1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Bu Yeni ‘Amerikan Elçiliği Baskını’, Bölgemizde Dengeleri Alt-Üst Edebilir
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Bu Yeni ‘Amerikan Elçiliği Baskını’, Bölgemizde Dengeleri Alt-Üst Edebilir

02 Ocak 2020 Perşembe 14:37A+A-

Irak’ta aylardır devam eden ve halk geniş halk kitlelerinin bugüne kadar, -resmî açıklamalara göre- 500’ü aşan kurban vererek sürdürdüğü ve hükûmetleri düşüren ve yeni hükûmetler kurulmasının yolunu da tıkayan protestoların nereye varacağı bilinmezken..

Irak ve Suriye’de, Amerikan güçlerine tehdit teşkil ettiği ileri sürülen bazı ‘Haşd-i Şa’bî’ karargâhlarının üç gün önce Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından bombardıman edilmesi ve (Irak’da, 2-3 yıl önce  İran Liderliği’nin tavsiyesi ile oluşturulup, terör örgütü sayılmaması için de hemen, bir kanunla Irak’ın resmî güvenlik güçlerine dâhil edilen)‘Haşd-i Şa’bî’ güçlerinden 28 kişinin hayatını kaybetmesi, bardağı taşıran son damla oldu denebilir..

Geçen ay, Amerikan Başk. Yard. Pence, Irak resmî makamlarının hiçbir haberi olmaksızın Bağdâd’a gelip, doğrudan Amerikan işgal güçlerinin karargâhına gitmesi ve oradan da Erbil’e geçip Irak Kürdistanı’nın eyalet hükûmetinin başkanı Neçirvan Barzanî ile görüştükten sonra, ülkesine geri dönmesi ve bu esnâda sadece Irak Başbakanı Abdulmehdî’yle kısa bir telefon konuşması yapması ve Mehdî’nin kendisine, ‘Irak halkı izzetine çok düşkündür, bu gezi hoş karşılanmaz..’ diyebilmesi bile zâten bir derin hoşnutsuzluğu yansıtıyordu.

Derken.. Milâdî 2019 yılının son günü, 31 Aralık günü, Bağdâd’daki Amerikan Elçiliği’ne, onca güçlü korumalara rağmen binlerce kişinin saldırısı sonunda ele geçirilip bir kısmının ateşe verilmesi ve Amerikan bayrağının yakılıp yerine ‘Haşd-i Şa’bî’ örgütünün bayrağının çekilmesi, Amerikan personelinin Erbil’e kaçarak kurtulmaları, 40 yıl önce Tahran’daki  ‘Amerikan Elçiliği’nin basılıp, oradaki 52 diplomatın rehine alınmasını hatırlattı.

Yeni nesiller için bir masal gibi gelen o 40 yıl önceki hadise ne idi?

İran’da Şahlık/Şehinşahlık rejimini milyonların 1,5 yıl süren silahsız protesto gösterilerinde 100 binden fazla kurban vererek  deviren ‘İslam İnkılabı Hareketi’ dünyayı dehşetlere salarak gerçekleştikten sonra.. Şah Mısır, Fas üzerinden Amerika’ya gitmişti. Hastaydı. Ona rağmen, Amerika eski kuklası ve sâdık hizmetçisi durumunda olan Şah’ı kabullenmekten, ülkesinde barındırmaktan başına daha başka sıkıntılar geleceğini düşünüyordu. İran’ın yeni ve inkılapçı yöneticileri de Amerika’yı tehdit ediyorlar, ‘Şah’a ev sahipliği yapması halinde onun cinayetlerine ortak sayılacağını’ açıklıyorlardı.

Kasım-1979 başında, kendilerini ‘Danişcûyân-ı Hatt-ı İmâm  / İmam Khomeynî’nin takibçisi Üniversiteliler’ olarak ilân eden binlerce genç, Tahran’ın ortasında ve bir çam ormanını andıran büyük bahçe içindeki Amerikan Elçiliği’ni basarak, 52 diplomatı rehine almışlardı. Rehine alınan bu 52 diplomat ülkenin birçok yerine gizlice dağıtıldı ve Amerika onları kurtarmak istese bile, nerede olduklarını öğrenmekte zorlanacaktı.

