1. YAZARLAR

  2. FATMA GÜLBAHAR MAĞAT

  3. Bizim Takvimde 8 Mart Yok
FATMA GÜLBAHAR MAĞAT

FATMA GÜLBAHAR MAĞAT

Yazarın Tüm Yazıları >

Bizim Takvimde 8 Mart Yok

09 Mart 2008 Pazar 16:00A+A-

Yıllardır hep erkeklerin başına bela olmuştur kadınlar! Çünkü tek iktidar, tek söz sahibi, tek tiran kendileri olacakken/olmaları gerekirken, kadınlar da rol olmak istemiştir bu oyunlar içinde. Öyle ya, kadınların varlık görüntülerinin gölgeleri altında görünmez kalmak vardı işin ucunda. Evet, kadınlar bela olmuşlardır bu bağlamda erkekler için.

Gerçi ne onlarsız (cinsellik ve her nevi ayak işleri vb), ne de onlarla (düşünmeleri, ben de varım demeleri, hakimiyetliklerine ortak olmaları) yapılabilinmiştir. Her devletin, her ülkenin geçmişine bakıldığında, savaşta ve barışta, hayatın her safhasında kadınların olduğu görülmektedir. Kendilerine değerin verilmediği zamanlar da dahi, her erkeğin güç, kuvvet ve dayanak aldığı destekçi kadınlar kendilerini göstermiştir.

Kadınların bu ‘görünmez kadın’ imajından kurtularak, toplumda bir birey olduklarını, erkekler gibi kendilerinin de bazı haklara ve özgürlüklere sahip olduklarını ispatlamak, kendilerini kabul ettirmek ve bir insan olarak erkeklerle aynı (olması gereken) şartlara sahip olmak arzuları, bu haklarını elde edebilmek için onları mücadele etmeye, direnmeye ve seslerini yükseltmeye itmiştir. Günümüz tarihi itibariyle de, bu çabalarının karşılığı alınmış görünmektedir.

Pek çok ülkede olduğu gi'i, ülkemizde de kadınlar aynı savaşımı vermiş, kimi haklarını elde etmişse de (okumak, çalışmak, istediğiyle evlenme tercihini kullanmak, seçme- seçilme, düşüncelerini ifade etmek vs), bazı haklar, bazı kadınlara hala yasak olma durumunu korumaktadır. Bu yasaklar korunurken ise yapılan savunma mekanizmaları, durumun çarpıklığını daha bir gözler önüne sermektedir.

Ülkemizdeki yasakların temelinde laikliğin tehlikeye sokulması, tehdit edilmesi gibi nedenler yatmakta, buna mukabil, verilen hakların da laikliğin bir neticesi olarak avuçlarımız arasında bulunduğu söylenmektedir.

“…Laiklik, demokrasinin temelidir. Demokratik, laik bir hukuk devleti de kadın haklarının güvencesidir.

… Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeler göz önünde tutulduğunda laikliğin korunmasına bugün her zamandan çok gerek olduğu inancında olduğumuzu kamuoyu ile paylaşır, laiklik ilkesinin kadın haklarının da güvencesi olduğunu bir kez daha vurgularız.” (İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu-2006)

Sık sık pişirilip önlerimize konan haklardan bir tanesi de, bunlarla ilintili olarak, kadınların seçme ve seçilme haklarını kazanmaları ve bunun, M. Kemal’in engin ileri görüşlülüğü ve kadınlara verdiği önemden dolayı lütfedilmiş bir hak olarak öne sürülmesidir.

“…Siyaset alanında ilk yasa olarak 3 Nisan 1930 tarih ve 1580 sayılı Kanun gösterilebilir. Bu Kanunun 23 ve 24. maddeleri ile Türk kadınına ilk kez belediye seçimlerine katılma, seçme ve seçilme hakkı tanınmaktaydı. Bu Atatürk’ün yıllardır yapmak istediği ve bu amaçla büyük bir kamuoyu oluşturduğu bir siyasî durum idi.

26 Ekim 1933 tarihli değişiklikle de Köy Kanununa, kadınların Köy İhtiyar Heyetine ve Muhtarlığa seçilme ve seçme hükmü konmuştu ki bu belki ilk siyasî yasadan çok daha temele hitap eden bir karar idi.

Bu yasa değişikliğinden yaklaşık bir yıl sonra Atatürk ve arkadaşları 5 Aralık 1934 tarihinde Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun 10 ve 11.maddelerinin şu hale gelmesini oybirliğiyle sağlayacaklardır;

10. Madde; 22 yaşını bitiren kadın-erkek her Türk, mebus seçme hakkına haizdir,

11. Madde; 30 yaşını bitiren kadın-erkek her Türk mebus seçilebilir.

Atatürk bir kez daha ileri görüşlülük vasfını böylece kanıtlama olanağı bulabilmekteydi. Bilindiği gibi o tarihte, yani 1934’lerde birçok Avrupa ülkesinde bu iki haktan, ikisinden ya da seçilme hakkından mahrum bulunmaktaydı. .(Prof. Dr. Emel Doğramacı 
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 13, Cilt V, Kasım 1988 )

Öncelikle, pek çok ülkeden sonra bu hakların kadınlarımıza verildiğini söyleyerek,yukarıdaki cümlelere düzeltme yapmak isterim. Şu listeye bakmak anlaşılması açısından yeterli olacaktır. Yazar M. Armağan’ın dediği gibi, listeye bakıldığında, ‘muz cumhuriyetleri’nin dahi, Türkiye’den önce kadınlara bu haklarını verdiği görülecektir.

