1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. “Ben İslamcı değilim” diyenler ve Gülen çizgisi
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

“Ben İslamcı değilim” diyenler ve Gülen çizgisi

19 Eylül 2012 Çarşamba 14:25A+A-

“Ben İslamcı değilim”; Kur’an’daki tanımlamaya bağlılık adına “Ben sadece Müslümanlardanım” diyenlerin Kur’ani bütünlükten ve ümmetin maslahatından kopuk da olsa samimi kaygılarına saygı gösterilmelidir. Ama Rabbimiz Müslümanlığımızı Yüce Kitab’ındaki vahyi ile “mü’min, muttaki, şahit, şehit, alim, murabıt” gibi sıfatlarla da pekiştirmektedir.  

Ali Haydar Haksal Milli Gazete’deki (14 Eylül’12) yazısında Mehmet Şevket Eygi ile birlikte bazı gazete yazarlarının kendilerini “İslamcı değil Müslüman” olarak takdim etmelerinin, Müslümanlık kavramına yeterli bir netlik sağlamadığını belirtmiştir. Haksal, Türkiye nüfusunun kahir ekseriyetinin “Müslümanım” demesine rağmen, “Müslümanım” demenin bilinçli, sahih ve hakiki Müslümanlığı kuşatmadığını vurgulamaktadır. Haksal, muhafazakâr demokratlar da, seküler hayatı seçenler de, suya sabuna dokunmayan dindarlar da, Türkçüler ve Batıcılar da Türkiye Müslümanlığı içinde kendilerine Müslüman dediklerini hatırlatmaktadır.

Ali Haydar Bey, Türkiye’de “Kime sorsanız kendisini Müslüman olarak tanımlar. Bunların içinde laikler, sekülerler, solcular, alkol alanlar da var.” demektedir. Tabii ki bunlar kendilerini Müslüman olarak tanımladıktan sonra hayır siz Müslüman değilsiniz denemez. Onlar kendilerini öyle görüyorsa Müslümandırlar. İşte Haksal demektedir ki;  bu bağlamda yayıncılık yapan dindar bir gazetede rakı, şarap, faiz reklâmları ve tam sayfa kadın endamlı reklâmlar basılmasına rağmen bu gazetenin yöneticileri "Ben Müslümanım, İslâmcı değilim" diyebilmektedirler. Haksal sormaktadır: “Bu tür çeşitli zaaflarla malul Müslümanlarla birlikte mi yaşamak istersiniz; yoksa İslâm için mücadele eden, Müslümanca yaşayanların arasında olmayı mı tercih edersiniz?” Ve eklemektedir: “İslâm adına hem siyasal, hem kültürel hemen her alanda mücadele veren Müslümanların mücadelesi İslamcılıktır.

Gündemdeki son İslamcılık tartışmalarında Ali Bulaç’ın da, Hayrettin Karaman’ın da, Yasin Aktay’ın da, Abdurrahman Arslan’ın da İslamcılık sıfatına yükledikleri mana, iman edenleri yeniden iman etmeye davet etmek keyfiyetini taşımaktadır. Yine bu mana “mü’min, muttaki, şahit, şehit, alim, murabıt”  sıfatlarının Müslümanlığımızda “muvahhid, mübelliğ, mücahid” sıfatları gibi derinleşmesini ve tanıklaşmasını istemektedir.

Türkiye’de Kemalist veya kolonyalist politikalarla ezilen Müslümanlığımızın vahyi ölçülere yönelen ve silkinen sesi ancak 1970’li yılların ortalarında neşvünema bulmaya başlayabildi. Tabii ki bu yeni ve taze sesin birçok kazanımı yanında zaafları da vardı. “Öze dönüş”,  “İslami diriliş”, “İslami hareket”, “ıslah ve inşa” söylemleri güçlenmeli ve vahyi ölçülerle yenilenmeliydi. Ama 28 Şubat’ın karabasanı karşısında kimliksel olarak hakiki aidiyetlerini oluşturamamış, vahyi kavrama usulü olarak netleşememiş veya cahili tutkularından hicret edememiş Müslümanlarımızdan tevhidi mücadele hattını bırakanlarımız ve “İslamcılık bitti” haykırışları arasında “Yağmurdan Sonra birçok şey mubah” edebiyatı yapanlarımız oldu.