Ve o Elçilik’in ele geçirilmesi sırasında, USA Elçiliği’ndeki gizli belgelerin her birisi, Amerikalılar tarafından derhal ve otomatik olarak kağıd doğrama makinelerinde doğranmıştı. Doğranan bu belgeler, daha sonra iyi İngilizce bilen 400 kadar elemanın yıllarca süren hassas çalışmalarıyla, hiçbir parçası kaybedilmeksizin korunmasından sonra o parçalar yapıştırılarak, 300’den fazla kitap halinde yayınlandı ve İran içinde hattâ halk arasında az-çok güvenilir olarak bilinen bazı isimlerin bile Amerikan Elçiliği ile nasıl işbirliği içinde olduğu belgelendi ve bu belgelerden elde edilen gizli bilgiler İnkılab Hareketi’nin, iç entrikalardan kurtulmasında önemli etkileri oldu.

Amerikan hükûmeti ve dünya kamuoyu genelde, ‘elçilik baskını’nın uluslararası hukukun ve diplomatik kuralların çiğnenmesi olarak ağır şekilde eleştirdi.  Hattâ bir kısım müslüman çevreler bile ‘Elçiye zeval olmaz..’ şeklindeki sözü esas alarak bu eleştirilere katıldılar. Ama o zaman, İmam Khomeynî, ‘Biz elçi’ye dokunmadık. Elçilikte diplomat sıfatı ve pasaportu ile bulunup ülkemizde casusluk yapanlara biz dokunulmazlık vermemiştik..’ diyordu.

B. Amerika, ‘rehine’leri kurtarmak için Hind Okyanusun’ndaki bir Amerikan Üssü olan Diego Garcia adasından kalkan uçaklarla Nisan 1980’in son haftasında Doğu İran’da Tabes Çölü’ne bir hava indirmesi yapmış, ama, uçaklar inerken birbirlerine çarparak, o operasyon da tam bir fiyasko ile sonuçlanmış ve bütün Amerikan askerî personeli ve istihbarat elemanları ölmüş, Amerikan Başkanı J. Carter, henüz dünyada, İran da dahil, hiçbir ülkenin haberdar olmadığı o başarısızlığı göz yaşları içinde  dünyaya duyurmuştu. Anlaşılmıştı ki, Amerikalılar İmam Khomeynî’yi veya üst derece başka lider kadrosundan başkalarını kaçıracaklar ve öylece o rehineleri kurtarmayı deneyeceklerdi.. Ama, hedeflerine varamamışlardı. Ne var ki, 22 Eylûl 1980 günü, Irak lideri Saddam Huseyn de o hengâmede, Irak ordusunu İran üzerine saldırtıyor, ve 8 yıl sürecek  ve iki taraftan 1 milyona yakın insanın ölümüne yol açacak olan İran-Irak Savaşı’nı da Amerika ve bütün emperyalist dünyanın teşvikiyle başlatıyordu.

(Bu arada Amerika, hastahanede yatmakta olan Şah M. Rızâ Pehlevî’yi ülkeden çıkarmak zorunda kaldı ve Panama’ya gönderdi; tedavisine orada devam edildi. Şah birkaç ay sonra da Panama’dan çıkarılınca, Mısır’a geldi. Ekim-1981 başında Hâlid İstanbulî isimli bir teğmen tarafında öldürülecek olan Enver Sedat ona kucak açtı ve Kahire’de 1980-Temmuzu’nun ilk haftasında vefat etti ve orada defnedildi.)

Amerikan Başkanlığına seçilen ve İran’ı tehdit ederek seçilen Ronald Reagan’ın 1981 Ocak ayı başında vazifeye başlamasına bir gün kala, Carter rejimi ile İran arasında varılan bir anlaşma sonunda Amerikalı rehineler 444 gün sonra serbest bırakılmışlardı.

Ama, Amerika ile İran arasındaki sürtüşme hiç bitmedi, hâlâ da devam ediyor.

*

Bu bilgileri, 31 Aralık günü Bağdâd’daki Amerikan Elçiliği’nin de saldırıya uğraması üzerine hatırlamanın faydalı olacağını düşünerek tekrarladık.