Ülkeler: Yıllar

Yeni Zelanda: 1893

Avustralya: 1902

Finlandiya: 1906

Norveç: 1913

İzlanda: 1915

Hollanda: 1917

Sovyetler Birliği: 1917

Kanada: 1917

Letonya: 1917

Estonya: 1917

Litvanya: 1917

İsveç: 1918

İngiltere: 1918

Almanya: 1918

Polonya: 1918

Macaristan: 1918

Avusturya: 1918

Lüksemburg: 1918

Çekoslavakya: 1918

ABD: 1920

Belçika: 1920

İrlanda: 1922

Moğolistan: 1924

Ekvator: 1929

G.Afrika: 1930 (Beyazlar)

İspanya: 1931

Brezilya: 1932

Tayland: 1934

Küba: 1934

Türkiye: 1934

Fransa: 1945

İtalya: 1945

Yugoslavya: 1946

Romanya: 1946

Bulgaristan: 1947

Arnavutluk: 1958

İsviçre:1970

 

                      (Küller Altında Yakın Tarih-M.A)

Bu hakkın kadınlarına öylece verildiği meselesine gelirsek, tarih sayfaları karıştırıldığında, olayların birebir muhataplarının yazdıkları okunduğunda, özellikle de kadınların seçme ve seçilme haklarını edinmelerinin hiç de bir lütuf olmadığı, yaklaşık 10 yıl gibi uzun bir sürelik mücadelenin sonunda ve ‘şerh’ düşülerek kabullenildiğini görürüz.

Bu konudaki mücadelenin başlangıcı, Cumhuriyet’in ilanından önce, II. Meşrutiyet yıllarında varlığını gösteren ve Cumhuriyet’in ilanından sonra da amaçlarından vazgeçmeyen Türk Kadınlar Birliği’nin attığı temellere dayanmaktadır. Bu hak ise, onların inatçı  ve dirençli azimlerinin neticesiyle kazanılmış haklardandır. Yani, ite ite, söke söke alınan bir haktır ve öylece tepsi içinde sunulmamıştır.

Bunun için defalarca Ankara’ya gelinmiş ve M. Kemal’in kapısı çalınmış, her seferinde nasihatler verilerek geri gönderilmişlerdir. Türk Kadınlar Birliği’nin, Ankara’ya her zamanki düzenlediği ziyaretlerinden birini İffet Halim Oruz hatıralarında şöyle anlatıyor:

“Atamız, her zamanki nezaketi ile bizleri karşıladı, kendisine dileklerimizi bildirdik. Türk kadınına tüm siyasi hakların verilmesini istedik. Gazi bizlere bazı sorunlar üzerinde durmamızı işaret etti. Başlıca uyarısı da köylü kadınlarımızı eğitmek için yetiştirici çalışmaların yapılması gerekli olduğunu işaret etmekti. O sırada genç ve ateşli bir dava savunucusu olarak kendisine dedim ki:

‘Gazi Hazretleri, erkekler, köylü, kentli seçme ve seçilme hakkına sahip değil midir, kadınlarımızı neden ayırt edeceğiz, niçin onlar bu haklara sahip olmasın?’

Kendisinin bize verdiği cevabın özeti şöyledir:

‘Erkekler asker ocağında vazife görüyor, orada talim ve terbiyeden geçiyor, kadınlarımızı yetiştirmemiz lázımdır…’ Bu realist ve mantıklı cevaba verecek söz kalmamıştı.

‘Emredersiniz, köylü ninelerimizi yetiştirmek için Türk Kadınlar Birliği teşkilátı vazifesini yapacaktır Paşa hazretleri’ dedim.’

Ancak yılmayıp, haklarını istemeye devam ettiklerini okuyoruz kaynaklardan. Her fırsatta M. Kemal’i sıkıştırmaya devam ediyor ve yineliyorlar taleplerini ve bu, 1920 sonlarından 1934 yılına kadar devam ediyor. Sonunda pes ediyor M. Kemal ve arkadaşları, kabul ediyorlar kadınların bu taleplerini.

‘30 Haziran 1933’de Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki kız öğrenciler milletvekili olmak istediklerini söylediklerinde ‘Niçin mebusluk istiyorsunuz da askerlik istemiyorsunuz?’ diye biraz da kızgınlıkla sorar. Kasım 1934’de Ankara Kız Lisesi’ni ziyareti sırasında kız öğrencilerin sıkıştırması üzerine de, ‘Mebus seçer ve mebus olursunuz; fakat aynı zamanda asker de olacaksınız’ demek zorunda kalır.

Atatürk’e göre askerlik bir vatandaşın en büyük vazifesidir. Kadınlar bu vazifeden kaçtıkları sürece, yarım vatandaş olarak kalmaya mahkûm kalacaklardır. Onun kafasındaki formül şudur: Askerlik varsa mebusluk var! Nitekim káğıt üzerinde de olsa, kadınlara da askerliği zorunlu kılan yasal değişiklikler yapılmış, hatta bazı yerlerde kadınlar göstermelik olarak eğitime dahi çıkmışlardır.’ (M.Armağan, a.g.e)

Türk Kadınlar Birliği amacına ulaşmışsa da, bunun karşı atağı pek yakında verilmiş, hükümetin isteğiyle 1935 yılında kendi kendilerini fes ettiklerini ilan etmek zorunda kalmışlardır.(G.Bozkır)

Böylece 1935 seçimlerine kadınlarda katılıyor ve 18 kadın milletvekili çıkararak giriyorlar meclise.

Cumhuriyet’in kadın hakları konusundaki bu serüveni, inişli çıkışlı yollarla devam ediyor tabi ki. Ancak bunu yaparken laiklikten, Batılılaşmadan ve özellikle son günlerde tavan yapan kızlarımızın kıyafetlerinin ‘çağdaşsızlığı, Batıya karşı mahcubiyet teşkil ettirmesi’ lafazanlığının tekrarı, daha pek çok mücadelelerin bizleri beklediğinin sinyallerini vermektedir. Çünkü yönlerini döndükleri Avrupa ülkeleri, ataerkil aile yapısının, kadının aşağılanmasının, sexismin (cins ayrımcılığı) ve sınıfsal ayrımcılığın fikir, zikir ve isim babalığının merkezidir. İnsan hakları tellallığı yapan Fransa ve özgür düşünce savunucusu (!)İtalya dahi, kadınlara bu haklarını ikinci dünya savaşından sonra vermek zorunda kalmıştır. Listeye göz atıldığında tablonun bize neler haykırdığını görmemek mümkün değildir. İsviçre bu hakkı 1970’lerde verirken, hala ABD’de, kadınların girmesi yasak olan kütüphaneler mevcuttur. (M. Gökman/ABD Notları)

Ayrıca hala kanayan yaramız olan kızlarımızın başörtüleriyle okuyamaması, çalışamaması ve sosyal hayatın dışına sürüklenmeye çalışılması durumu ülkemizde bayraklaştırılmışken, utanmazca ‘kadın haklarından’ ve ‘kadınların özgürleştirilmesi’nden dem vurulması, 8 Mart’ı onların günü olarak kutlamaya çalışılması maskaralığı, kadınları aleni aşağılamanın bir başka versiyonudur. Hem laikliğin kadın haklarının teminatı olarak varolduğunu öne sürüp demokratiklikten dem vuracak, hem de özellikle ‘bilim yuvası’ olarak görüp gurur duyduğunuz mekanlardan onları silip süpürme çabası içinde savaşım vereceksiniz. Avrupa ile yarışıp onlar seviyesine çıkmanın kavgasını verirken, onları geçip kadınlarınızı daha çok ezmenin, sindirmenin yollarını arayacaksınız.

‘31 Ocak 1923 yılında İzmir konuşmasında da Atatürk bu düşüncesinin (kadın hakları) üzerine gitmekte ve şöyle demektedir: “...bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslim ve Müslimelerin beraber olarak ilim ve irfan kazanmalarıdır. Kadın ve erkek ilim ve irfanı aramak, nerede bulursa oraya gitmek ve onunla cihazlanmak mecburiyetindedir... Türk toplum hayatında kadınlar ilmen, irfanen ve diğer hususlarda erkeklerden kesinlikle geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir...”

“...her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir heyeti içtimaiyenin yüzde onu, yirmisi okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanlara utanmak lâzımdır...”( Prof. Dr. Emel Doğramacı)’

Bir yandan her hamalın, her sandalcının, her köylünün Atatürk tarafından okumaları gerektiğinin söylendiğini deklare edecek, diğer yandan izinde yürüdüğünüzü söylediğiniz ideologun düşüncelerinin aksi davranacaksınız. İnançlarından ötürü kızlarımızı yadırgayacak, onlarla aynı sıraları paylaşmaktan imtina edecek, başkalarına (Avrupa, ABD vs) karşı utanacaksınız. İşte size bir resim. Bakın nasıl da hiç sıkılmadan, utanmadan yanındaki kadınlarla Çankaya’da poz vermiş M. Kemal.

 

Özgürlük ve haklar, önce kafalarda başlar. Kafalarda olanlar değiştirilmediği sürece, haksızlıklar ve zulümler devam edecektir. Aynı zihniyete sahip, aynı inancı taşıyan, aynı şeyleri sevip aynı şeylerden nefret eden bir erkekle kadının arasında seçim yapmak, sırf kıyafetinden dolayı birini tehlikeli ve bölücü bulup diğerine ses çıkarmamak, hangi literatürde ve bilimde kendisine yer bulabilmektedir? Düşünmek ve izah etmek gerekir.

Rabbin bize verdiği en büyük nimetlerden olan akıl neden kullanılmaz?

Akletmez misiniz?..

YAZIYA YORUM KAT