İslami mücadele veya “İslamcılık” hattını kaybedenlerden bir kısmı mistisizme, bir kısmı milli dindarlığa, bir kısmı post-modern kimlikleri yeniden üretmeye yöneldi. Münzevi bir dindarlık pratiğine sığınanlarımız yanında; istisnai hallerdeki çok eşlilik ruhsatına harem zihniyetiyle yaklaşmayı, birinci sınıflar için ayrılan plaj ve otellerde cenneti dünyevileştirmeyi, imkan bulamadıysa mülkiyeti eşitleyip zihni ve siyasi olarak Şeyh Bedrettin anarşizmini gündemleştirmeyi; okey ve tavla oynamayı, nahoş yerlerde nargile çekmeyi, tesettür defilelerinden sonra flörtü ve makyajı meşrulaştırmayı marifet bilenlerimiz oldu. Ayrıca entelektüalizm hastalığına, medyatik ve görünür olma kompleksine ve her türlü köşe dönme ve makam kapma sevdasına esir olanlarımız oldu.

Ama mücadele hattında hakikat arayışını, tanıklık görevini, takva elbisesini terk etmeyenler de vardı. Tevhidi uyanıştaki hattının istikametine sahip çıkanlar yeniden bir iman neslini diriltebilmek için “direniş, ıslah ve inşa çizgisi”nden hiç kopmadılar.

İslamcılık Entelektüellik mi?

Türkiye’deki İslamcılık tartışmaları Ali Bulaç’ın Zaman gazetesindeki “İslamcılık Nedir?” başlıklı yazısının (21 Temmuz’12) tartışılmaya başlanmasıyla yeniden gündeme gelmişti. Ali Bulaç İslamcılığı, “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen” bütünsel bir hareket olarak tanımlamıştı. Ona göre başka bir deyişle İslamcılık, “İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabası” idi.

İslamcılıkla ilgili anlatılan bu muhteva, tüm rasullerin anlattığı ve insanları yaratılış sorumluluğuna davet ettikleri vahyi çağrının iyi bir özetini ifade etmektedir. Bu doğru tespitleri yapan Bulaç’ı ve bu tanımını, Mehmet Durmuş’un İktibas’ta (Ağustos’12) yaptığı gibi onun özgeçmişine dönük eleştiri sunarak, bazı şaz ve tartışmalı yaklaşımlarını hatırlatarak önemsizleştirmeye çalışmak doğru olmamalıdır. Yok, bu tanımdaki İslamcılık sıfatını beğenmiyorsanız yerine ister İslamlaşma ister İslami sorumluluğun idraki ve ilanı içinde Müslümanlık diyebilirsiniz.

Ali Bulaç, İslamcılık tartışmaları içinde Kur’ani arınma ve tevhidi uyanış çağrısını Hizmet Cemaati’nin gazetesi Zaman’da gündemleştirmeye çalıştı. Bir nevi Cemaat’in “gemi”sini önceleyen Bulaç’ın Cemaat’in yaşadığı entelektüel boşluğu liberallere ve milliyetçilere kaptırmamak niyetiyle ortaya koyduğunu düşündüğümüz bu gayretine, bu gazetede veya diğer mahfillerde yazan ve konuşan birçok yazardan ve entelektüelden olumsuz tepki geldi.  Milliyetçi, gelenekçi, liberal hatta solcu camiaların oluşturduğu İslamcılık karşıtı tepkilerin en sonuncusu ama en önemlisi ise Ali Ünal tarafından ortaya konuldu.

Ali Ünal, daha öncede belirttiğimiz gibi Ali Bulaç’la birlikte 1970’li yılların ortasında öze dönüş, arınma ve tevhidi bilinçlenme sürecine Düşünce Dergisi havzası veya çevresi içinde adım atmıştı. Ama romantik İslam devrimi ve devleti hedefi içinde bilinçaltlarına kazınan iktidar ve güç olma tutkusu Ali Ünal’ı önce İran İslam Devrimi’nin irfani denilen batini ve taklitçi koridorlarına, oradan da Fethullah Gülen’in milli dindarlık birikimi içindeki keşf ve dini organizasyonlar otobanına itmişti.

Şimdi ise Ali Ünal, bir İslamcının gündeme getirmek istediği İslami tezlerden Hizmet Cemaati’ni sakındırabilmek için, Bulaç’ı “En küçük bir tarikatın şeyhi kadar olsun kalıcı tesiri yok” diye entelektüel konumun sınırlılığına veya yalnızlığına itmek istiyor. Cemaat’in Gülen’den sonra ikinci dini adamı konumunda görülen Ünal Bey ve Cemaat’in diğer stratejisyenleri, Bulaç’ın İslamcılık teziyle Cemaat tabanında oluşturabileceği etkiyi kırabilmek için gazetelerinde yazan ve satır aralarında Müslümanları ve İslam’ı tezyif eden liberal, milliyetçi, demokrat entelektüellerden, entelektüel olmalarına rağmen güç devşirmek gayreti içine giriyorlar. İslamcılık tartışmalarında “en ufak bir tarikat şeyhi”ni bırakın, en büyüğü bile lehte veya aleyhte bir söz dizimi kuramazken, Cemaat kendi tarzını devam ettirebilmek için liberal ve milliyetçi entelektüellerin İslamcılık eleştirilerinden yararlanıyor.

“İslamcılık ve Bediüzzaman” başlıklı yazısında (17 Eylül’12) Ali Ünal şöyle diyor:

“‘Arap baharı’ sürecinde İslâmcılık tartışması başlatılmasını iki sebebe bağlıyorum: (1) Entelektüellerin kendilerini fazla önemsemesine; (2) ‘Arap baharı’nın bazı Türkiye İslâmcıları için artık bittiği öngörülen İslâmcılık adına yeni bir ümit olarak görülmesine.”

“Bediüzzaman'ın enfes tesbitiyle, insan vicdanı dört rükünden oluşur ve bu rükünler, ruhun da duyularıdır: Zihin, kalb, irade ve his… Batı'da ‘aydınlanma’ denilen ve aklın Din'den kopmasına dayanan akımın ürettiği entelektüelin Müslüman'ı da, bu dört rükünden sadece zihnin bir fakültesi olan teorik akla hitap eder ve genellikle ma'rifetullahtan da yoksundur. Dolayısıyla, entelektüelin bilhassa kitleler üzerinde etkisi yoktur. Oysa İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından ‘ayak takımı’ ve ‘çöl kafalılar’ olarak görülen insanlar olmuştur. Bu gerçeklere rağmen, fikirlerine meftun olan entelektüel, kendisini çok önemser. İslâmcı bir entelektüel, 1980'lerde çıkardığı ve 5000 satan aylık bir dergi ile Türkiye'de bir ‘İslâm devrimi’ yapabileceği ümidindeydi. Bugün, Cumhuriyet Türkiye'sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter.”

“Ali Bulaç, ‘Arap baharı’nın tesiriyle İslâmcılığın ve İslâmcıların etkisini o kadar abarttı ki, konuyu yeni çalışmaya başlayan bir talebenin bile yapamayacağı hataları yapıyor. Meselâ, içinden şiddeti benimseyebilen gruplar da çıkaran İhvan-ı Müslimîn'in temelde şiddeti benimsememesinin Türkiye'de Risale-i Nur hareketi üzerinde bile etkisinin olduğunu iddia ediyor. Oysa İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde en küçük bir etkisi olmamıştır.”

Tabii ki Ünal’ın Hizmet adına kendisini refüze eden bu tespitlerini Bulaç kendi tutum ve anlayışı içinde değerlendirecektir. Anlaşılan o ki Ali Ünal İslamcılıktan hoşlanmamaktadır. O zaman Ali Bulaç’a bir soru sormamız gerekir. Entelektüel zayıflığının nasıl giderileceğini dert edindiği Hizmet Cemaati’ni ve ayrıca Fethullah Gülen’i bir ıslah, vahye tanıklık ve inşa çizgisinde İslamcı olarak görmek mümkün mü?

Ünal gibiler, öncelikle İslamcılık tartışmalarının veya İslam Birliği idealinin tüm bilinçli Müslümanlar için zorunlu bir gündem maddesi olduğunu göremiyorlar. Oysa hiç kimse Türkiye halkını ve Müslümanlarını Ortadoğu halklarından ve Müslümanlarının sorun ve birikiminden ayrıştıramaz. Ortadoğu’da iki seneden beri Tunus’tan Fas’a, Mısır’a, Libya’ya, Yemen’e, Suriye’ye kadar Müslümanların kıyamı ve kitlesel ağırlığı kendini açıkça hissettirmektedir. Ama bu gelişme karşısında ne Batılı stratejisyenler ve ne Hizmet stratejisyenleri egemenlerin reel çıkar hesapları dışında ve bağımsız bir analiz gücüyle özgün bir tahlil ortaya koyabilmiş değillerdir.

Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un Urvetu’l Vuska ile yeniden bir ıslah ve İslam Birliği hedefi doğrultusunda açtıkları çığırın gücünden nasıl ki tüm Ortadoğu bölgelerindeki Müslümanlar etkilenmişlerse; istibdat idarelerine ve Batı yayılmacılığına karşı İslam’ı yeniden hakim kılma kaygısı içinde kimliğini güçlendirmeye çalışan Said Nursi de etkilenmiştir. Ali Ünal mezkur yazısında Bulaç’a Nursi’nin İhvan’dan nasıl etkilenmediğini ispatlamak için Risalelerden numaralar göstereceğine, onun Afgani’yi öven ifadelerine atıfta bulunsun. Reşid Rıza’nın tekliflerinden, tefsirinden ve ulaşabildiği nüshalarıyla Menar Mecmuası’dan ne kadar yararlandığını araştırsın. Ve bir kez daha kavramaya çalışsın ki İhvan da Nur hareketi de Urvetu’l Vuska ve Menar ekollerinin ürünlerinden ve tecrübelerinden yararlanarak boy atmışlardır. Fethullah Gülen hoca özel talebelerine rahmetli Seyyid Kutub’un tefsiri Fi Zilal 'in Arapçasından boşuna çalışmalar yaptırmamaktadır.

Ayrıca ıslah ve inşa hareketlerinin usul ve yöntemini kavramak ve derinleştirmek Bulaç’ın yaptığı gibi 19. yüzyıldan itibaren üretilmeye başlanan “alim” ve “aydın” kutupları arasında bir sentez arayışı ile olmaz. Bu arayış ve örneklik “alim” ve “aydın” kutuplaşması sentezlenerek cevaplandırılmaya çalışıldığında, Ünal örneğinde olduğu gibi kendisini bir tarikat şeyhine benzer şekilde “alim” postuna oturmuş kabul edenler, biat etmeden düşünce üretenleri etkisiz ve cemaatsiz entelektüeller olarak ilan edebilirler. Oysa çözüm bu eğreti kutuplaşmada veya sürüleştirilen cemaat niceliğinde değil; “birr”i üstlenen İslami şahsiyetlerin mücadele içinde niteliklerini yükselterek oluşturacakları birlikteliklerinde ve şura içtihatları ile yapacakları açılımlarındadır.

İhvan-ı Müslimin’i “içinden şiddeti benimseyebilen gruplar da çıkaran” ifadesi ile riskli kategorisinde tasnifleyen Ali Ünal, Saidi Kürdi’nin arkadaşı Şeyh Said Kıyamı’na ne diyor acaba? Ayrıca Hilafetin kaldırılması, Batılı kanunların kabulü, Türkçüleştirme gibi dayatmalara karşı Kemalizm’e isyan eden altmışa yakın liva ve kasabada İslami direnişe; yine ayrıca İstiklal Mahkemelerinin idam ettiği on bine yakın kanaat ve hizmet önderi dedelerimizin ve ninelerimizin katledilmesine ne diyor acaba? O şehitlerimiz de terörist miydi ya da şiddete sarılıp huzur ve nizamı bozan fitne ve fesatçılar mıydı?

İslam’ı Daraltmak İsteyenler

Ali Bulaç’ın gazetedeki yazı arkadaşları, onun Ortadoğu’daki intifadalarda merhaleci bir değişim-dönüşüm hedefi güderek ve yöntem anlayışını hududullah ve sünnetullah ölçüleriyle yeniden biçimlendirmeye çalışarak gündeme gelen Yeni İslami Dalgayı erken fark etmesini fark edemediler veya normal göremediler. Ortadoğu ayaklanmalarında inisiyatif alan Müslümanların oluşturduğu İslami uyanış dalgasının oluşturduğu tasavvurun okunması; ve sonra da bu dalganın evrensel çizgisinin Zaman gazetesinde dillendirilerek Cemaat üyelerinin dikkatine sunulması rahatsızlık uyandırdı.

Ali Ünal gibiler, Ali Bulaç gibilerini batacak gemiden kurtulmaları için kendi gemilerine binmek için ikna etmeye çalıştılar (30 Temmuz’12). Hatta Bulaç, batacak denen gemiye (sürece) tavır alıp Said Halim Paşa gibi İttihad Terakki’nin kullandığı tarzda -Tayyip Erdoğan’a rağmen- bir lider arayışına bile çıktı. (23 Ağustos’12) Ama Bulaç, Fethullah Gülen ve cemaatinin çalışmaları ve istikameti hakkında tüm övgü dolu sözleri ve çözümlemelerine rağmen, bütünsel İslami bir algı ve mücadele anlayışına çağrı yaptığı için yalnız bırakıldı. Hatta gazetedeki birçok yazı arkadaşı tarafından İslamcılığa çağrı yaptığı için eleştirildi, yıpratıldı.

İlk demir eldivenli saldırı Mümtez’er Türköne’den geldi. Türköne “İslamcılığa ne oldu?” (24 Temmuz’12) yazısıyla başlattığı eleştirilerinde, İslamcılığın ne olduğundan ziyade, İslamcıları teşhis ve itham etmeye çalışarak polemiği sürdürdü. “Eski İslamcıları kesip kesip politikacı yapıyorlar” diyen yazar, hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti dünyada kurmaya çalışan İslamcılığın bir ideoloji olarak çöktüğünü, zaten Cemaleddin Afgani örneğinde olduğu gibi kökü dışarıda bir ideoloji olduğunu ve geriye bir tek Ali Bulaç’ın kaldığını alaylı bir dille ifade etti.

Müslümanların demokratlaşmasıyla laikliğin güçleneceği beklentisine kilitlenen Etyen Mahçupyan ise bu tartışmaya bir yıldan beri biriktirdiği yazılarıyla katıldı. Ona göre birçok İslamcı yaklaşım olduğu için, doğrunun kimde olduğu sorusu öne çıkmaktadır. Bu soru da bir liderlik ve güç edinme anlayışını getirmektedir. Bu ihtiras zaten İslamcılığı sekülerleştirdiği için de din özel alana mahkûmdur. (8 Ağustos’12)

Zaman gazetesinin Paris temsilcisi Emre Demir ise İslamcılığı savunan yaklaşımla eleştiren yaklaşım arasında Cemaat’in izleyeceği yolun ne olacağı ile ilgili ilk bilgileri aktardı. (12 Ağustos’12) Demir’in yaklaşımı maalesef ki tam bir eklektisizmi ve kimlik bölünmesini ifade ediyordu. Demir’in aktardığına göre Mümtaz’er Türköne nötr bir dille de olsa İslamcılığın miadının doldurduğunu; Etyen Mahçupyan ise sekülerleşmenin doğal bir sonucu olarak dinin bireyselleştiğini ve özel alana çekildiğini savunuyordu. Ali Bulaç ise İslami hareketlerin yaşadığı seküler dönüşüm ve Protestanlaşma eğiliminin önüne geçilmesini savunuyordu.

Oysa Emre Demir’e göre Hizmet adına yapılan ticari ve eğitimsel her türlü dünyevi faaliyete kutsiyet bahşedilmesinden; küresel fenomenle dini ilişkinin karmaşık hüviyetinden; yani melez alanlar ve sentezler oluşturulmasından çekinilmemeliydi. Önerilen tam bir seküler dindarlıktı. Ayrıca Bilal Samur ve Levent Köker gibi Zaman yazarları da İslamcılığı liberal bir dille eleştirmişlerdi.

Haluk Gerger’in önsöz yazdığı “İslamcılığın Doğusu” (2011, İstanbul) adlı kitabında ise Osman Tiftikçi, İslamcılığa Osmanlı yapısında sınıfsal bir kök yakıştırmaktaydı. Tiftikçi tarihi materyalist bir şemayla İslamcılığın Osmanlı’da ortaya çıktığında ilericiliği ifade ettiğini söylüyor; fakat Kemalist uygulamalardan sonra yeniden kurumlarda dinsel rengin görülmeye başlandığı için rahatsız oluyordu. Tiftikçi, bugün için İslamcılık eleştirisini solun ertelenemez görevi olarak ileri sürüyordu. Erdoğan Aydın’ın CNN Türk’teki İslamcılık programında (16 Ağustos’12) yaptığı gibi birçok sol kökenli entelektüel de İslamcılığın değil, evrensel aklın ve insan kapasitesinin hayatı anlamlandıracağını belirtiyordu.

Zaman gazetesi, İslamcılık tezine karşı milliyetçi, liberal ve demokrat kalemlerin tepkilerinden sonra, gazetenin veya Hizmet’in mutfak takımından elemanlarıyla en azından Ali Bulaç’ın yaklaşımını karaladı veya silikleştirmeye çalıştı. Bulaç, öncelikle ümmeti oluşturma ve diriltme algısına “Sivil veya Sosyal İslam” dese de ve bu terkipler amacı tam karşılamasa da “İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması” idealini öncelediğini ortaya koymuştu. Bu hedef için “nasıl bir mücadele hattının uygulanacağı” sorusu tabii ki farklı içtihadi çözümler getirebilirdi; ama o bu ideale İslamcılık diyordu. Bu kavrama karşı çıkanlar varsın bu niyete Müslümanlık veya İslami mücadele desin. Ama Zaman gazetesinde ve gazete içinde Hizmet’i temsil edilen kişilerin elinde bu yaklaşım; yani “İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması” ideali ya karalandı ya örtülmeye çalışıldı.

İslam Birliği Hedefi ve Uyum Sorunu

Hizmet hareketinin kapitalist kuşatma içinde dindar kalabilme cehdi tabii ki önemlidir. Ama bu sistemi aşmak yerine sistemin değerlerine sahip oldukları dindarlık değerlerini işleyerek “melez alanlar ve sentezler” oluşturmayı marifet saymak Müslümanca bir arınma değildir; aksine yozlaşmakta olan ilişkileri meşrulaştırmak ve sekülerleşmektir. Ali Bulaç, Protestanlaşma eğilimini bir tehlike olarak sadece çözülen İslamcılarda değil, olayları insan vicdanı ve keşfin gücüyle izah etme eğilimindeki Hizmet Cemaati’nin ekonomik, siyasi ve eğitimsel ilişkilerinde de görmelidir.

Reformları tıkadığı ve batma eşiğine geldiği ima edilen Erdoğan ve ekibinin gemisi karşısında, Hizmet ekibinin bu melezleşme sürecine nasıl bir “felah gemisi” anlayışı içinde bakılabildiği de insanı hayrete düşürmektedir. Ancak akıl tutulması haliyle izah edilebilecek böyle bir mukayese ve bu mukayese doğrultusunda kullanılan tercihler, ancak “hikmet”ten bir hicret, bir kopuş olabilir. Bu halin muhasebesi geçiştirilmemeli, müzakere edilmeli ve sistem içi dalgalarla boğuşan rakip gemilere değil, sistemin dev dalgaları ile başa çıkacak Nuh’un gemisini inşaya talip olan bir dirayet yakalanmalıdır.

Fethullah Gülen’in Milli Ordu sevgisi, dini veya siyasi küresel güçlerle sürekli mutabakat arayışı, çoğulculuk anlayışı ve Cemaat’in kapitalist kalkınma otobanındaki yarışı Emre Demir’i haklı çıkartıyor. Artık Hizmet, adeta Bahailik veya Moon Hareketi gibi küresel bir dünya dini projesi peşinde.  Moon tarikatı gibi neredeyse “Dünya barışı için küresel aile federasyonu”nu hedef almaktadır. Ama bunun için de artık ulusal güçlerle var olan ilişkisini aşıp, küresel güçlerle ilişki trafiğini güçlendirmektedir. 1991 Körfez Savaşı’nda İsrail’e füze atılması karşısında gözleri tüllenen ve gözyaşı döken Gülen’in; Mavi Marmara gemisi ve Hakan Fidan konusunda Amerika’dan verdiği demeçlerle veya sergilediği tavırla şu gerçek ortaya koyulmuştur: Küresel güçlerle girilmeye çalışılan ilişkide cemaatsel büyüme hesaplarına rağmen, bu ilişkiden daha ziyade neo-conların veya İsrail lobisinin yararlandığı izlenimi ön plana çıkmaktadır.

Fethullah Gülen ve Hizmet Cemaati işbirlikleri kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı uluslararası ilişki trafiğinde ortaya koyduğu din anlayışı ve stratejik mücadele hedefi itibariyle, dün rafa kaldırılan Büyük Ortadoğu Projesi gibi tasarımlarla oldukça paralelleşiyor. Emperyalizmin BOP hedefi ise yabancılaşmayı ve dolayısıyla da kimliklerin çoğulculaşması hedefini içeriyordu.

Oysa Ortadoğu’da hedeflerini küresel kapitalist güçlerin değil, İslam’a aidiyet yönelimi içinde özgürleşmeye çalışan Müslüman halkların ve hareketlerin ortaya koyduğu yeni bir Büyük Ortadoğu Projesi oluşmaktadır. Ödünç bir kullanımla Yeni BOP’un hedefi ise ümmeti zihinsel ve fiziki olarak yeniden diriltecek İslam Birliği eksenine dayanmaktadır.

Cemaat tabanında, İslam Birliği hedefinin gündemleştirilip yeni bir dini hamle ve diriliş çağrısı yapılmasına niçin sağır ve kör kalındığı, hatta bu çağrıya hasımmış gibi davranıldığı, en başta Ali Bulaç gibiler tarafından doğru tahlil edilmelidir.

Ortadoğu İntifadasıyla güç kazanan ve İslami hareketlerin Sünnetullaha daha yakın olarak tanıklaştırdıkları bu yeni değişim-dönüşüm dilindeki hedef oldukça önemlidir. İslam Birliğini önceleyen İslami değişim-dönüşüm hedefinin bu yeni dili ve tarzı, Batı ve Doğu emperyalizminin hesaplarına da; modernizmle uzlaşarak büyüme stratejisini tercih eden ve yeni gelişmeler karşısında stratejik hesaplarını yenileyemeyen Cemaat’e de ters gelmekte, rahatsızlık vermektedir.

Rabbimizin insanlar arasında döndürdüğü ve dönüştürdüğü günleri doğru okumak gerekir.

 

YAZIYA YORUM KAT

57 Yorum