Şimdi bu saldırının o kadar basitçe geçiştirilemiyeceği tahmin edilebilir. Çünkü aksi halde, -her ne kadar, güçperestliklerinden ve kibirlerinden dolayı  çok dar kafalı olsalar da- her yerdeki USA Elçiliklerine saldırmak isteyenlerin daha bir cesaret kazanacağını anlamayacak kadar aptal değildirler herhalde, Amerikalılar..

Nitekim Trump, ‘İran organize ediyor, çok ağır olacak bir bedeli ödeyecek..’ diyor..

Gerçekten de İran’ın parmağı var mıdır, bu saldırıda?

Buna ‘Evet’ veya ‘Hayır’ demek, İranlı yöneticilerin işi elbette..

Ancak, Irak’daki ‘Haşd-i Şa’bî’  güçlerinin, İran Liderliğinin tavsiyesiyle veya ‘Velayet-i Faqih’ anlayışı çizgisinde bir halk gücünün oluşturulması emrinin İran’daki itiqadî  liderlik  tarafından verildiği bizzat kendi açık-seçik beyanlarıyla ortada..

3 gün önce Haşd-i Şa’bî merkezlerine yapılan Amerikan hava saldırılarında 28 kişi hayatını kaybedince, İran İnkılâb Muhafızları Ordusu sözcüsü,  ‘Bu Amerikan saldırılarına karşı Haşd-i Şa’bî gereken cevabı verecektir.’ demişti; açıkça ve öyle de oldu, verildi de.. İran lideri Khameneî ise, ‘..Bu mesele İran'la ilgili değil. Ayrıca,  eğer siz mantıklı olsaydınız -ki değilsiniz-, Irak, Afganistan ve diğer ülkelerde işlediğiniz suçların, halkların sizden nefret etmesine yol açtığını anlardınız" ifadelerini kullandı, dün yaptığı konuşmada..

*

B. Amerika, 10 ay sonra yeni bir başkanlık seçimine girerken, Trump’ın, zafiyet göstermemek için, kuru-sıkı tehditlerle yetinmeyeceği, aksi halde kendi başkanlığını tehlikeye atacağı ihtimalinin reflekstif yaptırımlarını da düşünmek gerekir. O zaman da, sadece İran’ın değil, bütün bölgenin yeni bir ateş çemberi içinde kalması kaçınılmaz hale gelebilir. Çünkü, İran böyle bir durumda, bölgedeki bütün Amerikan üsslerine ve merkezlerine karşı gerekli tepkiyi vereceğini gizlemiyor ve bu tehdidin sözde kalmayacağı da tahmin edilebilir.

*

**

En Çok Zulüm Gören Peygamberlerden Birisi, Hz. Îsâ Mesih (aleyhisselâm)..

Pazartesi günkü yazıda, yılbaşı kutlamalarına kısaca değinilirken, ezelden ebede ve ancak sırrını Yüce Yaratıcı’nın, Hâlîq-ı Zul’Celâl’in bilebileceği bir muazzam mükevvenatta, dünyanın güneş etrafındaki dönüşü için, bazı hadiseleri numaralayarak belirlenen 365 gün için belirlenen yılın başlangıcı için çılgın kutlamalar yapıldığına değinmiştik.

Bu vesileyle Hz. Îsâ adına yapılan bu çılgınlıklardan sadece biz miüslümanların değil, aklı başında mesihîlerin de rahatsız olduğunu belirtelim. Ve bu konuda 90 yıl öncelerde vefat eden, Lübnanlı bir Hristiyan arab olan Khalîl Jibran’ın ‘Bir Bayram Gecesi’ başlıklı yazısını özetleyelim:

‘Akşam oldu ve karanlık şehri kapladı.. Konaklarda, evlerde ışıklar parıldadı, insanlar yüzlerinde neşe ve gurur emâresi, nefes alıp vermelerinin arasından yiyeceklerin, içkilerin kokusu yayılarak yeni bayramlık elbiseleriyle caddelere çıktılar..

Bense yalnız, bir başına, kalabalıktan uzak, bayramın sahibini düşünerek yürüdüm.. Fakir olarak doğan, tecrid edilmiş bir halde yaşayan, haç’a gerilerek öldürülen müstesna kişiyi düşünerek.. (...)

Umûmî parka vardığımda çıplak ağaç dallarının arasından kalabalık caddelere bakarak, eğlence alayında yürüyen bayramcıların uzaktan gelen şarkılarını dinleyerek tahta bir bankın üzerine oturdum..

Düşünceler ve düşlerle dolu bir saatin ardından başımı yana çevirdiğimde, birden kanapenin üzerinde, yakınımda oturan, elindeki asâsının ucuyla toprağa karışık çizgiler çizen bir adam gördüm.. ‘Benim gibi bir yalnız..’ dedim, kendi kendime.. (...) Bana doğru döndü; derin, sâkin bir sesle; ‘İyi akşamlar..’ dedi.. (...)

‘Bu şehirde yabancı mısın?’ dedim..

‘Bu şehirlerde ve diğer bütün şehirlerde bir yabancıyım ben..’ diye karşılık verdi.. (...)

Bir sessizlikten sonra; ‘Bana ihtiyaç içindeymişsin gibi geliyor, bir iki dirhem kabul etmez misin?’ dediğimde, dudaklarında hüzünlendirici bir gülümsemeyle, ‘Evet ihtiyaç içindeyim, ama, paranın dışında bir şeye..’ dedi.. (...)

Kendi kendime, ‘Ne garib bir adam, kâh filozof gibi konuşuyor, kâh deli gibi..’ dedim.

(...) Deliliğinden emin olmuş bir halde, ‘Şimdi gel, geceyi evimde geçir..’ dedim..

Başını kaldırdı; ‘Eğer benim kim olduğumu bilseydim, davet etmezdim..’ dedi..

Kimsin sen?’ dedim.. Sesinde engin suların çağıltısıyla; ‘Ben milletlerin oturttuklarını ayağa kaldıran devrimim. İnsanların yetiştirdiği fidanları söken fırtınayım.. Ben yeryüzüne barışı değil, kılıcı bırakmak için gelenim..’  dedi..

(...) Birden önünde eğilerek yere kapandım, ‘Ey Nasıralı Îsâ..’ diye seslendim.

O esnada o da, ‘Cümle âlem benim ismim ve geçmiş günlerin ismim etrafında ördüğü âdetler vesilesiyle bayram ediyor. Bense yeryüzünün batısını da, doğusunu da bir gezgin gibi dolaştım, ama, insanlar arasında benim hakikatimi bilen yok..(...)’ diyordu..

O sırada başımı kaldırdım ve baktım.. Önümde duman sütunlarından başka bir şey görmedim ve ebediyetin derinliklerinden gelen gecenin sesinden başka bir ses duymadım..’

Bu hikaye, her dine, her ümmete, her mezhebe, her bir inanç mensuplarına, onların durumunu özetleyecek şekilde ifade edilebilir;  çuvaldızı kendilerine batırmak bâbından...

Cibran'ın yazısında Hz. İsâ aleyhisselam’ın ağzından aktarılan bir cümleye bilhassa dikkati çekelim. ‘Ben Yeryüzüne barışı değil, kılıcı bırakmak için geldim..’ ibaresi, Hz. Îsâ’ya bir bühtan gibi algılanmamalıdır.

Matta İncili’nde 10. bâbda yer alan ibarelerden bir aktarmadır, Cibran’ın o ifadesi: ‘34- «Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil, kılıç getirmeye geldim. 35-Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık sokmaya geldim. 36- `İnsanın düşmanları, kendi ev halkı olacaktır.’ 37-Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven, bana lâyık değildir. Oğlunu ya da kızını beni sevdiğinden çok seven, bana lâyık değildir. 38- Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen, bana lâyık değildir. 39-Canını kurtaran, onu yitirecek. Benim uğruma canını yitiren ise onu kurtaracaktır.’ 40- «Sizi kabul eden, beni kabul etmiş olur. Beni kabul eden de beni göndereni kabul etmiş olur. 41- Bir peygamberi, peygamber olduğu için kabul eden, peygambere yaraşan bir ödül alacak. Doğru bir adamı, doğru biri olduğu için kabul eden, doğru adama yaraşan bir ödül alacak. 42- Bu sıradan kişilerden herhangi birine, öğrencim olduğu için bir bardak soğuk su bile içiren, size doğrusunu söyleyeyim, ödülsüz kalmayacaktır.»’

*

Yeri gelmişken,  19. yüzyılın ü nlü rus edebiyatçı ve düşünürlerinden Dostoyewski'den de -yaktıştırma bile olsa- bir hikaye aktaralım; Hz. Îsâ’nın nasıl bir zulme mâruz kaldığını anlatmak açısından:

-Hikâye bu ya..-,

‘Ortaçağ’da, İspanya’da bir kasabanın pazar yerine, gökten Îsâ Mesih iniverir.. Halk etrafına toplanır.

İsâ Mesih, onlara kimler olduklarını sorduğunda, ‘Biz senin ümmetiniziz..’ derler.. O, ‘Siz nasıl benim ümmetim olabilirsiniz?’ diye şaşkınlığını dile getirir..

Sonra, kasabanın kardinali gelir.. Şöyle bir bakar ve polis’e: ‘Atın bu meczubu, deliyi zindana!..’ der ve atarlar zindana.. Halk ise, ‘İsâ Mesih idi, gökden indiğini gördük..’ derler.. Akşam olup el-ayak ortalıktan çekilince, kardinal zindana gider ve ‘Ey kutsal peder, inanıyorum ki, sen Îsâ Mesîh’sin.. Ama, niye geldin? Biz burada senin adına bir düzen tutturmuş, gidiyorduk.. Niye geldin? Şimdi, sen her şeyi alt-üst edeceksin.. Buna müsaade edemeyiz.. Ya, hangi yoldan geldiyse, o yolla yine çekil git; ya da, seni bir kez de ben çarmıha gererim.. der..

İsâ Mesîh olarak anlatılan kişinin durumunu ise Dostoyewsky şöyle anlatır: ‘İsâ Mesih gördü ki, halk câhil, ve güçsüz, fakir.. Kendi adına hareket edenler ise, zengin, güçlü, örgütlü..

Ve çaresiz,  gecenin karanlığında zindanın demir parmaklıklarından süzülür,  çıkar gider  göklere doğru..

Dostoyewsky daha sonra da der ki: ‘Biz İsâ Mesih’in dönüşünü bekliyoruz, asırlardır..

Ama, niye gelsin ki..

Halk yine aynı cahil ve örgütsüz halk, yoksul..

İsa Mesih adına hareket edenler ise, güçlü, zorba, zengin ve örgütlü...’

*

Evet, ilahî peygamberlerin en çok mazlûm (zulüm görmüş) olanlarından ve  bu zulmün onun adına hâlâ da devam ettirilenlerinden birisi, Hz. İsâ Mesih aleyhisselam olsa gerek..

Ama, bu hikaye, aslında sadece hristiyanların durumunu değil, bizim hal-i pür melâlimizi de anlatmıyor mu?

Ve, biz müslümanların durumu bu hikayede ifade edilen sonuçtan sanki daha mı iç açıcı?

*

Ve bir ilginç ikaz:

Tunus’un yeni cumhurbaşkanı Qays Saîd’in, ‘Milâdî Yılbaşı’nda birbirlerine hediyeler veren veya çam ağacı taşıyan veya Noel Baba şarkılarının melodilerine ayak uyduran Müslümanların olduğunu’ hatırlatıp, ‘Bu durum, günümüzün mağlub ümmetinin galibe alkış tutmasıdır..’ demesi, ne kadar yerinde bir tesbit..

Bu vesileyle, yıllarca önce  Qays Saîd’le aynı minvalde görüş açıklayan büyük Bilge Müslüman Aliya İzzet Begoviç’i bir daha rahmetle anarak, onun, ‘Savaş, yenilince veya hayatını kaybedince değil, düşmana benzeyince ve onun değerlerine tutunmaya başlayınca kaybedilir..’ meâlindeki sözlerini de tekrarlayalım.

*

Star

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum