal Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal (1914) adlı risalesinde Goltz Paşa’dan ‘Millet-i Müselleha müellifi’ ve ‘büyük âlim, filozof’ olarak söz etmişti. (Hasan Ünder, “Millet-i Müsellaha ve Medeni Bilgiler”, Tarih ve Toplum, C. 32, 1999, S. 192, s. 48-56.)

Ancak, ortada normal olmayan bir şey vardı: Afet Hanım, Askerlik Vazifesi kitabını yazarken yararlandığı kaynakları sayarken Goltz’un kitabından hiç söz etmemişti! Sanki böyle bir kitaptan haberi bile yoktu. Afet Hanım’ın kitaptan habersiz olması kabul edilebilirdi, ama ‘yazılırken ve yazıldıktan sonra bizzat alakadar olan’ Mustafa Kemal’in kitaptan habersiz olması mümkün değildi. Her ne kadar Hasan Ünder “okul kitaplarında kaynak göstermek adet değildi” diyerek Mustafa Kemal’i ve Afet İnan’ı savunmaya çalışsa da, anlaşılan, açık veya gizli yazarlarımızdan biri ‘intihalcilik’ yapmıştı!

ERATI DA İHMAL ETMEYELİM! 1934’de erata dağıtılmak üzere basılan Askerin Ders Kitabı da ordu vasıtasıyla milli kimlik aktarımının nasıl yapıldığını gösteren önemli bir örnekti. Kitaptan bir bölümü okuyalım: “Asker Sen Kimsin? SEN TÜRKSÜN! Yeryüzünün en ulu milletindensin; sana anlatacağımız (tarih) denilen yazılar ortada yokken senin milletin doğdu; kanı temiz, yüreği yılmaz, gözü pek yeryüzüne geldi. On binlerce yıl öyle yaşadın; yine öyle yaşayacaksın; senin dedelerinin, ninelerinin çok önce kurduğu yurtlar senlikte yeryüzünün cenneti oldular. Bil ki; başka milletlerin görgüde, yapkıda ilk örneği, desteği, öğütçüsü senin milletin BÜYÜK TÜRK MİLLETİ’dir.

SEN TÜRKSÜN! On iki bin yıl evvelinde yeryüzünün başka milletleri mağaralarda, taş kovuklarında yaban adamları gibi yaşarken senin dedelerin ORTA ASYA denilen anayurdunun göbeğinde kurdukları şehirlerde yaşar, altın başlı kargısı, gümüş bezeli terkisi ile ağızlar sulandırır, gözler kamaştırırdı. Yeryüzüne şenliği, medeniyeti senin ataların verdi, atı dağdan indirip kuzu gibi yapan, üstüne binip dağlar asan ve tas kovuklarına sinmiş başka milletleri şaşkın şaşkın kendisine baktıran senin milletin BÜYÜK TÜRK MİLLETİ’dir!...” (Aktaran Serdar Şen, Silahlı Kuvvetler ve Modernizm, Sarmal Yayınevi, 1996, s. 66.)

KIZLARI DA ALIN ASKERE! Yazımızı, ordu-milletin kadın üyelerinin rolüne ilişkin birkaç anekdotla bitirelim. Halide Onbaşı, Gördesli Makbule, Binbaşı Emire Ayşe, Çete Ayşe, Adile Hanım, Asker Saime, Küçük Nezahat, Gül Hanım, Fatma Seher ve daha nicesi... Milli Mücadele sırasında kimi sırtında mermi taşıyan, kimi kağnı çeken, kimi silah kaçıran, kimi cephede göğüs göğse çarpışan kadınlar sanmışlardı ki, Cumhuriyet’in ilanından sonra da erkeklerle eşit muamele görecekler. Bunun bir işareti, Osmanlı döneminden beri kadın hakları konusunda mücadele eden öğretmen ve yazar Nezihe Muhiddin önderliğindeki hanımlar tarafından 15 Haziran 1923’te Dahiliye Vekaleti’ne sunulan Kadınlar Halk Fırkası’nın kuruluş beyannamesinin 8. maddesiydi. Maddede ‘kadınların savaş halinde askerlik görevi yapması’ öngörülüyordu. Ancak, partinin kuruluşuna rejimin erkek sahipleri izin vermedi. İzin vermeme gerekçelerinden biri bu madde idi. Dahası, gazetelerde günlerce bu talep alay konusu yapılmıştı.

Beş yıl sonra, 21 Haziran 1927 günü Meclis’te sadece erkekleri yükümlü tutan Askerlik Kanunu görüşülürken, Giresun Milletvekili Hakkı Tarık (Us) Bey bir vesileyle kadınların seçme ve seçilme hakkından yana olduğunu söyleyince, Müdafaayı Milliye Vekili Recep (Peker) “kadınlar Türk vatanıyla bu denli ilgili iseler önce askerlik yapsınlar” diyerek işi yokuşa sürecekti. Hatırlanacağı üzere daha önce kadınların parti kurmaları ‘askerlik yaparız’ dedikleri için engellenmişti!

HADDİMİZİ BİLELİM • 1934’te en nihayet kadınların milletvekili seçimlerinde aday olmaları ve oy kullanmaları mümkün olduğunda,1935 seçimlerinin arifesinde, 27 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde, aday kadınlara ve ikinci seçmenlere yönelik dört soruluk bir anketin cevapları yayınlanmıştı. Sorulardan biri kadınların askerlik yapması konusunda ne düşündükleriydi. Ankete cevap veren doktor, öğretmen, akademisyen, edebiyatçı kadınların çoğunun söze “mebus olmak haddimize düşmez ama olursak...” diye başlaması bir yana, askerlik konusunda rejimin erkeklerinin istediği türden cevaplar vermesi dikkat çekiciydi. Örneğin çocuk doktoru Nihal Hanım “olmaz efendim olmaz. Kadın nerede askerlik nerede? İçimizde daha bayram topundan korkan kadınlarımız var. Hem de fizyoloji kadınların aleyhinedir. Erkekte metanet, cesaret, adale kuvveti, pazu ne bileyim mukavemet, asap her şey kuvvetlidir. Aksini iddia eden varsa gelsin bana sorsun. Ben doktorum. Asker olunur iddiasında bulunanların sözü züppelikten başka bir şey değildir. Siz hayalata değil, maddiyata bakın. Biz kadın doktorlar bu kadar modern yetiştiğimiz halde hükümet tabibliği bile yapamıyoruz. Öyle ata binip, beline de tabanca asıp cürmü meşhuda hiçbirimiz gidemeyiz doğrusu. Hem kadınların 30 gün içinde sayılan tavırları programları, Mazhar Osman’ın dediği gibi 7 günü geçmez....” demişti.

SABİHA GÖKÇEN ‘OLAYI’ • Ama çok değil, iki yıl sonra, Atatürk, 1937 baharında, ‘çıbanbaşı’ olarak nitelenen Dersim’i bombalayan bir uçağı kullanan 24 yaşındaki manevi kızı Sabiha Gökçen’e şöyle diyerek Dr. Nihal Hanım’ı mahcup edecekti: “Seninle gurur duyuyorum Gökçen! Sadece ben değil, bu olayı dikkatle izleyen tüm Türk milleti de seninle gurur duyuyor (...) Biz asker milletiz. Yediden yetmişe, kadın ve erkek, bizler asker olarak yaratıldık!” (Sabiha Gökçen, Atatürk’le Bir Ömür, Oktay Verel’in Kaleminden, Altın Kitaplar, 1996, s. 125-126.)

Ancak, Dersim’deki başarılarından dolayı kendisine madalya takıldıktan sadece beş ay sonra, 29 Ekim Cumhuriyet Balosu’nda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, aynen Dr. Nihal Hanım gibi, askerliğin ‘kadın işi olmadığını’ Sabiha’nın yüzüne karşı en açık şekilde söyleyecekti. (aynı eser, s. 228) Çünkü Cumhuriyet’in ‘model kadını’, her daim modern ama iffetli, sadık eş ve kutsal anaydı. Dolayısıyla bu kadınlara ‘vatana asker yetiştirmek’ düşerdi, asker olmak değil. Nitekim, Sabiha Gökçen’in ‘Türk ordusunun dişi ikonu’ olma serüveni sadece üç yıl sürecek, kendisi unutulmaya terk edilirken, orduya bir daha kadın asker alınması için 1955’e kadar beklemek gerekecekti...

Ek Kaynakça: Ayşe Gül Altınay, The Myth of the Military-Nation, Palgrave MacMillan, New York, 2004; Ayşe Gül Altınay, Tanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düsünce, C. IV, Milliyetçilik, Haz. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2002, s. 140-154; Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Haz. Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Birikim Yayınları, 2004, ilgili bölümler; Hasan Ünder, “Goltz, Milleti Müsellaha ve Kemalizmdeki Spartan Ögeler”, Tarih ve Toplum, Cilt: 35, Sayı: 206, Şubat 2001, s. 45-53; Ümit Özdağ, Ordu-Siyaset İlişkisi, Gündoğan Yayınları, 1991, s. 43-121.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT